Emre Arolat'ın Ekim 2003 tarihinde kaleme aldığı metin:
J. Urry, Consuming Places – Mekanları Tüketmek- metninde*, Turizm’in otantik değerlerin ve yaşam biçimlerinin yapay olarak yeniden üretilip uygun fiyatla paketlenerek “gelişmiş” Batılılara sunulması olduğunu iddia eder.
Sanayileşmeyle birlikte kentlerde gelişen doğadan kopuk yeni yaşam tarzının, kentsel alanda, banliyölerde ve kırsal alanda yarattığı değişim incelenirken; bağlantılı olarak, yerlerin tüketilmesini düzenleme ve teşvik etmeye yönelik olarak gelişen hizmet sektörünü; bu tüketim pazarının giderek gelişmesiyle yerlerin, buralarda yaşayan ahalinin ve doğal çevrenin nasıl dönüştüğünü ve yeniden yapılandırıldığını ortaya koyar.
“Gelişmiş” Batı’nın, “el değmemiş”e olan kibirli ve modernist merakı sonucu, bir zamanlar tarımsal üretim ve doğaya ev sahipliği yapan kırsal alanın, seçkinlere ve orta sınıf maceracılara hizmet için kurulmuş bir doğal ortam simülasyonuna dönüştüğünü gösterir. Kapitalizm, bir dizi tarihsel durumdan geçti: Liberal, örgütlü ve örgütsüz. Bunların her birinin, seyahat ve turizmin belirli bir hakim konfigürasyonuna eşlik ettiğini gördük. Kapitalizm öncesi toplumlarda ise, seyahat biçimi, “örgütlü bir keşif”ten ibaretti.
Kapitalizmin ilk evresi olarak adlandırabileceğimiz liberal dönem, zenginlerin bireysel seyahatlerinin ağırlıkta olduğu bir devirdi. Daha sonraki “örgütlü kapitalizm” dönemi, “örgütlü kitle turizmi”nin yaşam bulduğu bir süreç oldu. Çılgınca yaşadığımız “örgütsüz kapitalizm” döneminin ise “turizmin sonu” olduğu yönünde ciddi iddialar var.
Bu iddianın sahipleri, artık turizmin hiçbir yerde olmadığını, yine de her yerde varlığını koruduğunu belirtirler. Örgütsüz kapitalizm, kültürün, tüketimin, küreselin, yerelin ve çevre kaygısının egemenliğini gerektirirken, aynı zamanda bunların hepsi çağdaş seyahat ve konukseverliği de nitelendirmektedir. Örgütsüzleşmiş kapitalizm, özgüllüğün dağılması nedeniyle turizmin çağdaş toplumsal ve kültürel yaşantıyı ele geçirip örgütlediği çağ olarak değerlendiriliyor. İnsanlar, zamanlarının çoğunda, ya gerçekten devinen ya da çoklu göstergeler ve elektronik imajların inanılmaz akışkanlığı aracılığıyla simüle edilmiş devinimi yaşayan turistlerdir.
İmaj satın almak olağanüstü yaygınlaşmıştır ve bu, görsel malın satın alınıp tüketilmesinin artık turizme özgü pratiklerle sınırlı olmadığı anlamına geliyor. Neredeyse toplumsal yaşamın tüm yönleri estetikleşmiştir. Bunun anlamı, görsel tüketimin pek çok farklı bağlamlarda ve kültürlerde oluşabildiğidir. Paradigmatik bir örnek alırsak, Kanada’da West Edmond alışveriş merkezinin tanıtım materyali bunu çok açık biçimde göstermektedir:
Bir hafta sonu ve aynı çatı altında… Disneyland’ı, Malibu Beach’i, Bourbon Street’i, San Diego Zoo’yu, ve Beverly Hills’teki rodeo gösterilerini ziyaret etmeyi düşleyin… kendi türünde dünyanın en büyük alışveriş kompleksi olarak gösterilen Alışveriş Merkezi, 110 dönümlük bir alanı kaplamakta ve 628 mağaza, 110 restoran, 19 tiyatro… 19 kat yüksekliğinde bir cam kubbesi olan beş dönümlük bir su parkını içermektedir… Merkezin dört denizaltı ile eksiksiz kılınmış yapay gölünü düşünün…
Fantasy Hotel, odalarını çeşitli izleklere ayırmıştır: Bir kat klasik Roma odalarını, bir başkası “1001 Gece” Arap odalarını, Polinezya odalarını… barındırmaktadır. “Yeni orta sınıflar”ın, bu tür tüketim rollerinde başı çektikleri görülmesiyle birlikte, son yıllarda görsel tüketim olağanüstü biçimde yaygınlaşmış ve kapsamlı hale gelmiştir. Bu durum, toplumsal ve kültürel “farksızlaşma” olarak adlandırılan durumu yansıtmaktadır.
