Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İç Mimarlık Bölümü'nde Yüksek Lisans ve Doktora öğrencilerine yönelik olarak Kurtuluş Turgay'ın yürütücülüğünde verilen "Film Mekânları Tasarımı ve İnşaatı" eğitiminde, Burçin Savaş'ın geliştirdiği dönem projesi.
Boşluk… Beyazdı. Bembeyaz… Aydınlık… Uzak uzak, tutulamayacak gibi, elde edilemeyecek gibi büyükçe… Işık ışık… Gökyüzü… Gökteki yüzü… Kanat açtı mı güneşe karşı, ısındı mı sonra… Gözlerini ışıttı mı yavaş yavaş, kalbi de yumuşuyordu. Azıcık bir umut gibiydi o azıcık sıcaklık… Azıcık bir sevgi ile bile azıcık dokunulduğunda titreyen bir ten gibi… Gülümsetiyordu işte onu böyle… Belli belirsiz… Gülümsemesi hep belirsizdi. Issızdı. Gülümsemesi onu umutlandırırdı. Zarifçe uzanan kuyruğu görünüşünün aksine kırılgan değildi. Kanatları incecik, çeşit çeşit, dal daldı. Kanatları tek kelimeyle bir şölendi. Hem de ne! Hayran olunası…
Arkasında, aklında kalan yuvasına doğru baktı. Bulanık görünüyordu. Uzaklarındaydı ama görüyor, biliyordu yerini… Nereden geldiğini… Gökyüzüne kıyı bir yansıma idi yuvası… Dinlenirdi serinliğinde… Güneşi görünce fırlamıştı o sabah telaşla… Kanatlarını çırpa çırpa kurutmaya… Zarifçe gerili tül tül, renk renk kanatlarını… Parıldayarak beyazdan ayrılan, gökyüzüne tel tel iz bırakan… Damla damla güzelliğiyle peşi sıra yol alan… Beyazın içinde uçuş uçuş bir yok olup bir renge duran… Sihir gibi, sonsuza giden sessiz bir çağrı gibi…
Suya indi. Bir yudum aldı. Berrak bir nefesle yazdan kalma günde yoluna devam etti. Bu salınışlarının bir sonu olacağını bilirdi. Hepsi bilirdi ama düşünmez, işitmezdi. Anda kalmayı iyi becerirdi hepsi… Sona yaklaşırken, sadece doya doya içine çekmeliydi şehirden uzakta bu sessiz yerleşimin bozulmamış doğasının kokusunu… Hepsi buydu işte, ruhuna kısacık can veren yaşamın anlamı… Gerisi yoktu. Sıra sıra ağaçlar, dizi dizi çiçeklerin üzerinde boy verirken ince, dar bir aradan yuvasına benzer bir koku burnuna çalındı. Kır çiçeklerinin kokusu… Serince lilalı beyazlı bir hayal gibi… Yanına ilişti hemen yabancı olmadığının… Gün yeni başlamıştı.
Yorgundu. Beş gündür aralıksız yağan kar nedeniyle biriken yol üstündeki beyaz yığınların üzerinden, buz gibi havada bata çıka yürüyor, adeta iki külçeye dönüşmüş siyah çizmeleri ile sıkışmış kara her ayak bastığında duyduğu gıcır gıcır sürtünme sesi ile hafifliyordu. Dairesi iş yerine çok uzakta değildi, bu yüzden bu bol ağaçlı, kuş sesli, toprak kokulu dar yolu yaklaşık beş yıldır her gün yürüyordu. Onu rahatlatıyordu bu yürüyüş aslında… Derin derin nefes alıyor, doğa ile bütünleşiyordu. Her bir sesi” gözlerini kapatıp nefesinde dinliyor, hafızasına işliyordu. Görünmez bir kalabalığın her bir kahramanının sesi ne kadar eşsizdi, uçsuz bucaksızdı onun için… Her birini ayırt etmeye çalışıyor, bazen duraklıyor, bu sesleri bir ses kaydedici ile kayıt ediyor, küçük not defterine de bu işittiklerine, gördüklerine dair notlar alıyordu. Defterin sayfalarında izlediği, dinlediği, fark ettiği her bir detayın izleri vardı. Her gün yeni bir türünün keşfedildiği böceklere ve her bir çeşidine hayran olduğu kız böceklerine ait çizimler, boyamalar, hızlıca alınmış notlar, onlara ait yapıştırılmış fotoğraflar, bitki ve böcek dokuları, çıkarımlar, yapılacaklar… Kim bilir kaçıncı defteriydi, kim bilir kaçıncı seferiydi bitmek tükenmek bilmeyen merakının peşinden gittiğinde yeniden doğaya duyduğu hayranlık… Yok olup ona karışana kadar sürüp gidebilirdi.
