#dirensaraç
#dirensaraç
“Bütün hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar diğerlerine göre daha eşittir.” İnsanın kendisini sosyal bir varlık olarak kanıtlaması, özgür iradesiyle verdiği kararlar ve bunun sonucunda yaptığı hareketlerle sağlanır. Bu bağlamda “özgürlük” kavramı, insanın kendisini sosyal bir varlık olarak ifade edebilmesi ve toplumda kendisine yer edinmesi için gerekli en temel değerdir. Özgürlüğünün onda olduğunu bilen ve bunun farkında olan insan, yaşamına ait kararlar alan ve bunları hem kişisel hem de toplumsal düzeyde uygulayan bir birey haline gelir. Özgürlüğünün kısıtlandığını düşünen insan ise bireysel sorgulamasını yaptığında, yaşam hacminin ve yaşam tarzının kısıtlandığını fark edip o’nu geri kazanmayı arzular. Toplumda bir bireyin özgürlüğünün kısıtlanması salt onu ilgilendirebilir, fakat bu kısıtlamalar toplumun çoğunluğuna getirilmişse, bu artık bir bireyi ilgilendirmekten çıkar, başka bir boyut kazanır; kitlesel bir ilgiye dönüşür. Bu kitlesel ilgi ve getirdiği farkındalık, bireysel sorgulamadan toplumsal sorgulamaya geçişe olanak sağlar. Toplumsal sorgulama ile her birey bir şekilde “tepki” verme ihtiyacı hisseder, çünkü kısıtlamalar, yasaklar ve baskılar geniş bir kitleyi etkilemiştir. Bu sorgulamayla birlikte kendisini toplum içinde yalnız görmeyen, onun gibi düşünen başkalarının varlığını bilen birey tepkisini meşrulaştırır, onu “eylem”e dönüştürür. Bu eylem bireyin ideolojisi, yatkınlıkları ve öz ifade biçimleri ile birlikte somutlaşır ve toplumda bir ses yaratılmış olur. Bu seslerin çoğalarak artması ve bireysel tepkinin kitlesel ve daha güçlü olana dönüşmesi ile eylem daha çoğulcu bir boyut kazanır. Birbirlerinden aldıkları güç ve sinerji ile bireyler, eylemlerini daha da rasyonelleştirir. Eylemler farklı formlarda somutlaşır; sokağa çıkarak, oturarak, konuşarak, şarkı söyleyerek, bağırarak, saldırarak, yazarak, kitap okuyarak, tweet atarak, durum paylaşarak, fotoğraf çekerek, video çekerek, dans ederek, soyunarak, hatta durarak. Eyleme yönelme durumu elbette bir çıkış noktası ile meşrulaşır. Bu çıkış noktası bastırılmışlıkların, kısıtlanmışlıkların ve yasaklanmışlıkların sonucunda patlak verir. Bazen hiç beklenmeyen bir olay ya da durum bu çıkış noktasını temsil edebilir. Son günlerde yüzyılın hareketi olarak nitelendirilen Gezi Parkı Direnişi bir halkın uyanışını, dirilişini ve aydınlanışını simgelemektedir artık. 3-5 (!) ağacın kesilmesine tepki olarak doğan bu direniş, ülke çapında bir sokak hareketine dönüşmüş ve apolitik olarak etiketlendirilmiş y kuşağının Gezi Ruhu’nu oluşturmasına sebep olmuştur. Çevreci bir duruşla ve kamusal mekanına sahip çıkan kentli kimliğiyle başlatılan eylemler, piramidin en tepesindekilerin yıllarca insanlar üzerinde kurduğu baskı ve dayatmalara bir tepki aracına dönüşmüştür. Hak ve özgürlüklerinin başkalarının elinde, dilinde olmasına, yaşamına ait kararları yine o başkalarının vermesine artık dayanamayan ve büyük çoğunluğu örgütsüz olan bu kitle, meydanlarda sokaklarda ve diğer kamusal açık alanlarda kaybetmeye başladıkları o hak ve özgürlükleri geri almak için direnmeye başlamıştır. Çoğu o ana kadar herhangi bir eyleme, gösteriye ya da mitinge katılmayan bu insanlar hiçbir