Modern dönem, dikey ve yatay farklılaşma dönemiydi; her birinin kendine özgü değerlendirilme yaklaşımları ve tarzları olan, yüksek ile aşağı kültür, bilim ile yaşam, yüce sanat ile popüler zevkler gibi çoklu ayırımlar taşıyan, çok ayrı kurumsal, normatif ve estetik alanların gelişimini içeriyordu.
Postmodernizm ise ayrımsızlaşmayı içerir. Her bir alanın ve onları yönlendiren ölçütlerin ayırt ediciliğinde bir dağılma yaşanır. İletişim araçlarının ve gündelik yaşamın estetikleşmesinin etkileri yaygınlaşırken bir iç patlama oluşur. Kültürel alanların yüceliği giderek azalır. “Yüksek kültür”den alışveriş mağazalarının olduğu “yüksek cadde”ye doğru bir kayma vardır. Kültürel nesneler ile onları izleyenler arasındaki kimi ayrımlar dağılır. Ve sonuçta postmodernizm temsiliyetler ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırır, çünkü göstergeleri ya da imajları giderek daha çok tüketiyoruz.
Görsel tüketimin önemi, West Edmonton Alışveriş Merkezi’nde rastlanan başka-yerdeliğe ait kentsel peyzajlar gibi “temalı” ortamların üretimine yönelik yaygın eğilimde görülebilir. Özellikle Dünya Bankası, Inter-American Kalkınma Bankası, Birleşik Devletler Kalkınma Programı, Amerikan Eyaletleri Örgütü ve Avrupa Birliği gibi uluslararası kuruluşların rolü nedeniyle, bu tüketici seçenekleri çeşitliliği, dünyanın her yerinde, ziyaret edilebilen olağanüstü sayıdaki ülkede de görülebilmektedir.
Şimdilerde, Britanya’da bile, olağanüstü tatil seçeneklerine rastlanmaktadır. Yabancı Düşmanı Hafta Sonları, Mahmur Tatili, Cinayet Hafta Sonları, Futbol Hafta Sonları, Grantham’de Sıkıcı Hafta Sonları gibi..
Ve sonuç olarak son birkaç onyılda, ziyaret edilen müzelerin çeşitliliğinde de inanılmaz bir artış olmuştur. Auschwitz’de kalem müzesi, Bergen’de cüzam müzesi, Amsterdam’da seks müzesi, Londra’da diş müzesi, Nelson Mandela’nın kaldığı tutukevi hücresini içeren Robben adası müzesi… Bu seçenek artışı, kısmen tüketicilerin geliştirdiği bazı direniş türlerinden köklenmektedir. Özellikle nüfusun daha varlıklı kesimini oluşturan gençler açısından, tüm tüketicilere görece benzer biçimde davranıldığı kitle tatillerinin popülerliği azalmıştır.
Paketleşme ve standartlaşmayı kapsayan “eski turizm”den, bölünmüş, esnek ve kişiye göre ayarlanmış “yeni turizm”e doğru bir kaymadan söz ediliyor. Sonuçta seyahat ve turizm, modern ve postmodern özneyi dönüştürmektedir. Bu durum, yeni ulaşım teknolojileri, toplumsal olarak örgütlenen seyahatin yeni biçimleri, estetik bir düşünümün –reflexivity- artışı, seyahat endüstrisinde “yorumlama”nın gelişimi, tüketimin doğasındaki değişimler ve “turizmin sonu”yla ilişkili olarak gösterilmiştir.
