Ayasofya yapıldığı günden beri İstanbul’un kalbi olarak atmaya devam etmektedir. Akan kanlar dönemine göre değişmiş olsada, o değerini hiçbir zaman kaybetmedi. Kimi zamanlarda değeri toplumun gözünde normalleşti ve unutulmaya başlasada olan olaylar sonucunda her zaman hayata dönmeyi başardı. Ayaklanmalardan, istilalardan, savaşlardan ve daha nicesinden kurtulan Ayasofya bu dinamizmin içinde yaşamına devam etmektedir.
Ayasofya Türkiye’nin kuruluşundan bugüne güncel siyasetin içinde önemli bir konu başlığı olarak yer almaktadır. Yapının müze, kilise ya da camii olmasından öte tartışmalarda her kesim için sembolik önem taşımaktadır. 2020 yılı içinde hükümet sembolik değeri tüm dünya halkları için önemli olan bu mabedi tekrardan camiye dönüştürme kararı almış ve 24 Temmuz 2020’de yapı ibadete açılmıştır. Böyle önemli yapılar dünya genelinde de güncel siyasetin haklı yada haksız kararlarına göre şekillenmektedir. Mimarlığın görevinin bu tartışmalardan bağımsız, mabedin özgün mimari kimliğine zarar vermeyen tasarım çözümleri ile gelecek nesillerinde yapıyı deneyimlemesine olanak sağlaması olduğu kanaatindeyim. Yapılacak tasarımdaki dokunuşlar da bu özgün kimliği ortaya çıkartması ön planda olacaktır.
Yapılan bu çalışmada ana amaç Ayasofya’nın kimliğini, mütevaziliğini, yaşanmışlıklarını ve çevresini gelecek nesillere daha iyi korunmuş ve gelişmiş şekilde nasıl aktarılabileceğini inceledim. Bu çıkarımların sonucunda da tasarımımı yönlendirdim.
Günümüze ulaşan Ayasofya inşaa edildiği döneminden biraz da olsa farklı bir hale dönüşmüştür. Aslında bu dönüşümler sayesinde günümüze kadar korunarak ulaşabilmiştir. İstanbul’un yöneticileri Ayasofya’ya kendilerinden bir parça katmak istemiştir. I. Justinianus’un inşa ettiği Ayasofya Kilisesi Fatih’in İstanbul’u fetih etmesiyle artık Ayasofya Camiisine dönüşmüş ve ilk eklemlenmelerini yaşamıştır. Bunlar minareler, medrese, imaret gibi parçalarla bir külliye haline dönüşmüş ve Osmanlı’nın merkez Camiisi ortaya çıkmıştır. II. Selim’in özel sevgisi sayesinde Mimar Sinan’ın minareleri, kubbesi ve türbeleriyle yeni bir hale daha dönüşen Ayasofya, Sultan Abdülmecid’in Osmanlı’nın batılılaşma sembolüyle içini ve dışını Fossati kardeşlerine emanet etmiş ve günümüze bu güzelliğin erişebilmesine sebep olmuştur. Fossati kardeşler burayı yeniden canlandırmış ve etrafına Darülfünun gibi yapılar inşaa edip Ayasofya’yı restore etmişlerdir. Cumhuriyet döneminde toplum tarafından terk edilen ve unutulan bir mekan haline dönüşen Ayasofya Atatürk tarafından müzeye dönüştürülerek ömrüne ömür katmış ve tüm dünyanın mirası haline gelmiştir. Ayasofya her dönem yaşayan eklemlenen bir dinamik yapı özelliğini her zaman sahip olmuştur. Bu dinamizm bir soru doğurmaktadır. Tarihler içinde hep eklemlenen ve dönemini yansıtan bu eklerin yanına neden günümüzü yansıtan bir yapı daha eklemlenmesin?