parti, örgüt, dernek ya da kuruluş adı altında değil, bireysel olarak direnişe katkı koymuşlardır. Farklı meslek gruplarından, ideolojik düşünceden, etnik kökenden, cinsel kimlikten olan bu insanlar homojen bir kitleyi oluşturur; burada bahsedilen kitlenin homojenliği, direnişin tarihteki diğer eylemlerden farklılaşmasını sağlamıştır.Belki de bu çoğulculuğu ve esnekliği sayesinde bu denli büyük bir hareket halini almıştır. Bu sebeple Gezi’de başlayan direniş ülkenin diğer şehirlerine de yayılmıştır. Geleneksel eylem biçimlerini bir bakıma reddeden bu Gezi Ruhu, kendi güncel eylem formlarını doğurmuştur. “Burada karşılaşılan tabloyu, bundan önce gözlenen direnme ve hükmetme biçimlerine benzer bir yere oturtmak isteyenler, bu hareketi lidersizlikle malul görürken; belki iyi niyetli ama başbakanın “üç beş çapulcu” söylemini yeniden üreten bir dil çabukluğuna düştüler. Fakat bu “çoluk çocuğun” oluşturduğu lidersiz hareketin modern devlet karşısında dikkat çeken ilk başarısı, dilde gerçekleşti. Hareketin özneleri, “çapulcu” sözünü alıp anlam kaymasına uğrattıktan sonra, sık kullanılan sözlüklerde yerini alacak şekilde kendilerine uyarlayarak; bu kavramı direnişin simgesi ve polis şiddetinin nesnesi haline getirdiler. Burada şaşkınlık yaratan şey, nasıl olup da yüzyıllarca kullanıldığı tek bir anlamın ötesinde başkaca bir anlam taşımayan sözcüğün, bir anda sosyal bir inşa sürecine girip bambaşka bir şeye dönüşmesi oldu. Üstelik dilin bu inşası, bizlerin Türkiye’de dil devrimi nedeniyle yakından tanışık olduğumuz gibi, devlet gücünün tavandan tabana doğru gerçekleştirdiği bir müdahaleyle de olmadı. İşte dil konusunda pozitivist algıyı yerle yeksan eden bu örnek; aslında lidersizliğin varacağı yer konusundaki öngörüyü bozacak nitelikte bir potansiyeli de bünyesinde taşıyor. Liderlik, 20. yüzyıl modern ulus devlet kurgusunun vazgeçilmez bir unsuru olarak entelektüel yaşamımızda siyasal olguları açıklamanın başucu kaynağına dönüşmüş durumdadır. Modern devletin liderleri, tarihsel algılarımızda modern devletin özneleri olarak yer alır. Günümüz toplumsal yaşamını açıklarken de, lidersiz bir harekete şans vermeyen yorumlar yapmanın başlıca nedeni, bu algılama biçimine dayanıyor. Gezi Parkı eylemliliği üçüncü haftasını tamamlarken gördüklerimiz, bu algıları da alt üst edecek örneklerle doludur. Direnişçiler, bir lider itkisiyle hareket etmeden devlet şiddetine karşı kendiliğinden örgütlenip savaştılar; Gezi Parkının yanı sıra, Kuğulu Park, Güven Park, Atatürk Parkı ve Gündoğdu Meydanı’nda, buraların bir yaşam alanı olduğunu hatırlatmak üzere ücretsiz yemek, kitap, eğitim olanakları yarattılar; polis şiddetinden zarar görenleri tedavi edecek revirler oluşturdular; bu revirlere uzanan insan zinciriyle yaralıları seri şekilde taşıdılar; içlerinde polise yönelik manipülasyon yaratacak türde şiddet gösterenleri kendi iç mekanizmalarıyla törpülediler ve manipülasyonları etkisiz hale getirdiler. Burada dikkat çeken kolektif, otonom ve örgütlü eylem, lidersiz hareketin malul bir hareket olduğuna ilişkin tüm ezberleri bozacak nitelikteydi.” Kısa sürede tüm ülkeye yayılan bu kolektif yaşam ve Gezi Ruhu beraberinde bazı değişimleri getirmiştir. Geniş bir perspektifte etkisini