Son birkaç günde yağan bunca kar, bitkilerin üzerine nasıl tertemiz sarılmıştı. Onlar da böyle düşünüyor muydu? Her biri farklı tavırdaydı sanki… Kimisi bembeyaz örtünün ağırlığıyla ezilmiş, kimisi ise güçlük çekiyormuş gibi değil de aksine dinleniyormuş gibi görünüyordu. Hemen yakınındaki su birikintisi yürüyüş yolunu kestiğinde, bu seyirlik doğanın suyun donmuş yüzeyinde fotoğraflanmış olduğunu gördü. Su, toprak, gökyüzü… Hepsi birbirine benzemiş, birbirine yaklaşmıştı bugün… Yakınına yanaşınca kendi yansıması da bu buğulu fotoğrafa dahil oldu. Kendini görünce yansımasında buzun gülümserdi aslında… Belli belirsiz… Gülümsemesi hep belirsizdi. Issızdı. Gülümsemesi onu umutlandırırdı. Birkaç haftadır gülümseyemiyordu. Haliyle çok etkilenmişti.
– Yerinde inceleme de yapalım istiyorum. Yapabilir misin?
– Sanıyorum. Yani evet. Yapabilirim.
– O zaman hazırlan. Belki farklı bir böcek türü, ya da bilemiyorum bir şey işte… Senin de gözüne çarpar olay yerinde. Haydi! Eksik bir şeyin olmasın.
İyi değildi. Düşünceliydi. Yüzünden besbelliydi. Üşümüş, burnu kızarmıştı. Bembeyaz olmuştu çevresi gibi… Büyük renkli gözleri pırıl pırıl parlarken, soğuk görünüşlü ve çilli benzi onları daha da ortaya çıkarmıştı. Çok taranmamış, dağınık görünümlü saçları çocukluğunda kendi kendine yapamadığı günlerdeki gibiydi. Açık renkti saçları ve defalarca boyanmaktan yıpranmış, kirlenmiş gibi görünürdü. Kendi kendine kesmişti onları ve omuzlarının üzerine uzunlu kısalı düşürmüştü. Çeperindeki beyaz ışıma, yüzüne, saçlarına yansıyor onu da doğanın içinde kılıyor ve yakınlaştırıyordu. Elleriyle yüzüne dokundu. Tırnaklarındaki ojeleri uzun süredir çıkarmadığından lekeli lekeli duruyor, çizimlerinde kullandığı mürekkebin izleri ellerini yer yer kaplıyordu. Çok uzun aralıklarla ilgileniyordu kendi ile mecburen… İşinden ve çalışmalarından arta kalan zamanlarında… Rahatsız değildi.
Almanya’ya alışmıştı. Yıllardır burada olmasına rağmen aslında ilk yıllarından itibaren alışmakta pek de bir zorluk çekmemişti. Almanya’da hiçbir ülkede olamayacak kadar Türk olması, keşfedilecek tarihi ve sanatsal mekanların oldukça fazla oluşu, Damstadt Teknik Üniversitesi’nin yabancı ve üstün yetenekli öğrencilere sağladığı imkanlar sayesinde Biyoloji fakültesinde, Ekoloji çatısı altında Agroekoloji ve Uygulamalı Entomoloji üzerine çalışmış ve konu ile ilgili araştırmalarını rahatlıkla gerçekleştirebilmiş ve halen daha akademik çalışmalarına aynı üniversitede devam ediyordu. Elbette fiziksel özelliklerinin, yarı Alman yarı İskandinav kökenli olan annesine benzemesi sayesinde de kimse onu yabancılamamıştı. Bu durum da onun ülkeye adaptasyonunu hızlandırmıştı. Annesi çok küçük yaşta sebebini asla bilmediği ve öğrenemediği bir nedenle babası ile onu terk edip, asıl doğduğu topraklar olan Almanya’ya dönmüştü, ama kızına bir isim koymuştu geride bırakmadan önce… Iona… Iona Ada Sasa.