Ayasofya tarihi boyunca bu topraklara sahip olan imparatorlukların merkezindeki bir sembol olmuştur. İnşaa edildiğinden beri ana işlevi ibadet olarak kullanılmış olsada sahip olduğu mana ve kimlikler bundan hep daha yücedir. Her toplum bu yapıyı kalbine sığdırmış ve bir şekilde bağ kurmuştur. Bunun en büyük etkiside Bizans’ın ve Osmanlı’nın burayı bir ibadet veya yönetimin sembolü dışında anlamlar eklemesine bağlayabiliriz. Ayasofya tarih boyunca ibadet kimliği yanında bir çok farklı kimliğe sahip olmuştur. Bizans döneminde taç giyme törenleri, Osmanlı döneminde halkı bilgilendirme hutbeleri, İşgal yıllarında mitingler, halka seslenişler ve mevlütler Ayasofya’nın siyasi kimliğini oluşturmaktadır. Bunun yanında Ayasofya medresesi ve sıbyan mektebi buraya eğitim kimliğini kazandırmıştır. Yapıldığı tarihten itibaren İstanbul’a gelen herkesin ziyaret ettiği kültürel dokunun bir parçası ve kültür kimliğini içine almıştır. Cumhuriyetle birlikte sahip olduğu müze kimliği tüm dünya vatandaşlarının mekanı haline gelmesini sağlamıştır. Bunun yanında Osmanlı döneminde gündelik hayatın merkezinde insanların vaktini geçirdiği bir sosyal merkez haline gelmiştir. Sahip olduğu bu kimlikler fark edilmemiş olsa da Ayasofya’yı oluşturan kollar ve bir bütünün parçasını oluşturmaktadır.
Ayasofya ve çevresi Suriçinde bir bütünün parçasıdır. Kendisi bir tarihi odak noktası olsada insanların dağılımı bu yöne akış şeklindedir. Başlangıç noktası yerine ulaşılan bir vaha olarak hep buraya bir yönelim söz konusudur. Yönelim noktaları ve bağlar Bab-ı Ali, Eminönü, Cankurtaran, Beyazıt ve Kapalıçarşı etrafından bir akışla can bulmaktadır.
Ayasofya’ya ulaşım iki merkez noktadandır. Bunlar Eminönü limanı ve Beyazıt tramvay ve transfer noktasındandır. Fakat Ayasofya’nın turist ve kullanıcıları alış noktası sadece Beyazıt aksından gelenlere doğru bir yönelim sunmaktadır. Genel turist akıntısı tam tersi noktadan Eminönü’ndendir. Bu da etrafındaki diğer bağlantı yollarını işlevsiz ve değersiz hale getirmektedir.
Ayasofya’ya ulaşan yanlış yaya aksı, tarihi alanların trapez levha duvarlarla örülmüş olması, niteliksiz beton zemin alanlar çevresinde birçok ölü alanın oluşmasına neden olmaktadır. Aslında bu ölü alanlar Osmanlı-Bizans tarihinin önemli ve bilinmeyen özelliklerini insanlara açmak için büyük bir iştahla beklemektedir. Doğru giriş-çıkış ve aks düzenlenmeleriyle etrafının tekrardan eski günlerine dönüşmesi kaçınılmaz bir durumdur.
Ayasofya birçok kimliğe sahip olmakla birlikte etrafı bir o kadarda kimliksiz halde ve değersiz bir alanlar bütünü olarak topluma hizmet etmektedir. Ayasofya ve çevresi, kimliğini yansıtacak ve bütünleşecek bir hale gelmesi tasarımımın ana hedefi olarak tercih ettim. Ayasofya’nın müze, siyasi, sosyal, kültürel ve eğitim kimliklerinin yansımasını külliyenin dışındaki potansiyeli yüksek mekanlarla birleştirilecek noktalar tercih ettim. Bu sayede Ayasofya’nın çevresinin ölü durumu ve bağlamından kopukluğu kimlik meselesi sayesinde tekrardan bir bütüne dönüştürülmesini hedefledim. Bu noktalara, siyasi kimliği yansıtacak “Fikir ve Düşünce Meydanı”, sosyal kimliği yansıtacak “Yeni Park/ Sosyal Alan”, eğitimi yansıtacak “Ayasofya Bizans-Osmanlı Enstitüsü”, müze kimliğini yansıtacak “Kalıcı Fossati Sergisi” ve alanın kültürel kimliğini geliştirecek “Sultanahmet Arkeo Parkı” sayesinde alan birbirine bağlanmış ve dokuyu kuvvetlendirmiş hale gelicektir.