sürdüren bu eylemlerde 3 temel dönüşüm gözlemlenmiştir. Eylem formunun dönüşümü, insan davranışlarının dönüşümü, kamusal mekan kullanımının dönüşümü. Eylem formunun dönüşümü olarak gözlemlenen, geleneksel bütün eylem ve başkaldırı biçimlerinin yerine yeni bir nesil bilinciyle gelen güncel yöntemlerdir. Her biri salt kendi bireyliğini temsil eden ama birlik olmanın ve birlikte olmanın gücünü gören bu genç nesil, direnişini de kendi en iyi bildiği yöntemle yapmıştır. Özellikle ana akım medyanın yaşanan olaylara, haksızlıklara, doğanın, yaşamın, insanlığın katledilmesine karşı sessiz ya da yanlı duruşunu hazmedemeyen bu genç nesil sosyal medya üzerinden bir nevi örgütlenmiş ve organize olmuştur. Olayları gözlemleyen, birebir içinde bulunan direnişçiler bulundukları an’ı belgelemiş, bunu doğrulamış, ve sonraki adımda bunu sosyal medyada paylaşarak sivil gazetecilik akımını başlatmıştır. Sosyal medya ağları üzerindeki paylaşımlar ile direnişçiler artık kendi haberini kendi yapmakta ve halk ile paylaşmaktadır. Bu durum halk arasında doğru haber bilincinin gelişmesine de katkıda bulunmuştur. Eylem formunun dönüşümü yalnızca eylemlerin paylaşımı üzerinden değil aynı zamanda tepkilerin dışa-vurumu üzerinde de olmuştur. Polis şiddetine ve devlet terörizmine aynı şiddetle karşılık vermeyeceğinin bilincinde olan bu grup, tepkilerini mizahı ön plana çıkararak dile getirmiştir. Yakın siyasi tarihe bakıldığında bu tarz protestoların yapılmadığı görülmüştür. Tüm o tarihi geçmiş yöntemleri bir kenara bırakan bu barışçıl topluluk, kendisini sanatın her yönüyle; karikatürle, dansla, müzikle, kitapla, resimle ifade edebilmiştir. Hatta Parkta her gün “Gezi Postası” dağıtılmış, “Gezi Radyosu” yayın yapmıştır.Tüm çağrılar barışçıl eylemler, birlik, dayanışma, kardeşlik ve Gezi Ruhu üzerine yapılmıştır. Gezi Parkı’nda kurulan çadırlar, atölyeler, kütüphane, revir ve diğer birimlerle orada kendiliğinden bir komün yaşamı ve kolektif bir ortam oluşmuştur. Gezi Parkı Direnişi süresince deneyimlenen bir başka eylem formu da aktif direnişten pasife direnişe geçiştir . Eylemlere katılan çoğu insan bu kavramlarla yeni tanışmış olsa da, bu geçişe direnişçilerin büyük çoğunluğu adapte olabilmiş ve pasif direnirken bile yaratıcılığı ve mizahı sürdürmüşlerdir. Direniş süreci insan davranışları bazında değerlendirildiğinde hem bireysel hem de toplumsal aksiyonlarda olumlu yönde bir dönüşüm gözlemlenmiştir. Birlikte olmayı, beraber üretmeyi, paylaşmayı, ben olmaktan çıkıp biz olmayı deneyimleyen insanlar böylece hem kendisine hem etrafındaki diğer insanlara karşı daha saygılı, anlayışlı, kibar olmaya başlamıştır. Demokratik rejimlerde bile tepeden inen “kardeşlik, birlik beraberlik” mesajları bu sefer bilfiil halkın içinde oluştuğu için tüm direnişçiler Gezi Ruhu’na bürünmüşlerdir. Öncesinde birbirini anlamak ve saygı duymak bir yana birbirlerini dinlemeye bile katlanamayan insanlar günlerce beraber çadırlarda kalmış, sokaklarda direnmiş, fikir alışverişinde bulunmuşlardır. İnternetin başında birçok insan hiç tanımadığı insanlar için kaygılanmış, hayatları için endişelenmiştir. Bu direnişin/dirilişin gözlemlenen belki de en önemli dönüşümü kamusal mekanın kullanımına dair olandır. Kentin merkezinde