Mimari Proje Raporu
Şüphesiz yazının bulunmasından daha eski bir geleneğe sahip olan eğitme- öğrenme etkileşimi, yazının bulunmasıyla birlikte yavaş yavaş bir disiplin halini almış ve kurumsallaşmasının temellerini atmaya başlamıştır. İlk etapta olmasa bile bu kurumsallaşmanın bir sonucu olarak fiziksel örgütlenme gereği duyulmuştur. Daha sonraları ortaya çıkan uygarlık da gerek fiziksel örgütlenme gerek süreçlerini bu dönemdeki uygulamalardan miras almışlardır. Öne çıkan ekoller derinlemesine analiz edildiğinde bu benzerlikleri yakalamak zor olmaz. Ancak günümüzde bilhassa eğitimin bir sektör olarak görülmeye birlikte görülmeye başlanmasıyla birlikte, özellikle fiziki çevrelerin –sözüm ona- ‘verimli’ kullanılmak istenmesiyle beraber; eğitimin köklerinden gelen bazı gelenekleri ve gereklilikleri bir kenara atılmıştır. Bu kenara atılmışlık beraberinde bir yabancılaşmayı getirmiş ve eğitimi sadece zamana ve o zamanda bulunulan mekana sınırlamıştır. Bu sebeple eğitim kurumları birer apartman kesitli binalara dönmüş hatta apartmandan devşirilen üniversiteler bile ortaya çıkmıştır.
Bu manada, öne çıkmış eğitim sistemleri incelendiğinde, gerek Antik Yunan’ın ister gymnasium ister lyceum, ister stoa eğitiminde, gerek Hintlilerin Gurukul okullarında, gerek Çin eğitim geleneğinde, gerek ise daha sonraları gelen İslam ve Hristiyan öğretisinin mekanlarında karşılıklı etkileşimi arttıran ve eğitimi sadece bir hacime,bir zamana hatta bir mürebbiye bağlı kılmayan bir kurgunun öne çıktığını görüyoruz. Bu eğitim sistemlerin fiziksel örgütlenmesinde öne çıkan açık alanla ilişki günümüzde unutulmuşa benziyor. Gerek avluların, gerek yarı açık alanların gerekse ‘in-situ’ öğrenimin getirdiği ‘görerek’ mekandan ve birbirinden, ‘ deneyimleyerek’ çevreden ve doğadan , ‘ talim ederek’ bedeninden prensipleri eğitimin bir yöntemi olmaktan çıkarılmışlardır. Birbiri ile ilişkisi fazla olan Planlama, Mimarlık, Peyzaj ve Endüstriyel Tasarımı bünyesinde bulunduran Mimarlık fakültesi gibi bir işlevin mekanında bu prensiplerin vucud bulması elzemdir. Çünkü bu öğretiler, yalnızca bir öğretenden değil, karşılıkla iletişim ve görme ile birbirinden, mekandan, doğadan, çevrenden ve bedenden öğrenilen öğretilerdir. Bütün bu sebeplerle birlikte yapıda, avlu- avlu, avlu- yarı açık alan, yarı açık alan- yarı açık alan, kapalı alan- avlu, kapalı alan- yarı açık alan ilişklilerini sunan ve bu ilişkilerinin ilmik gibi örüldüğü, farklılıkları da içinde bulunduran bir tasarıma gidilmiştir.
İki kademeli bir orta avluyu saran/sınırlandıran/ kuran ‘kapalı bir arkad’ ile bu arkad ile çeşitli derinlik ve farklı özelliklerde ilişkiler kuran kütlelerden oluşan organizasyon mekan kalitelerini çeşitlendirmeyi amaçlamıştır. Bu kurguda, etkileşimin en yoğun olduğu orta avlu kademelendirilerek üst kotta idari, derslikler ve öğretim üyeleri gibi kütlelerin daha çok faydalanabileceği alt kotta ise tamamen stüdyoların ve gerek fakülte gerekse ünversitenin bütün öğrencilerin kullanımına bırakılmıştır. Kütlelerin içinde yer alan avlular ve atriumlar ile de daha sakin özelleşmiş, etkileşimin daha kontrollü tutulduğu 3. Boyutta zengin ve iklimsel avantajların sağlandığı alanlar ön görülmüştür. Bu dingin alanların çeşitli enstalasyonlar, heykeller gibi boşluğun kalitesini arttırıcı ve su ögeleri gibi peyzaj elemanları ile dinginleşip mekânsal kalitelerinin artması öngörülmüştür.
Kademeli avlu topoğrafyaya uyum sağlamanın dışında fonsiyonları da gruplayarak birbiri ile bağlamaktadır. Üst avluya açılan fonksiyonlar derslikler, öğretim üyelerinin odaları ve dekanlık iken, alt avluya açılan fonsiyonlar stüdyolar, atölyeler ve amfidir. Bu özelliği ile gece- gündüz kullanımını da ayırmaktadır. Üst ve alt kottaki fonksiyonlar gündüzleri beraber ve yoğun bir şekilde işlerken, üst kottaki derslikler, dekanlık ve öğretim üyeleri gibi fonksiyonların, geceleri daha az işleyeceği öngörülerek ayrılmış ve gece kullanımda ıssız, kullanımda boşluklar oluşturan ve gereksiz ısıtılan alanların önüne geçilmesi amaçlanmıştır.