Dokunuş Noktaları
– Ayasofya Meydanı
– Sultanahmet Arkeoloji Kazı Alanı
– Ayasofya Medresesi ve Çevresi
– Ayasofya Hediyelik Eşyacı Alanı
– Ayasofya Üçyüzlü Çeşme ve Çevresi
Ayasofya uzun yıllardır güney cephesinde niteliksiz ve tamamiyle geçiş mekanı olarak kullanılan bir meydana sahiptir. Geçmişinde bu meydan yaşayan, insanların toplandığı, İstanbul’un işgal yıllarında mitinglerin yapıldığı ve devletler tarafından halkın bilgilendirildiği bir alandı. Tasarımda kaybedilen bu kimliğin tekrardan canlandırılmasını amaçladım. Ayasofya Fikir ve Düşünce Meydan’ı olarak adlandırılan bu alan içinde insanların kendi düşüncelerini özgürce dile getirebilecekleri sahneler peyzajla zenginleştirilmiştir. Bunlara ek olarak Ayasofya İstanbul’un en fazla turist ve insan çeken noktasıdır. Sahip olduğu bu global yapısı, bir fikrin ve düşüncenin tüm dünya ile paylaşılabileceği nadir noktalardan biri olmasını da peşinde getirmektedir. Bu şansıda her yıl planlanması düşünülen Fikir Pavilyonlarıyla dünyadaki problemlenlerin bu pavilyonda dile getirilmesi, insanlara anlatılması ve etkinliklerin düzenlenmesi ile alanın potansiyelini tekrardan açığa çıkartacağına inanmaktayım. Sahip olduğu siyasi kimliği Ayasofya’nın meydanıyla bütünleşip tüm Dünya’ya bir eğitim veren noktaya dönüşmesi amaçlanmıştır.
“…Büyük mimarlarımız ise, daima eserlerinin yanı başında, birkaç çınar veya serviyi eksik etmezlerdi; gür yaprağın tezadı onların en güzel terkiplerinden biriydi…”
Ahmet Hamdi TANPINAR
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı romanında İstanbul bölümünü anlatırken açtığı bir başlık vardır; “İstanbul’un ağaçları”. Geçmişimiz bu ağaçların manalarıyla bütünleşmiş semtlerimizle, mevsimlerin habercisi olan ağaçlarla, bulunduğu yeri sembol eden, mesela yoğun bir çınar ağacı topluluğu görürsek oranın ibadet yeri olması, tekil görürsek yanında tarihi bir çeşmenin bulunmasıyla şekillenmiştir. Dönemin mimarlarının bilinçli olarak seçtiği küçük dokunuş geleneği günümüzde unutulmuş durumdadır. Ayasofya Düşünce ve Fikir Meydanındaki “Sahne”lerde insanların kendi fikirlerini özgürce dile getirebilecekleri insanlarla temas edecekleri yerler olması için tasarlandı. Sahneler farklı işlevlere göre ayrıldı ve bu ayrılmalar İstanbul’un geleneğinde olan özel ağaçlarla tanımlı bir hale getirildi. Küçük bir dokunuşla ağaçlar tekrardan manalarına uygun şekilde sahnelerle bütünleşip organik bir bağa sahip oldular. Meydandaki ağaçlar kimliklerine ek olarak, İstanbul’da yetişen ve iklimine uygun olan ağaçlardan tercih edilmiştir.
Ayasofya’nın eskiden sahip olduğu sosyal merkez kimliğini tekrardan hayata geçirmek için külliyenin yanındaki niteliksiz yeşil alan külliye sınırları içine alınması planlanmıştır. Buradaki niteliksiz cafe yıkılıp sahip olduğu tarihi çeşmeyle etkileşimi yükselticek ve eğimi kullanan bir doğal amfi inşaa edilmiştir. Bu amfide toplanmalar küçük etkinlikler ve buluşmalar yapılabilmesi ön planda tutulmuştur. Ayasofya haziresinin sahip olduğu yeşil potansiyel arttırılarak küçük ve büyük bağlantı yollarıyla alanın sirkülasyonu kuvvetlendirilmiş ve Ayasofya’ya yeni girişler tanımlanmıştır.
Ayasofya’nın günümüze ulaşabilmesinde en etkili olan kişiler Fossati kardeşlerdir. Ayasofya’nın restorasyonu ve çevresinin tekrardan düzenlenmesini sağlayan ve burada iz bırakmalarının anısına Fossati kardeşler için kalıcı bir sergi düşünülmüştür. Ayasofya Meydanı’ndan Topkapı Sarayı’na doğru giderken Ayasofya’ya bağlı olan hediyelik eşyacılar tarafından işgal edilen alanı kalıcı sergi için düşünülmüştür. Odaların bağlantısı ve sahip oldukları sirkülasyon sorgulanarak tek bir parça haline dönüştürülmüştür. Serginin duygusal bağını güçlendirmek için giriş ve çıkışlar Fossati kardeşlerin tasarladığı “Darülfünun” karşısında konumlandırılmıştır bu sayede iki alanın etkileşimi arttırılmıştır.
