Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim görevlisi Aykut Köksal ile İstanbul'un ulaşım projelerini, Tarihi Yarımada'yı ve kente dair pek çok konuyu konuştuk.
Konumuz Tarihi Yarımada diyerek Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim görevlisi Aykut Köksal ile buluştuk. Tarihi Yarımada’yı konuşurken söz Osmanlı modernleşmesinden Prost’a, restorasyonlara, Marmaray’a kadar geldi. “10 yıl sonra bugün gördüğümüz Tarihi Yarımada’yı göremeyeceğiz” diyen Köksal: “Marmaray uzun vadede etkisini gösterecek ama Avrasya Tüneli Projesi Tarihi Yarımada’da çok kısa vadede ciddi bir tahribat yaratacak. O proje lastikli araçların da karşı yakadan Tarihi Yarımada’ya gelmesine neden olacak. Tarihi Yarımada’nın, surların denizle ilişkisini tümüyle koparırken, kentin Marmara’dan görülen profilini de bütünüyle tahrip edecek” dedi. Söz Köksal’da!
Aykut Köksal: Tarihi Yarımada’da olan bitenin iki ana başlık içinde ele alınmasının doğru olduğunu düşünüyorum. Bu başlıklardan birini kısa süreçte sonuçları ortaya çıkan müdahaleler oluşturuyor. Diğeri ise tahrip edici sonuçları kısa vadede değil orta ve uzun vadede ortaya çıkan, kentte önemli dönüştürücü dinamikleri harekete geçiren müdahaleler. Bu ikinci grup müdahaleler özellikle ulaşım projeleri üzerinden gerçekleşiyor. Birincisinin çok önemli olduğu sonuçlarıyla ortada. İkincisinin ise Tarihi Yarımada’nın bugüne kadar ulaşabilmiş olan yapısını, karakterini belirli bir süre sonra tamamen ortadan kaldıracağını düşünüyorum. Kentin dönüşümünde temel rol oynayan etkenlerden birisi ulaşım planlamasıdır. İstanbul’un yakın tarihine baktığınız zaman açılan yollardan, Boğaz köprülerine, çevre yollarına kadar verilen bütün ulaşım kararlarının kenti önemli ölçüde değiştirdiğini görürsünüz. Bu bağlamda bugün karşı karşıya olduğumuz durumu ele almadan önce şu soruyu sormak gerek: İstanbul’un nüfusu 17 milyona geldiği halde Tarihi Yarımada nasıl oldu da karakterini koruyabildi? Bu oldukça şaşırtıcı bir durum. Normal olarak bir metropolün nüfusu 17 milyona dayanmışsa tarihsel merkezin çehresinin de tümüyle değişmiş olması gerekirdi.
Bunu görebilmek için Osmanlı modernleşmesine bitişik olarak İstanbul modernleşmesinin 19.yy’dan itibaren nasıl bir kentsel değişime yol açtığına bakmak lazım. Osmanlı modernleşmesi İstanbul’da merkezin Tarihi Yarımada’yı terk edip kuzeye doğru tırmanmasıyla kendisini gösterir. Daha 19. yy’ın ortasında 1850’lerde, bir yandan Galata Köprüsü’nün yapılması öte yandan sarayın Topkapı Sarayı’nı terk ederek karşı yakaya kuzeye Dolmabahçe’ye taşınması, Galata Köprüsü’nün yapılmasından bir süre sonra Karaköy ve civarının kentin yeni finans kapital merkezine dönüşmesi, başka bir deyişle modernleşme dinamiklerinin Galata ve çevresine odaklanması, kentin daha sonraki gelişmesinde belirleyici etmenler oldu.
Oldukça anlaşılır bir nedeni var. Osmanlı modernleşmesi bir batılılaşma hareketidir. Kentin her zaman Batı’ya açık olan yüzü Galata, Pera ve çevresi olmuştur.
