RÜYANIN MADDESİ
“Rüyanın Maddesi” projesinin konusunu; 2080 yılında salgın hastalıklarla baş edilemediğinden dolayı dışarı çıkmalarının yasak olduğu insanların dış dünyayı hissetmeleri adına, gerçek dünyayı deneyimleyerek insanlara sinyal aktarmakla yükümlü olan insanların cansız kopyalarının varlığı (bir nevi robotları) oluşturmaktadır. Bu kopyalar kişiye beş duyunun verilerini aktararak kişide görme, duyma, dokunma, tatma, koklama hislerinin oluşmasını sağlamaktadır. Bütün bu faaliyetler yönetici güçler tarafından izlenmektedir. Yöneticilerin veri tabanında her kullanıcının profili vardır ve herkesin kişisel bilgilerine erişebilmektedir. Takip ettiği hareketler neticesinde aldığı kararlar insanlara yarar sağlamak yönündedir. Bir bölgedeki hareket yoğunluğu incelenerek, o bölgede devamlı vakit geçiren insanların ihtiyaçları ve talepleri değerlendirilip, bunları karşılamak adına mekanlar sürekli olarak güncellenmektedir. Şehirlerin mimarı, insanların arzuları olmuştur. Projenin Taksim Meydanı’yla ilişkisi, pandemi döneminde devletlerin tavrı, 21. Yüzyıldaki büyük veri konularına aşağıda açıklık getirilecektir.
Taksim Meydanı geçmişten günümüze dek birçok değişiklik yaşamıştır. Bu bölgenin tam anlamıyla meydan olmasının en önemli adımı Cumhuriyet Anıtı olmuştur. Anıt binaları çevrelemiştir ve meydana bir kimlik kazandırmıştır. (1) Geçmişte; Talimhane’de ve Meydan’da gösterilerin ve kutlamaların başlamasıyla, gerçekleştirilen yürüyüşlerle, Taksim Meydanı günümüze dek “toplanma alanı” olarak gelmiştir. Gezi Parkı’nın yapılması, Kristal Gazinosu’nun kaldırılması, Tarlabaşı Caddesi’nin açılması, AKM’nin yapılması meydanın şeklini belirlemiştir. Meydanın etrafında beliren sosyo-kültürel yapılar landmark niteliği taşımaktadır. Binaların simgeselliği Taksim’in karakterini oluşturmuştur.(2) Tüm bunlara bakıldığı zaman, Taksim Meydanı’nın günümüzdeki durumunun sorununun çevresinden kopuk bir biçimde boş bir alan olarak kalması olduğu gözlemlenmiştir. Alanın çevresindeki çok yönlü ulaşım olanakları sayesinde, alanda sürekli olarak insan akışı vardır ve meydanda olan kullanıcı yoğunluğunun nedeni bir yerden bir yere varma ihtiyacından ibarettir. Bu bağlamda projede; Taksim Meydanı’nda zaman geçirebilecek, sohbet edebilecek, Gezi Parkı’nın kullanımı artıracak müdahaleler yapılmıştır. Çevresindeki Atatürk Kültür Merkezi’nin önemi düşünülerek 2080 senaryosuna göre insanların arzuları neticesinde Taksim Meydanı’nın kültür-sanat noktası haline dönüştürülmesi olumlu görülmüştür. Bu nedenle, çevredeki yapıların hiçbirine müdahale edilmeyerek boşluklar değerlendirilmiş ve sokak sanatçılarının, ressamların, sergilerin konumlandığı bölgeler oluşturulmuştur. Fiziksel bir müdahaleye girişilmesinden daha çok, “insanlara olanak verildiğinde bir meydanın biçiminin oluşumunda nasıl rol oynayabilirler” sorusu gündeme getirilmeye çalışılmıştır.