İstanbul’daki tek ebeveynli yaşamı onun için çileli geçmemişti. Tüm çabası kızının mutluluğu olan Hakan Bey güzel kızı yeter ki üzülmesin, annesinin yokluğunu hissetmesin, sormasın izini, nedenini hiçbir şeyin isterdi. Hakikaten o kadar iyi anlaşan birbirine düşkün bir baba kız olmuşlardı ki Iona ruhunda annesine dair izleri sessiz ve bir başına iken duyumsar ama dikkate almamayı tercih ederdi. Babası onun için onca fedakarlık yapıyor iken, yıllarca aramayan, merak etmeyen annesini düşünmek ona babasına yaptığı bir sadakatsizlik gibi gelirdi hep… Hakan bey azimli, çalışkan bir iş insanıydı. Varlıklı ailesinin iyi bir konumdaki işletmesinin başına gelse bile, aile işlerine farklı bir vizyon getirerek, bu yeni vizyon ile iş dünyasında hatırı sayılır bir saygınlık kazanmıştı. Oldukça yoğun çalışıyor, araştırıyor ve işini keyifle yapıyordu. Öyle ki bu çok yoğun ve geç saatlere kadar çalışması gereken günlerde dahi Iona yatmadan önce mutlaka eve gelmeye ve onu kendisi yatırmaya özen gösteriyordu. Bir diğer ebeveyni tarafından da terkedilmeyeceğinin hissini Iona’ya geçirmek için çabalıyor, her türlü desteği vermeye çalışıyordu.
Iona da bu desteği karşılıksız bırakmıyordu. Her yıl okulundaki en başarılı öğrenci oluyor, öğretmenleri tarafından sessiz, çalışkan, yetenekli ve çok zeki olarak tanımlanıyordu. Iona’nın okul hayatındaki bu sessiz ve içe dönük hali Hakan Bey’in tanımadığı bir yönüydü ve onun için şaşırtıcıydı. Çünkü ikisi bir arada iken Iona oldukça rahat ve kendini emin bir şekilde ifade edebilen bir genç kızdı ona göre… Toplum içerisindeki bu sessiz hali onu çoğu zaman endişelendiriyordu.
On yedi yaşında Iona babasına, birlikte her yaz tatilinde gittikleri kuytudaki göl evinde, üniversiteyi Almanya’da okumak istediğini söylediğinde, aslında eksik olan diğer yarısını bulabilme umudundan hiç vazgeçmediğini ve o diğer yarıyı bulmaktan da korkmadığını babasına sessizce dile getirmiş oldu. Iona’nın bu duyguların hiç birinden haberi yoktu, farkında bile değildi sadece okuma isteği ile annesinin yaşadığını bildiği ülkeye gitmek istediğini söylemişti belki ama Hakan bey bu isteğinin aslında arkasında kalan, aklında kalan her şeyi bilme isteğinden kaynaklandığını biliyordu. O gün Iona tarafından her bir yüzeyi renk renk boyanmış ahşap göl evinde hüzün dolu bambaşka bir gün yaşandı. Hakan bey ilk kez onun hüznüne merhem olmadı, apaçık ortada kalmasına ve acı acı yanmasına izin verdi. İstediğinin ne olduğuna emin olması için onu sevilesi bir hüzünle sardı. Iona’nın bu emin duruşu aslında Hakan Bey’i rahatlatmıştı. Onu yıkacağını, üzüleceğini düşündüğü her şey için ne kadar yorucu bir çaba içerisinde olduğunu fark etmişti bir an… ve bu yüzden Iona’nın da istediği gibi tam da o gün gururla onu serbest bırakmıştı.