Çağdaş özne kaçınılmaz olarak zamanının çoğunu turist pratikleri dediğimiz şeyle geçirir. Postmodernitede toplumsal ve kültürel yaşamın çoğu alanı ayrımsızlaştırılır. İşte tam da bu nedenle, turizm hiçbir yerdedir, yine de her yerdedir. Post-Fordist tüketim döneminde, tüketiciler giderek egemen duruma gelir ve üreticiler çok daha fazla tüketici-yönelimli olmak zorundadır. Tüketici seçimlerinin büyük değişkenliği, daha az yinelenen ziyaretleri getirirken, alternatif görünüm ve çekiciliklerin çoğaltılmasını zorunlu kılar.
Tüketici deviniminin artışı, iletişim araçlarında alternatif tatiller ve çekiciliklere ilişkin çok daha fazla enformasyonu gerekli kılar. Tıpkı “Minicity” projesinin kuruluş motivasyonları içinde bulunan alternatif çekicilikler gibi. lk kapsamlı örneği, Hollanda’da 1950’lerde, yani günümüzden yarım yüzyıl önce kurulan bu tür minyatür kentlerden, çeşitli ülkelerde, 50 kadar örnek bulunuyor. Son örnekse İstanbul’daki “Miniatürk”.
Düzenleyicileri tarafından, “çokkültürlülüğü küresel pazara sunan, tasarlanmış bir turistik mekan” olarak tarifleniyor. Kullanıcılarının iki ana gruptan oluştuğu düşünülebilir.
Birincisi İstanbul’un yerlisi olmayan, yurtdışından veya Türkiye’nin başka bölgelerinden gelen turistler.
İkincisi ise İstanbul’da yerleşik olan, kendisini İstanbullu olarak gören veya görmeyen kullanıcılar. Bu parkların eğitici yönlerinden yarar uman kullanıcılar da salt meraklılar da her iki grubun içinden çıkacaklar.
Antalya Minicity’nin kurulacağı yer, yaklaşık 55 dönüm büyüklüğünde ve kent içindeki konumu ona ticari bir avantaj sunuyor. Zira bu alan, Antalya’nın gelişmekte olan “yeni kültürel merkez”inin tam içinde. Hem eski merkezden, hem Kemer yönünden, hem de Alanya yönünden kolayca ulaşılabiliyor.
Tasarım fikrinin ana ölçütlerinden birini, düşündükçe sancıya dönüşen sıkı bir paradoks oluşturuyor. Bir “işletme” dayatması olarak, Minicity’nin tüketici turistin dikkatini çekmesi, bilindik hale gelmesi, hatta ünlenmesi, işaretleşmiş bir anıta dönüşmesi istenirken, aynı zamanda da “iç” ile “dış”ın görsel ilişkisinin kopması gerekiyor. Tasarlanan, aynı anda hem mahfuz, hem de kışkırtıcı olmalı.
Başlangıçta karşıtmış gibi görünen bu motivasyonlar, birbirlerinden koşullanarak beslendikçe ve kişisel olarak çok önemsediğimiz bir başka ölçütle birleşince tasarım fikri usulca ışımaya başlıyor:
Bu parkta, sergilenen birçok ürün var ve “mimari” bu ürünlerin kendi varlıklarından daha baskın olmamalı. Olabildiğince kendisini yok etmeli, geride kalmalı. Özel parkı kamusal alandan ayıran ara yüz, bildik yapısal kodlardan arınmalı. Hemen vasatlaşma tehlikesini gözeterek, tüm kolay tüketilenlerin akıbetini unutmadan..
Ana yaklaşım, güney yönünden. Ziyaretçi girişi buradan olacak. Bu girişin dışında kalan bölümlerin de parkın dışarıdan görülmesini engelleyecek biçimde kapatılması gerekiyor. Parkın ilk algısı bağlamında, “kapatılan”dan çok, “kapatan nesnenin kendisi” öne çıkıyor. Bu nesnenin nasıl forme edileceği, parkın 200 metre uzunluğundaki güney yüzü hesaba katıldığında, daha da çetrefil bir mesele olarak beliriyor. Hem “kapatma” hem de “örtme” zorunluluğu ile biçimlenerek kendi spesifikliğini oluşturan bir kabuk, ana yapı elemanını oluşturuyor. İç’teki kapalı mekanların arka yüzü zaman zaman yırtılarak kabuğun geçirgenliğini sağlıyor.
İç mekanların önündeki güverte-teras, iç’teki ilk sirkülasyonun da örgütleyicisi. Güverteye ulaşım ise, gezinti senaryosunun ilk ayağı olan bir tünelle sağlanıyor.