Projedeki yönetici güçler tarafından gözetlenme tutumu günümüzdeki duruma eleştiri niteliğindedir. Günümüzde ortaya çıkan korona salgınında sağlığımızı korumak açısından hükümetler üzerimizde daha fazla söz sahibi olmaya başlamıştır. Bu noktada güven sorunu akıllara gelmektedir. Teknolojinin ilerlemesiyle beraber gözetim sistemleri gelişmiş, insanların gizliliğini yitirmesi kolaylaşmıştır. Bu duruma örnek olarak, salgın döneminde olası bir tehdidi belirleyebilmek adına nereye gidildiğini takip eden cep telefonuna indirilen uygulamalar verilebilir. Depolanan bilgilerimiz big datayı(büyük veri) oluşturmaktadır. Bilgilerimize birçok endüstri dalı erişerek kendilerini büyütmektedirler. Salgın hastalık durumunda iktidar-halk arasında bir güven bağı ihtiyacı doğmuştur. Bu noktada şüpheli olan durum krizin geçmesinden sonra elde edilen bilgiler ile ekstra totaliter rejimlerin ortaya çıkma tehlikesidir. (3) Esasında, nasıl ki salgın hastalıklar yeni bir şey değilse iktidarın salgın hastalıklarda insanların faaliyetlerini kontrol etmeye çalışması durumu da yeni bir şey değildir. Veba salgınında da yönetici güçler tarafından halk disipline edilmeye ve denetlenmeye çalışılmıştır. Gelişen teknoloji imkanları ile bu durum gelecekte giderek kolaylaşacaktır. Foucault, bu tutumun nedenini “Veba dönemleri, disipliner iktidar uygulamasının ideal olarak tanımlanabileceği deneme süreleridir.” Olarak açıklamıştır. Ona göre; hukukçular ve devlet teorisyenleri nasıl ideal kanunlar tasarlayabilmek için doğa durumu diye bir şey tahayyül ettiyse, yöneticiler de mükemmel bir disiplini işletebilmek için veba durumunu düşlemişlerdir. Foucault’ya göre esas önemli nokta da budur– liberal bir yönetimsellikte, bu türden bir sorun algısına dayanan risk yönetimi bireylerin disiplinine dönüşecek kadar ileri gitmemelidir, çünkü bu, sistem açısından vazgeçilmez olan bireysel özgürlüğün altını oymak anlamına gelir. Bir başka deyişle, “çok fazla yönetmek, hiç yönetmemek demektir.”(4) Bu noktada, özne-iktidar ilişkisini irdeleyebilmek için ilk kez Focault’nun kullandığı “biyopolitika” kavramını incelemek gerekir. Foucault için biyopolitika; nüfusu ekonomik bir kaynak olarak gören, insan bedenini de siyasete dâhil eden bir iktidar biçimidir (biyoiktidar). İnsan, siyasetin öznesi değil nesnesi durumundadır artık ve bedeniyle vazgeçilmez bir siyasi strateji malzemesidir: Nüfus sayımları, aile planlaması, sansür, kameralar, anketler… Cinselliğin Tarihi’nde Foucault’ya “En ufak hakikat kırıntısı bile siyasal koşullanmaya tabidir,” dedirten, biyopolitikanın ta kendisidir.(5) Foucault burada, 18. yy’dan itibaren gelişmeye başlayan kapitalizmin, ilk olarak iş gücündeki üretici kuvveti sosyalleştirdiğini belirtmekte ve bu sosyal kontrolün bireylerin üzerinde sadece ideoloji veya bilinçle değil aynı zamanda bedenin içinde ve bedenle olabileceğini vurgulamaktadır. Bu yüzden kapitalist toplumda beden her şeyden önemlidir. İktidar ise bireyi kategorize ederek kimliğine bağlayıp zaruri bir hakikat yasası empoze etmek suretiyle günlük yaşamına müdahalede bulunur. Böylelikle iktidar, bireyi özne haline getirir. İster denetim ve bağımlılık aracılığıyla olsun, isterse de vicdan ya da öz bilgi aracılığıyla olsun boyun eğdirilen birey özneleşmektedir.Yani Foucault, özneyi yönetilen ve kontrol edilen birey anlamında kullanmaktadır. Bu durumda, iktidar ve özne arasında ilişkinin kopamayacağını dile getirmiştir. Ona göre iktidarı kurumsal bağlar içerisinde birkaç alanda özneyi