Iona her zaman yaptığı gibi güvenlikten geçerken bileğindeki çipi okuttu. Geçiş izni sinyalini duyunca Iona girmek için atıldı. Fakat geçişteki tanımlanamayan bir arıza nedeniyle Iona yürümek için atıldığında hızla bariyere çarpıp sendeledi. Bu şansız durum bugüne kadar aklına takılı onca şeyi bir anda unutturdu ve onu kendine getirdi. Beş ay önce bu kapıdan çıkarken her şey ne kadar farklıydı oysa… İlk defa doğadan işittikleriyle bu denli sarsılmıştı.
Eğitiminin ardından çalışmaya başladığı CYTOTOOLS, Almanya Damstadt yakınlarında şehre 30 km mesafede konumlanmış bir biyoteknoloji firması idi.
Oldukça nitelikli çalışanlarına, ayrıcalıklı çalışma koşulları sağlayan seçkin bir kurum idi burası… Iona memnundu ve yaklaşık beş yıldır huzurla çalışıyordu. Şehre uzak olmasından da kaynaklı, kurumun onun gibi nitelikli çalışanlarına konaklama imkanı sunduğu toplu konutlarda sadece ona ait olan geniş ve ferah bir dairede kalmaktaydı. Daire içerisinde verimli bir çalışma alanı da mevcut olduğundan zaman zaman işini bu alana taşıdığı olurdu. Çalıştığı günlerce bir dolu küçüklü büyüklü kavanozun içerisindeki örümceklerin, akreplerin, larvaların, kurtçukların, kurbağaların sabah, öğle ve akşam ışığında değişen renk ve dokularına şahit olmaktan keyif alırdı. Çeşitli çerçeveler, böcek bilimine ait kaynaklar, not alınmış bir çok kağıt, kalemler, renk renk solüsyonların içinde olduğu irili ufaklı deney tüpleri… Daha önce çalışılmış ve bitmemiş, devam eden bir işin düzenindeydiler hepsi genellikle… Mikroskobu uzun masanın en sağında, yeşil ışıklı soğutucunun yakınındaydı ve sadece o ikisinin yeri değişmez gibiydi. İşinden bunaldığında ve huzur bulmak istediğinde bu alanda çalışmayı bırakır, tüm yaşam alanının tam merkezinde konumlanmış, geniş çaptaki dairesel açıklığa ilişkili dinlenme kovuğuna gelen keskin ışığa yuvalanır, uzanırdı. Bu açıklık yapısal olarak bu tür bir kullanıma izin verirdi. İç mekan ve dış mekan arasında asılı, adeta güvensiz bir köprüde yürürken ki uçma ile düşme hissini bir arada yaşatırdı. Bu düaliteyi deneyimlemek iyi enerjinin açığa çıkmasını sağlıyordu onda… Kendini bu alanda biçimlendirmeyi seviyor, tüm yerleşkeye hakim olup, yaslanıyor enfes doğanın kokusunu duyumsuyordu. Iona’nın yaşamını sürdürdüğü girişlerdeki güvenli geçişin olduğu, çok da fazla konut birimi olmayan bu yerleşkede yapılar, yapay göllerin çevresine konumlandırılmıştı. Araziyi oluşturan geometrinin bütünlüğü bozulup parçalara ayrılarak biçimlendirilmişti. Uygulamada kenarlar olabildiğince açılı, köşeler ise yamultularak geometrilerin belirsizleşmesi sağlanmıştı. Tüm araziye hakim olan beyaz renk ve mavi tonları, çevresindeki su birikintileri ile bütünleşiyordu. Dekonstrüktivist tarzın plan düzleminde benimsenmesine rağmen yüzeylerdeki açıklıklarda olan oyunlar daha cok brütalist yaklaşımdan hareket etmiş, yalnızca beyaz renk kullanılarak hacimler bütüncül hale getirilmişti. Bir ipe dizili birbirlerine etki eden kütlelerin dizilimi yerleşkede yaşayan kullanıcıların hareketlerini belirliyor, onlara yön veriyordu. Kimi yapı yüzeyleri aslında dijital levhalardı. Çeşitli yönlendirmeler, tanıtıcı ekranlar, tarih ve hava durumu ile ilgili bilgilendirmeler bu yüzeylerde veriliyordu. Tüm yerleşkede olan bu dijital yüzeyler, fütüristik bir atmosfer yaratmaktaydı. Iona’nın dairesi yerleşkenin batısındaydı. Yapıların arasındaki çizgisel su kanallarıyla ilişkili dar yollardan geçerek dairesinin bulunduğu bölgeye geldi. Günlerdir uyumuyordu. Umarım bugün dinlenebilecekti.