Akdağ’ın (Babadağ) kuzey yamaçları eteklerinde, Büyük Menderes’in kolu olan Aksu çayına kavuşan derelerle hafifçe yarılmış bir plato üzerinde yer alan Denizli’nin kuzeydoğusunda bulunduğu sırtı kademe kademe eriten doğal bir oluşum olan Pamukkale’ye karşılık güney batısında bir başka sırtın sınırında yer alan kampüsün yamaca en yakın noktasına konumlanan fakültenin de bu minvalde şekillenmesi ve çevresiyle kurduğu ilişkiyi doğadan öğrenmesi amaçlanmıştır.
Kampüsle kurduğu ilişkiye gelindiğinde ise mevcut dolaşım omurgalarından beslenecek şekilde bir eklemlenme öngörülmüştür. Fakültelerin ve sağlık biriminin ana dolaşım aksı olan kuzey- güney yönelimi ile spor ve yurtlar bölgesindeki kuzeydoğu- güneybatı yönemli dolaşımını kesiştiren ve kaynaştıran bir peyzaj önerilmiştir. Fakülte binası ise mevcut ağaç dokusuna en az zararı verecek noktaya konumlandırılmıştır.
Kampüsün araçsız ana dolaşım ‘alle’si olan ve Cengiz Bektaş’ın tasarladığı yaya omurgası Mimarlık fakültesi binasının ‘kapalı arkad’ı için bir referans olarak alınırken, omurganın diğer binalarla kurduğu noktasal ilişki eleştirilmiş ve bunun fakülte yapısında daha çizgisel bir yapıda gerek yüzeysel gerekse hacimsel olması amaçlanmıştır. Fonksiyonların ayrılarak kütleselleşmesiyle oluşan bu kurgu aynı zamanda dış ile kurulan yüzey sayısını ve uzunluğunu da arttırarak doğal ışık kullanımı başta olmak üzere iklimsel bir avantaja dönüştürülmüş ve çevresiyle ilişkili olan yüzey sayısını artmasından dolayı farklı kalitelerde dış mekanlar üretmiştir.
Peyzajla ve çevreyle buluşmanın Akdeniz’in iki ucundan gelen prensiplerini kullanan bina aynı zamanda iç ve dış yönlenmeyi akışkan bir şekilde içinde eritmeyi amaçlamıştır. Kampüsün dışında bulunan dolmuş durakları ve yurtlardan gelen kullanıcıları, spor alanları ve göl ile çevresindeki açık alanın içinden geçirerek – aynen Antik Yunan’da Parthenon’un giriş kapısı olan Propylaea’nin, anıtsal olan yapıyı sunduğu gibi perspektif bir açıdan- binanın doluluğunu ve ritmini göstererek yaklaştırken, fakültelerin olduğu daha yoğun ve az açık alanlı kısımdan yaklaşan kullanıcılar için ise aksiyel (bi- dimensional)bir perspektifle beraber boşluğu, derinliği ve gölgelerin yarattığı merakı sunuyor. Bir başka deyişle boşluktan gelene dolu yüzünü, doluluktan gelene ise boşluğunu gösteriyor.
Akdeniz havzasının, yaşam tarzından başka önemli bir ortaklık noktası ise mimari biçimlenmesidir. Bu biçimlenme topoğrafyaya, iklime, güneşe ve fonksiyona karşı sunulan bir cevap ve bu cevapların iç içe geçmişliğidir. Akdeniz mimarisinin gerek kent gerek bina ölçeğinde topoğrafyaya serilmesinin doğal karşılığı diye niteleyebileceğimiz Pamukkale ise bütün havza için bir imge, adeta doğal bir prototiptir. Bezemesi; kendisi, serilişi ve dokusu olan bu saf beyaz kütleler, aynen Pamukkale’nin veya bir Akdeniz yerleşiminin yaptığı gibi gökyüzünün mavisi ile peyzajın toprak ve yeşil tonları arasına bir ara bölge olarak giriyor. Geleneksel evlerin yakınlığı ve yalınlığı, işlevsel netliği, prizmatikliği, mantıklı, basit, anlamadığımız fakat göze düzenli gelen duruşu ve temiz netliği gibi benzerliklere öykünerek görsel ve hissel bağlar sağlıyor.
Araziyi işleyerek homojon görüntünün içinde farklılık yaratan bina aynen bölge mimarisinin kullanıcıların birbiriyle etkileşime girme tarzlarını belirlediği gibi fakültenin iç ve dış ile etkileşimi de belirliyor. Bina kendini, kampüsün kalanına yakın olan kısmında yer alan stüdyolar ve stüdyoların büyük açıklıkları ile sunarken, dağın sırtına yakın olan kısmında ise küçük hücrelerin olduğu oda oda mekanlar yer alıyor. Böylece modernizmin dışa açılması ile Akdeniz kapalılığını kaynaştırmayı hedefliyor. Bunu sadece kurgusal anlamda değil tactile (dokunsal) kalite ile de hedefliyor. Küçük pencere açıklıklarının olduğu üst kotta yerel bir malzeme olan beyaz traverten kullanılırken, stüdyoların olduğu alt kısımda ise kaba, işlenmemiş bir dokusu olan ağ (mesh) malzeme ile uzaktan bakıldığında homojen ve beyaz duran fakat yakından farklı dokular yaratıyor.