PROJE RAPORU
BİR FRIEDMAN MANİFESTOSU
Benim adım 17203. 2100 yılının İstanbul’unda, 20 yaşındayım. Kurulu düzenin tek amacının, güçlerini en üst noktaya çıkarabilmek adına insanlara düşünmenin unutturulduğu, kendilerini düzenin istikrarına adamalarının öğretildiği, bunun için de onların hissizleştirildiği, fiziksel ve zihinsel olarak geliştirildiği kısacası makineleştirildiği yerdeyim. Yaşamımın son 10 yılının içerisindeyim.
Kurulu düzenin insan olarak yaşamaya devam eden bizleri ötekileştirip bize yerleşim hakkı tanıyıp “karışmaması” kendilerinin, yapay zekalarının devamlılığı için hala makinelere dönüşmeyen bizlerin sağlıklı bedenlerine ve DNA’larına ihtiyaç duymasındandır. Yaşadığımız hayat insan ırkının en sağlıklı olduğu 30 sene ile sınırlı. Burada izole bir şekilde yaşayan bizler için dış dünyada bizim gibi olan başka bölgelerin var olup olmadığını araştırmamız düzen tarafından hep engellendi. Bizim için ayrılan yaşam alanımızın insan ırkını sürdürdüğümüzü düşündüğümüz evimizin aslında bizim değil onların sürdürülmesinin amaçlandığı, yerleşimimizin sınırlarının onlar tarafından çizildiği ve bu nedenle kendi otoritelerinin sarsılmayacağından emin oldukları, onları besleyen bir yaşam merkezinden başka bir şey değildir.
Teknik olarak organların yerine biyonik uzuvların yerleştirildiği, insan zihninin bilgisayarlara aktarıldığı ya da zihinlerin bilgisayarlarda yaratıldığı, insanların makinelerle birleştirilerek bir tür cyborga/yapay zekaya dönüşmesinin sağlandığı kısacası insan mühendisliğinin yapıldığı bir düzende yaşıyorum. 2100’den önceki yaşantıyı görmemiş, böyle bir distopik düzenin varlığında dünyaya gelmiş olmama rağmen nasıl oluyor da insanların eskiden böyle olmadığı ve yapay zekalara dönüştürüldüğünden bahsedebiliyorum? Geçmişimize dair bildiklerimiz ve öğrendiklerimiz, bilmemiz gerekenlerin bizim adımıza başkaları tarafından seçildiği ve bir tuş yardımıyla bilgisayarlardan beynimize aktarılanlardan ibaret. Her konu hakkında bilgi edinebileceğin, ne istersen onu okuyabileceğin “kitaplar” varmış eskiden. Çoğu toplatılmış ama yine de yıllar içerisinde bunları saklamayı başaran insanlar olmuş. Şu an ise bunu başaran insanlar tarafından Yona Friedman’ın Spatial City’sinde kent planının, kent sakinlerinin kendi inisiyatifleri ile inşa edebileceği bunun için de kentin üstünde yükselen ve boşlukları kaplayan üç boyutlu yapılar yapması önerisiyle kurgulanmış olan, insanlığın sürdürülebilmesi ve unutturulmaması için sergi alanlarında insanlık tarihinin gösterildiği, yeraltındaki üretim merkezinde doğanın eski haline gelmesi ve teknolojinin bu yöndeki gelişimi için uğraşıldığı, kütüphanesinde teknolojiyi yadsımasa da kitapların var olduğu, insanların sohbet etmekten, okuyup üzerine tartışmaktan, bir hobiye sahip olmaktan hala keyif aldığı, yeşil bir doğanın içinde uyanıp kendi ürettikleri ürünlerle beslendikleri, Kapadokya’daki yeraltı şehirlerinde görüldüğü gibi yeraltından nehir dolayısıyla alınan suyun bütün yapıya taşınarak su ihtiyacımızın karşılandığı yaşam alanımızdayız.
Böylesine bir düzen içerisindeyken, bizim bu yaşam alanında nasıl engellenmeden yaşadığımız, burasının İstanbul’un geri kalanıyla bir barış içinde mi yoksa ötekileştirilen bir öbür yan bir pera mı olduğu konusu buraya ilk gelenler için anlaşılması güç bir olguyken zamanla anlaşılır hale geldi. Derrida’nın 110 sene önce bu bölgeye gelip peranın -yani dışarıda kalanın- konuksev(-er-/-mez-)lik ile ilişkisini anlattığı çalışma, konukseverliğin çağrıştırdığından daha farklı ve kendi içinde ne kadar çelişkili bir kavram olduğunu bize açıklar. Kant’ın “Ebedi Barış Tasarısı”ndaki konukluk kavramıyla ilgili kısımda dediği gibi “Konukluk, bir yabancının bir başkasının toprağına vardığında ondan düşman muamelesi görmeme hakkıdır. Ağırlayan bir zarar görmediği, yabancı yerinde barışçıl olarak durduğu müddetçe ona düşmanca davranamaz.” Burada ağırlayanın – oranın asıl yaşayanları olduklarından dolayı – hala insan olarak yaşamak isteyen bizler olduğunu düşünmemiz maalesef romantik bir yaklaşımdan öteye gidemez, gerçekçiliğini yitirir. Dünya düzeninin değişmiş olması ağırlayanın dolayısıyla konukseverlik gösterenin, düzeni yönetenler olduğunu kavramamızı sağlar. Derrida’nın dediği gibi “Konukseverlik, ağırlamanın koşullarını; kabul edenin, kendi evinde, kendi devletinde, kendi ulusunda, kendi kentinde efendi olarak kalanın tanımladığı yerde, dolayısıyla koşulsuz olarak ağırlamanın olmadığı, bir eşiğe ihtiyacın olduğu yerde yapar.” Ağırlayanın gösterdiği konukseverlik, kendi evinde kendisini ve kendi otoritesinin korur, kendisinin çizdiği sınırlar doğrultusunda konuğa sınırlamalar getirir. Ev sahibi kendi oluşturduğu yasalarını, kendi kavramlarını dayatmaya eğilimlidir. Konukseverlik kendini yok etmekten ya da kendini kendisinden korumaktan, yani tam anlamıyla uygulandıkça kendi kendisinin yapısını sökmekten başka elinden bir şey gelmeyen, kendi içinde çelişkili bir kavramdır.