Gökyüzünün beyaz ışığı odanın büyükçe açıklığından içeri süzülüyor, geniş koyu renkli ahşap masa üzerinde bulunan kafatasını aydınlatıyordu. Olay yeri inceleme sonrası getirilmiş olan bu kafatasının, sadece bir kadına ait olduğu kadarı, kemik yapısından tespit edilebilmişti. Fakat kimliğine dair daha ayrıntılı bir iz bulmak için cesedin yanından veya etrafından toplanan böceklerin, ayırımının ve muayenesinin yapılması, tanımlanmasının gerekliliği Iona’nın uzmanlığını yapmakta olduğu adli entomolojinin işiydi. Iona böylece bu araştırma için görevlendirilmiş olduğundan, kimliği belirsiz bu kadının uzun süre önce öldürülmesi ve bu sayede cesedinden sadece kemik parçalarına ulaşılması sonucu, kafatası kemiklerinin üzerine yuva yapmış kurtçukların, larvaların olgunlaşma aşamalarını, üzerinde gelişmiş böcek türlerini incelemeye almıştı. Neredeyse bir haftadır aralıksız tüm bulgular üzerine çalışmıştı. Merak ediyordu. Kimdi bu kadın? Nasıl bir yüzü vardı? Nasıl bir yaşantısı? Ailesi var mıydı? Kim, neden öldürmek istemişti onu? Güzel bir kadın mıydı acaba ve bir kıskançlığa mı kurban gitmişti? Elmacık kemikleri çıkık çıkık, çenesi ise belirgindi. Bu merakı yüzünden defalarca yüzünü giydirmeye çalışmıştı kağıtlara… Boyuyordu, çiziyordu, deniyordu elindeki tek ipucunu inceleyerek… Masasında bolca buruşturulmuş kağıtlar, boyalar, eskiz kalemleri vardı. Kim bilir belki de bulacaktı bu kayıp ruhu…
Çat!!
Cama şiddetli bir şekilde bir şey çarpmış ve Iona’yı korkutmuştu. Ne olduğunu anlamak için, pencereye koştu. Zavallı bir kuş ani esen rüzgara karşı duramamış ve cama çarpıp düşmüştü. Iona odadan çıkıp onu bulup tekrar odasına gelesiye kadar mavi kanatlı güzelce kuş ölüvermişti. Bitmişti işte bir anda…
Çalışma masasının üzerine yatırdı kuşu… Tüylerini inceleyecekti. _ Nina arıyor!
Daire içerisinde Iona’nın kolundaki çiple aktive olan iletişim ağı sayesinde, sesli mod aktifken çağrıları mekanik bir ses ile iletebiliyordu.
Elini sola doğru net bir şekilde avuç içini gösterir bir biçimde masanın üzerinde arayan kişinin görüntüsünü masa üzerine aktarmak için hareket ettirirken iletişim ağına komut verdi:
_Masaya görüntüyü ver!
Nina’nın görüntüsü Iona’nın kolundaki çipten masaya aktarıldı. _ Iona yorgunsun biliyorum ama bu haberi sana bir an önce vermek istedim ve konuyla ilgili merak ettiğim aklımı karıştıran bir durum var.
_ Evet Nina dinliyorum.
_ Hatırlarsan cesedin kolundaki çip gölün biraz ilerisindeki arazide parçalanmış bir şekilde bulunmuştu. E tabi bu durumdan dolayı da seri numarası tespit edilememişti. İçindeki bilgiler de temiz değildi maalesef… Cesedin kimliğini sorgulamak için sadece kafatası kemiklerine yuvalanmış kurtçuklar sayesinde verdiğin bilgiler vardı elimizde…
_ Doğa bize meydan okudu he?