Evet. Merkezin kuzeye tırmanması Galata’dan Pera, Taksim oradan Harbiye, Şişli, Büyükdere Caddesi, Maslak hattına kadar bugüne ulaşıyor. Bu aynı zamanda Haliç’in kuzeyinin topografik sırt çizgisini oluşturan çizgidir. Kentin kuzeye doğru tırmanmasını sürdürmesinde Boğaz köprülerinin de rolü oluyor. 1973’te 1. Boğaz Köprüsü o tırmanmayı Levent’e, Büyükdere Caddesi’ne doğru götürüyor. İkinci köprünün yapılmasıyla da birlikte merkez iyice kuzeye Maslak’a doğru kayıyor.
Modernleşmenin getirdiği yeni merkezin oluşumunun kuzeye uzanan eksen üzerinde gerçekleşmesi sayesinde Tarihi Yarımada yapısını koruyabiliyor. Marmara Denizi’nden baktığınız zaman merkezin nereye gittiğini kolaylıkla görebilirsiniz. Tarihi Yarımada kendi siluetini sürdürürken, Büyükdere Caddesi üzerinden Maslak’a yani kuzeye doğru uzanan çizgi, gökdelenleriyle alabildiğine farklı bir siluet oluşturur.
Fotoğraf: Hüseyin Gökçe
İstanbul’u tarihi boyunca tehdit etmiş olan iki tane büyük afet var. Birisi yangın diğeri deprem. Sivil mimarlık ahşap olduğu için yangınlar İstanbul’da çok büyük tahribata yol açıyordu. Yangınların, Marmara kıyısından Haliç’e kadar büyük alanları yok ettiğini görüyoruz. 19.yy’ın ortalarına kadar yanan yerler aynı yöntemlerle, yani mevcut sokak dokusu ve ahşap yapı geleneği korunarak yeniden inşa ediliyordu. Modernleşme ile birlikte yanan alanların imar planları yapılmaya başlandı. Bunun ilk örneği Aksaray’da 1850’lerde yapılmış olan imar planlamasıdır. Burada amaç, İstanbul’un yangınlara müdahaleyi zorlaştıran, çıkmaz sokaklarla dolu organik dokusu yerine, ulaşımı kolaylaştıran ızgara planlı modern bir planlama gerçekleştirmekti. Yangınların çıkmasına ve yayılmasına neden olan ahşap yapılar yerine kagir yapıların zorunlu kılınması da modernleşmenin uzantısı olarak ortaya çıktı. 19. yy’ın ikinci yarısında yangın alanlarının bu anlayışla yeniden düzenlendiğini görüyoruz. Ne var ki, önce savaş yılları, ardından Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte yeni başkentin Ankara olması, 20. yy’ın ilk yarısında Tarihi Yarımada’da yangın alanlarındaki imar hareketlerinin son derece yavaşlamasına neden oldu. Genç Cumhuriyet imkanlarını Ankara’ya seferber etmiş, 19. yy’da nüfusu 1 milyona dayanmış olan İstanbul 20.yy’ın ilk yarısında nüfusunun önemli bir bölümünü kaybetmişti.1930’larda İstanbul tam bir harabe kent görünümündeydi.
1936’da Prost İstanbul’a geldiğinde karşısındaki meselelerden biri İstanbul’un nasıl yeniden canlandırılabileceğiydi. Prost, bu yüzden, İstanbul’un dinamiklerini harekete geçirecek müdahaleler yapmak istiyor. Dinamikleri belirleyen müdahalelerin ulaşım üzerinden yapıldığını söylemiştik. Prost -daha önce Fas’ta yaptığı gibi- kentin büyümesine, yayılmasına yönelik çalışmalar yapmak yerine, İstanbul’un mevcut sınırları içinde yoğunlaşmasına yönelik bir planlama politikası izliyor. Çünkü karşılaştığı kent büyüyen değil küçülen bir kent. Prost’un bir gelecek vizyonuna sahip olmadığını burada söyleyelim. Bir şehircilik uzmanının, İstanbul gibi, büyük bir jeopolitik öneme sahip olan, tarih boyunca iki imparatorluğa başkentlik etmiş bir kentin yok olup gitmeyeceğini görmesi lazımdı. Bir geçiş dönemiydi, imkanlar Ankara’ya seferber ediliyordu ama eninde sonunda modernleşme dinamiklerinin İstanbul’a odaklanacağını vizyon sahibi birisinin görmesi gerekirdi. Prost bunu göremedi. Prost, kentin nasıl gelişeceğine, nasıl büyüyeceğine ilişkin bir planlama stratejisi oluşturmalıydı, ne var ki “bu kent ölüyor, nüfus büyük oranda düşmüş, ben bu kenti nasıl canlandırırım” diye düşündü. Ama 1950’de İstanbul’u terk edip gittikten sonra kent yeniden büyümeye başladı.