Uzunca bir süredir kapalı halde bulunan ve çoğu turistin varlığından bi haber oldukları Sultanahmet Arkeo Parkı tekrardan yeni giriş ve çıkış tanımlanmalarıyla açılması planlanmıştır. Ayasofya’nın Kültürel kimliğinin bu alana yansıtılması sağlanmıştır. Kazı alanın sahip olduğu Büyük Bizans Sarayı kalıntısı, Khalke Kapısı, Bizans Bazilikası, Darülfünun yapısı yeni yürüyüş yollarıyla hem Topkapı Sarayı’na, hem Ayasofya’nın yeni giriş ve çıkışlarına bağlanmıştır. Ayasofya Düşünce ve Fikir Meydanından gelenlerin direk geçişi ön planda tutulmuş ve alanın bütüncüllüğü pekiştirilmiştir. Tasarım sirkülasyonu gelenekselin dışına çıkıp kullanıcıların deneyimi güçlendirecek ve kalıntılara inip yakın deneyim sunulması sağlanmıştır.
Ayasofya tarihi boyunca çok dinamik ve yaşam dolu bir yapı olmuştur. İlk yapıldığı halinden birçok farklılığa sahip olması onun her dönemde daha çok benimsenmesine ve yaşadığı topluluklarla bağının kuvvetlenmesine yardımcı olmuştur. Latin İstilası döneminde eklenen payandalar, Osmanlı döneminde eklenen minareler, külliye yapıları, imaret, medrese, şadırvan gibi yapılar eklenerek Ayasofya’yı sadece ibadet mekanı olarak kalması engellenmiş ve yeni bir merkez haline gelmesi sağlanmıştır. Dinamik yapısı akıllarda şu soruyu doğurmaktadır. Her dönem de bir eklenti yapıldıysa günümüzde neden yeni bir eklenti yapılamasın? Ayasofya Bizans Osmanlı Enstitüsü tasarımıda bu sorudan doğmuştur. Sahip olduğu kimliklerinin tekrardan Ayasofya’da ve çevresinde hayata geçirilmesi ayaklarından biri olan bu yapı Ayasofya’nın eskiden sahip olduğu eğitim kimliğini tekrardan ön plana çıkartması düşünülmüştür. Medrese yapısının ana bina olup ek binanın kütüphane ve çalışma alanlarıyla desteklenmesi düşünülmüştür.
Yapının tasarımında ön planda tutulan şey olabildiğince sade, Ayasofya’nın önüne geçmeyecek ama bir o kadar da etkileyici olup Ayasofya’nın ve çevresinin tarihi dokusu ön planda tutulması düşünülmüştür. Seçilen lokasyonda Medreseyle aktif bir bağ kurabilecek aynı anda iç haziredeki kalıntıları ön plana çıkartacak olan Caferiye Sokak ve Soğukçeşme Sokak bağlantısında düşünülmüştür. Yapılan ek yapı sayesinde iki sokağında tekrardan canlanacağı ve yeni bir düğüm noktası olacağı düşünülmektedir. Sadece eğitimin yapıldığı bir mekan değil, aynı zamanda çevresinde de bir hayat kuran bir yapı olarak tasarlanmıştır.
Ek binanın tasarımı Korten çelik ana madde olacak şekilde çelik va camdan sade bir şekilde tasarlanmıştır. Kullanıcılar için iç ve dış mekan bağı kavramı bu sayede ortadan kaldırılmış ve tek bir büyük mekan olması sağlanmıştır. Yapıda 4 ana alan bulunmaktadır. Kütüphane, Çalışma ve Okuma alanı, Çok Amaçlı Salon ve Yarı Kapalı Kalıntı Seyir Alanından oluşmaktadır. Yapının etkileyici kısmı dış cephesinde yapılan oyun sayesinde olmuştur. Dış cephesi hareketli, kullanıcı ve tarihi doku arasında bağ kuracak şekilde düşünülmüştür. Hareketli panel sistem Korten çelik taşıyıcılar arasında 35x35cm sandviç panel tasarımına sahiptir. İki yüzeyli olan bu panellerin bir yüzeyinde kullanılmış masif ahşap parçası diğer yüzeyinde de ayna kullanılmıştır. Ahşap yüzeyin seçilmesi kullanıcıların burayla bir dokusal bağ içine girmeleri ön plana çıkarılmıştır. Ayna da etrafındaki tarihi dokuyu bir çerçeve içine alıp farklı vistalar sunulmasını sağlamıştır. Bu sayede cephe dinamik bir hal almış ve kullanıcılar üzerinde farklı etkiler sunmuştur. Ayrıca bir ekran taradından tasarlanmaya açık olan bu sistem kullanıcılar tarafından özel cephe kurgularına imkan sunmuştur. Ayna sayesinde yapının görünürlüğü azaltılmış ve Ayasofya’nın ön plana geçmesi tekrardan desteklenmiştir.