_ Dediğin gibi, sadece geleneksel yöntemler bizi bir yere getirdi. _ Kemiklerin üzerindeki kurtçukların boyu yaklaşık 15 mm’yi bulmuştu. Yani üçüncü ve son larva evresindelerdi. Bu da yaklaşık 12 veya 14 gündür hayatta olduklarını gösteriyordu. Net olarak tarihi hesaplamak vaktimi aldı epey… Ama eminim 8’inde… 8. Ağustos’ta Berlin’de öldürülmüş bir kadındı o… O kurtçuk türü oralarda yaşayabilecek bir sinek türüne aitti çünkü… Hatalı bir bilgi yoktu umarım…
_ Yo, hayır Verdiğin bilgiler doğruydu Iona. Bir sorun yok. Söylemek istediğim başka bir şey aslında… Kadın tahmin ettiğin gibi ayın 8’inde Berlin’de öldürülmüş sonrasında Damstath’daki göl kıyısına parçaları aralıklı olarak atılmış. Böylece
larvalar taşınmış yani… O tarihteki Berlin’de verilen kayıp ihbarlarını inceledik. _ Tamam sevindim. Sonuç alabildiniz mi peki?
_ Evet. Ceset bir kadına ait adı Hannah Baum. Ama asıl adı, Lena Sasa’imiş. İstihbarat’tan biri Iona…
_ Kim?
Nina konuşmaya devam ederken Iona sandalyesinden hızla doğruldu ve çalışma masasına yöneldi. Çekmeceyi açtı ve bir hamle ile kırılmış bir çerçeveyi çıkarıp masa üzerindeki kafatasının yanına koydu. Çerçevede yıpranmış, renkleri silikleşmiş bir fotoğraf vardı. Bu fotoğraf annesinin ondaki tek fotoğrafı idi.
_Lena Sasa. Iona bu kadının seninle bir ilgisi var mı? Araştırdık. Tanıdığın biri olabilir mi? Yıllarca devlet için gizli bir görevde çalışmış. Ama sanırım bazılarının işine gelmemiş yaptıkları… Korkunç ölümü belki de ört bas edilecek biliyor musun? Iona bu, bu arada çok gizli bir bilgi… Haberin olsun. Kimse ile paylaşmamalısın.
_…
_ Aslında Türk bir adamla evliymiş, Adamın ismi Hakan Sasa. Iona tanıyor musun? Lütfen söyle.
_…
_ Hey… Iona… Alo… Orda mısın?
Dili damağı kurumuştu. Elleri buz gibi, gözlerine, saçlarına, yüzüne emin olamadığı, kafatası kemiklerinden yola çıkıp leke leke araştırıp çizdiği kadın portresinin eskizinin üzerini elleriyle sevdi. Sessizce affederek fısıldadı. “Anne…”
Dairesine girer girmez mekan aydınlandı. Yatağını hemen girişin yanına taşımıştı. Siyah kabanını çıkardı ve yakındaki yatağının üzerine atarken aynı anda uzun siyah bağcıklı çizmelerinin fermuarlarını indirip aceleyle çıkardı. Çantasını duvara yasladı. Gökyüzüne kıyı bir yansıma olan, serinliğinde dinlendiği yuvasına, dinlenme kovuğuna yürüdü. Uzandı içinde sonra… Boşluktaydı şimdi… Beyazdı. Bembeyaz… Aydınlık… Işık ışıktı gökyüzü… Gökteki yüzü cama yansıyan böcek kavanozlarının yanındaydı şimdi… Onların cansız, solmuş, sönmüş ruhlarından hiçbir farkının olmadığını fark etti bakınca böyle… İçindeki tüm renklerin hapsolduğu, gözlerini kapattığında uçabildiğini hayal ettiği, camdan bir kavanozun içindeydi o da… Sonra tüm duvara boyaya boyaya, çize çize geçirdiği o kadına baktı. Isındı sonra… Gözleri ışıdı. Kalbi yumuşadı. Azıcık bir umut gibi o azıcık sıcaklık… Azıcık bir sevgi ile bile azıcık dokunulduğunda titreyen bir ten gibi… Gülümsetti onu belli belirsiz… Gülümsemesi hep belirsizdi. Issızdı. Gülümsemesi onu umutlandırırdı.
(Burçin Savaş, 2021)