İklimsel özellikleri, Antalya’yı, gündüz çok “ışıklı” bir kent haline getiriyor. Bu coğrafyanın kalıcı ve geçici kullanıcıları – Antalyalı’lar ve turistler- gün içinde ister istemez bu çok ışıklı ortamı yaşıyorlar. Bir açık hava müzesi olması itibarı ile, park da aynı ışıklı atmosfere sahip. Karanlık ve serin tünel, alınan yapısal önlemler ile, ziyaretçiye daha işin başında bir “kopma” olanağı sağlıyor. Gezinti senaryosu da bu kopma ile eşzamanlı olarak başlıyor.
Tünel içindeki dijital medya, bir yandan iç’teki dünyaya ait ipuçlarını hazırlarken diğer taraftan da izleyiciyi bir enformasyon bombardımanı ile baş başa bırakıyor. Karanlığa gözleri yavaş yavaş alışan ziyaretçiler, bu loş ambiyans sayesinde, “hikaye” ile dolaysız ve konsantre bir ilişkiye giriyor. Şimdi artık, deniz, güneş, plaj ve kumsaldaki animasyonların yerini “başka türlü” bir performans almıştır. Mimari mekan bu başka-türlülüğe sadece aracılık ediyor. Bu, kendi kensini yok ederken, performansı forse eden bir aracılık durumu.
İlk enformasyon bombardımanından nasibini alan ziyaretçi, tünelin sonunda, bu kere, içteki maketler dünyasına yukarıdan bakabileceği güverteye ulaşıyor. Az eğimli bir rampa ile, maketler bölgesine iniyor ve hikayenin devamı olan bu dünya ile yüzleşiyor. Önceden tasarlanan bir senaryoya uygun olan güzergahı kat ediyor. Arada bazı gereksinimlerini karşılayabileceği bir “nefeslenme” yeri var. Güzergahın sonunda yeniden güverteye ulaşıyor. Az önce izlediği hikayeyi sindirirken, diğer gereksinimlerini gideriyor, ayırıcı ve örtücü kabuğun altında kalan mekanlarda ve sadece o mekanlardan ulaşılan dış platformlarda tüketmeye devam ediyor.
Yukarıda özetlenen mimari kurgu ve bu kurgunun forme ettiği yapısal mekanlar, burada oluşacak senaryoya sadece bir “aracı” olabilir. Başka bir deyişle, bu tür motivasyonlar içeren bir mimarlık, ancak kendisinin hazırladığı kabuğun içinin, sıkı bir konteksle doldurulması şartıyla anlamlanacak. Zaten giriş bölümünde özetlemeye çalıştığımız “yeni turizm motivasyonları” da, yarım yüzyıl öncesinin ölçütleri ile kurulmuş bir Madurodam örneğinin çok ötesinde, farklı ve bugüne ait bir bağlamın içerilmesini elzem hale getiriyor.
Alternatif görünüm ve çekiciliklerin tasarlanması, bu parkı benzerlerinden bir kademe öteye götürecek ve spesifikleştirecek. Hız, devinim, değişebilme gibi özelliklerin “dijital medya” ile görselleştirilmesi, deneyimlerin dönüştürülebilmesini olanaklı kılacak. Kalıcı ve geçici olanın, sanal ile gerçek olanın, aydınlıkla karanlığın, akışkanla durağanın, antik ile modernin, bu konteks üzerinden yaratılma potansiyelini taşıyan gerilimin, bu parkı ünikleştirebileceği umuluyor. Kurgunun yavanlaşmadan tamamlanması, projenin bu aşamasında, mimar tasarımcı ile birlikte çalışması, yön vermesi ve dolaşım senaryosunun ortaya çıkmasında katkı koyması söz konusu olacak başka bir belirleyicinin varlığına bağlı. Zira sözü edilen senaryonun sofistikasyonu, mimari formasyonunun ötesinde, bir donanımı zorunlu kılıyor. Mimar tasarımcı, bu noktada geri çekilecek, bekleyecek ve hikayenin sonu için meraklanacaktır.
Bu hikayenin hiçbir zaman onun düşlediği derinliğe ulaşamayabileceğini de hissederek…
*Mekanları Tüketmek John Urry, Ayrıntı Yayınları 1999 Özgün adı: Consuming Places. Routledge/1995