yaşayan insanlarda bile olmayan kamusal mekan farkındalığı, Gezi Parkı Direnişi’nin en güzel çıkarımlarından biri olmuştur. Kamusal alanın tüketim nesnesine, rant amacına dönüşmesine karşı çıkan direnişçiler kentsel mekanını sahiplenmeye başlamıştır. Hareketli bir yaşam ve herkes tarafından kullanım gibi senaryolar ile kurgulanan kamusal açık alanlarda o senaryolar belki de ilk defa gerçekleşmeye başlamıştır. Kentsel mekanın önemini fark eden insanlar bunu bir potansiyele dönüştürüp öncelikli olarak Gezi Parkı ve Taksim Meydanı olmak üzere ülkedeki diğer kentsel mekanları da birer direnme, toplanma, birleşme, sosyalleşme platformları haline getirmişlerdir. Aktif direnişin değişmez ve esas yeri olan bu kamusal alanlar, son günlerde pasif direnişe geçilmesiyle başka bir anlam ve fonksiyon kazanmıştır. 15 Haziran’da Gezi Parkı’na yapılan müdahale ile park abluka altına alınmıştır. Buna karşılık olarak ülke genelinde direnişçiler kamusal alanlarını daha da sahiplenmiş, semt ve mahalle parklarını birer forum’a dönüştürmüşlerdir. Bu deneyim ile her birey korkmadan fikrini söyleme, sesini duyurma girişiminde bulunmuştur. Böylece genellikle teoride kalan “demokratik toplum” söylemleri gerçek anlamıyla pratikte de yerini bulmuştur. Kamusal alanın böyle bir oluşuma zemin hazırlamış olması kentin ve kent mekanlarının önemini vurgulamış, toplumda bu yönde ciddi bir bilinç oluşturmuştur. Gezi Parkı Direnişi diğer kentlere olduğu gibi Ankara’ya da sıçramış, Gezi Ruhu bu kenti de etkisi altına almıştır. Kent içinde birçok kamusal açık alan adeta yeniden keşfedilmiş ve halk tarafından sahiplenilmiştir. Kızılay Güvenpark, Kuğulu Park, Tunalı Hilmi ve Kennedy Caddesi gibi alanlar Ankara için direnişin merkezi haline gelmiştir.Toplanma, birleşme ve direnme için kullanılan bu alanlar, bir başka alan tipini gerekli hale getirmiştir: kaçış alanları ve kurtarılmış alanlar. Kolluk kuvvetlerinin orantısız şiddetine maruz kalan direnişçiler bu kargaşa ve kaos anında sığınacakları yeni mekanlar türetmişler ya da var olan bazı alanları sığınma amaçlı kullanmışlardır. Kızılay AVM, Sıhhiye, Kurtuluş Parkı, Sakarya, Tunalı bu sığınma alanlarından bazılarıdır. Daha büyük ölçekte düşünüldüğünde Gençlik Parkı, ODTÜ Arazisi, Eymir Gölü, Seymenler Parkı, Botanik Park gibi alanlar da buna dahil edilebilir. Günlerdir devam eden Gezi Parkı Direnişi bu kurtarılmış alanların gerekliliğini ve sürdürülebiliriğini kanıtlamıştır. Direniş süresince doğaçlanarak oluşan bu kurtarılmış alanlar kurgulanacak yeni alanlarla sürdürülebilir bir karakter kazanacaktır. Kent içindeki konumu ve şehircilik ve mimari açıdan önemi göz önünde bulundurulduğunda, Saraçoğlu Mahallesi de bir kurtarılmış alan olarak sürdürülebilir. Mahalle, Ankara nın merkez (yoğun) çizgiseline bitişik bir konumda yer almasına rağmen sakinliğini ve dinginliğini inşa edildiği günden bu yana sürdürmeyi başarmıştır. Kurgulanan mekan ve peyzaj ilişkilerinin çevre ritmlere örnek teşkil etmesi pozitif bir sonuç olacakken rantın ve açgözlülüğün umarsızlığı ile bu ritmler Saraçoğlu’na zıt bir kimlikle bugüne ulaşmıştır. Kumrular sokak, Necatibey Caddesi, Milli Müdafaa caddesi ve Yahya Galip caddesinin çevrelediği bu alan ve mekan denklemi ulusal