kontrolü altına alan bir yapı olarak görmek yetersizdir; çünkü iktidar rutin hayat akışına, öznenin zihnine ve eylemlerine etki eden bir kurumdur. Dahası, iktidar her yerdedir ve süreklidir. Her yerde oluşu da her şeyi kapsamasından kaynaklanmamaktadır. Zira iktidarın kaynağı her yerden geliyor oluşundadır. Nitekim hiç kimse iktidarın baştan sahibi değildir. O zaman farklı şekilde ifade etmek gerekirse devlet, yok sayan ve tümünün veya bir grubun çıkarlarını maksimize eden değil; bireyselleştiren, insanları verili tecrübelerin özneleri haline getiren ve kendi empoze ettiği kimliğe bağlayarak denetim altına alan bir iktidardır. Kapitalizmin etkinliğinin artmasıyla insanların tüketim toplumunda bir nesne haline gelişi, iktidarın nüfus üzerindeki bedensel kontrol etkinliğini arttırmasıyla mümkün olmaktadır. Bu denetim ve müdahale nüfusun biyopolitikasıdır. Artık iktidarın öldürme fonksiyonu yerini, teknolojiyle birlikte yaşamı kuşatma görevine bırakmıştır. İletişim ve enformasyon teknolojilerinin gelişmesi iktidarın gözetleme-izleme imkânlarının artmasına olanak sağlamıştır. (6)
Tabi tutulduğumuz anketler, sokaklarda bizi gözetleyen kameralar, konumuzu takip eden uygulamalar akla “kendimizden vermediğimiz ne kaldı” sorusunu getirmiştir. Neredeyse görünmeyen bilgi yığınında bize ait olan veriler bir araya gelse bizi oluşturabilir. Bu düşünceden hareketle bizim yerimize yaşayan cansız kopya fikri oluşmuştur. Hisler bir şeyin aracılığıyla duyulduğu için akıllara sahtelik sorununu getirebilir. Bu durumda, senaryonun ilham kaynaklarından biri olan Aldous Huxley’in kaleme aldığı Cesur Yeni Dünya’dan bahsetmek faydalı olacaktır. T modeli ve seri üretimi bulan Henry Ford’un ilahlaştırıldığı yeni dünyada aile ve ebeveynlik kavramları yoktur, çiftleşme barbarca görüldüğü için bebekler kuluçka merkezinde döllenme şeklinde oluşmaktadır. Daha doğmadan sınıflandırılan bebekler katı kast sisteminde yerlerini bulmaktadır. Yazgılarının sevdirilmesi için uykularında oldukları sınıftan mutlu olmaları öğütlenmektedir. Bu şartlandırma neticesinde herkes kaçınılmaz yazgısı ile mutlu olacaktır. Güçlü duyguların oluşmasını engellemek adına aşk, evlilik gibi kavramlar yoktur. Sürekli olarak yöneticiler tarafından halka hediye edilen “soma” hapları insanın mutlu hissetmesini sağlamaktadır. (7) Distopya içinde yaratılan bu ütopya, ideal yaşam biçimi yöneticiler tarafından sağlanırsa peşinde koşulacak değerin mutluluk mu yoksa özgürlük mü olduğu sorusunu akıllara getirmektedir. Mutluluğu sağlamak için, proje senaryosunda insanların arzuları neticesinde mimari pratik gelişmektedir. İnsanlar şehirlerdeki değişimin bir parçası olarak izlerini bırakabilir. Mahremiyetin ihlal edildiği bu senaryoda vazgeçeceğimiz ve kazanacağımız değerlerin karşılaştırılmasının düşünülmesi proje ile teşvik edilmeye çalışılmıştır. Özgürlük mutluluk için yeterli midir ve ideal yaşama biçimi üçüncü şahıs tarafından belirlenebilir mi? Hayatta iz bırakmanın önemi nedir ve insanlar birbirini ne şekillerde etkileyerek bir toplumu ve şehri var ederler? Bu sorular projenin alt metnini oluşturmaktadır. Projenin adını aldığı rüyanın maddesi meselesi Shakespeare’in Fırtına adlı oyununda geçip Cesur Yeni Dünya’nın adına da kaynak olmuştur. Her zaman bütünlüğe ulaşmak isteyen ve arzulamaktan vazgeçmeyen insanlık için tekrar alıntı yapacak olursak: “Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmışız biz.” Buraya rahatlıkla şunu da ekleyebilirmiş: “ve kabusların da.” (8)
Kaynakça