mimarlık akımının ilk örneklerinden olması ve JANSEN planını destekleyen bir modül olması ile taşınamaz kültür varlıklarımızdandır. Ankara’nın Cumhuriyet sonrasına tanık olması ve konum itibariyle tanıklığına devam edecek olması su götürmezdir. Kısacası, Ankara kent belleğinin sökülemez, halktan ayrılamaz ve sermayeye oyuncak edilemez öğesidir. Mimarlık, şehircilik ve korumacılık anlayışının bilimselliğini hiçe sayan, eskiyi korumayı çakma eserlerin gölgesi altında sürdürebileceğini sanan zihniyet dönem itibariyle ülkenin dört bir yanında kent belleğinin başına musallat olmuştur. İktidar beslediği ve beslendiği dış sermayeyi iliklerimize kadar işlemeye çalışmaktadır. İktidarın gücü arttıkça bilimsel ve sanatsal konular üzerindeki mefhum sorunuda o hızda artmıştır. Hür yaşam alanları kentin bir parçası iken, kent dışında oluşturduğu sözde hür alan projeleri ile bireyi kıskacı altına almıştır. Bugüne kadar halkın kullanımı, halka açık, halkın hür ifadesi gibi terimlerin mimari ve kentsel izdüşümü netleştirilmemiş olsa da iktidarın bu kafa yapısına tepki olarak bu terimler ve alanlar uykudan uyanmıştır. Kentin yapay ve doğanın keşmekeşinden doğan tüm mekan ve boşluklar kurtarılmış özgürlük ve direniş alanı olarak kent belleğine dahil olmuştur. Saraçoğlu’na önerdiğimiz fikir Saraçoğlu’nun tüm kapasitesi ile kurtarılmış eylem alanı olarak kentsel belleğe dahil olmasıdır. Önerimizde Saraçoğlu mahallesine yeni bir fiziksel müdahale ve ekleme-çıkarma gayreti bulunmamaktadır. Halkın tamamen aktif kullanımına açmak ve bu kullanımı sanat-kültür üretimi ile üst düzey verimliliğe taşımak bölgenin gerekliliği değil hakettiğidir. 31 mayıstan bugüne kadar Gezi Parkı’nda yaşandığı gibi her şeyiyle halkın kullanımı hedeflenmektedir. Bizim zihnimizde, düşümüzde Saraçoğlu Ankara’nın kurtarılmış eylem alanı, mücadele sahası ve düşün bahçesidir. Bu yeni kullanım denklemi Gezi Parkı’nda da olduğu gibi kent, ülke, dünya belleğinde yerini alacağı inancındayız. Tamamen halkın kullanımını amaçladığımız açık alanlar Gezi Parkı’nda öğrendiğimiz gibi sanatsal, düşünsel ve kültürel üretimin doğaçlama sergi alanı sahnesi ve paylaşım ağı olarak kullanılacaktır. Halk kendi çadırlarını ve panayırlarını evlerinden getirdikleri malzemelerle imece usulü kuracaklardır. Simgesel olarak kronolojik sıraya koyduğumuz etkinlikler/günler sadece örnek teşkil etmektedir. Belirli takvim, belirli biçim, belirli işlev tanımı artık bu alanlar için geçerli değildir. Halk hür iradesinin estiği gibi insan olmanın gerekliliklerini dışa vurabilecektir. Herhangi bir saldırı anında Ankaranın merkezi aksının işlemesini sekteye uğratacak güçte ve yakınlıktadır. Önerdiğimiz fikir tüm sokakların, caddelerin halkın eylem ve ifade alanı olmadığı manasına gelmemelidir. Fikrimiz Saraçoğlu Mahallesi’nin birleştirici ve yeniden eyleme dahil olma misyonunu öne çıkarmaktadır. Artık evler onlarca kişinin kullanımına değil yüzlerce kişinin tartştığı, öğrendiği, paylaştığı ve kendini geliştirdiği mekanlardır. Konut olmaktan öteye giden evlerde halk kitap okuyabilecek, resim yapabilecek ve sanatsal faaliyetlerde bulunabilecektir. Kısacası işlev şemasını oluşturmadığımız mekanlarda halk direnişini ve eylemini kendi doğaçlayacaktır.