Prost’un Tarihi Yarımada için önerdiği, dönüşümü ve yoğunlaşmayı sağlayacak olan yollar Prost buradayken hayata geçmiyor, Menderes tarafından, 1950’lerin ikinci yarısında hayata geçiriliyor. Menderes’in imar hareketi, büyük oranda, Prost’un İstanbul Nazım Planı’nın kararlarından oluşur. Nitekim 1957’de Prost’u “bak senin düşündüklerini hayata geçirdik” diye çağırıyorlar. Sonuç olarak bir yandan kentin nüfusunun artması, bir yandan da açılan yeni yolların ulaşımı kolaylaştırmasıyla, Tarihi Yarımada’daki tarihsel doku yeni bir yapılaşma ile karşı karşıya geliyor. Ne var ki, merkezin kuzeye tırmanması sürdüğü için, Tarihi Yarımada -yeni yapılaşmaya karşın- ölçeğini, karakterini koruyabiliyor. Bu arada yol dokusunun geleneksel yapısı da korunabiliyor.
Bir konuda Prost’un hakkını verelim. Kentin siluetini çok önemli buluyor. Ne var ki kentin ahşap sivil mimarlığını çok önemsemiyor, hatta sıradan bir mimarlık olarak gördüğünü, modernleşme süreci içinde onun değişmesi gerektiğini düşündüğünü söylemek yanlış olmasa gerek. Ama özellikle Bizans yapılarına çok önem veriyor. Öğrencilik yıllarından Ayasofya üzerinde çalıştığını biliyoruz. Osmanlı’nın anıtsal yapılarına da önem veriyor ama bunu yaparken çağdaş bir korumacılık anlayışı taşıdığını söyleyemeyiz. Çağdaş korumacılık anlayışı anıtsal yapıların çevresel bağlamlarıyla birlikte değerlendirilmesini talep eder. Prost ise bu yapıların etrafını açmayı seçiyor. Ama, yaptığı en önemli işlerden birinin, kentin siluetinin korunabilmesi için belirlediği zorunlu kot çizgisi olduğunu söyleyebiliriz. Kuşkusuz İstanbul’un siluetinin korunmasında bunun önemli bir payı var. Ancak şunu da unutmayalım ki yükseklik kodu nasıl belirlenmiş olursa olsun, eğer kentin modernleşmesi Tarihi Yarımada üzerinde bir baskı yaratsaydı, buna yönetmelikler, yasalar falan işlemezdi. Kentin dinamikleri hiçbir zaman yönetmeliklerle değiştirilemez. Ben “yönetmelikle burayı koruyacağım” diyemezsiniz. Yönetmelik bir gecede değişir. Bir sürü örneğini de günümüzde görüyoruz. Sonuç olarak gerek siluetin korunmasında, gerekse de yangın alanları dışında kalan yerlerdeki sivil mimari örneklerinin, geleneksel yol dokusunun ve ölçeğin korunabilmesinde, merkezin daha 19.yy’da yarımadayı terketmesinin büyük bir rolü var. Ne var ki, bugün İstanbul, bu korunabilmiş olan özelliklerini yitirme tehdidi ile karşı karşıya.
Asıl mesele bu zaten. Önce, Marmaray’ın İstanbul’un tarihi boyunca verilmiş en önemli ulaşım kararı olduğunu söyleyelim. Ne var ki, iki yaka arasında yolcu taşıma kapasitesi bu denli yüksek olan bir ulaşım sisteminin transfer merkezi Tarihi Yarımada’nın tam ortasında yer alıyor. Bu, Avrupa’nın en önemli transfer merkezi. Düşünebiliyor musunuz, 17 milyonluk metropolün transfer merkezi “bir mücevher”in ortasında. Bu, “züccaciye dükkanına fili sokmak” demektir.
Bir merkez olarak cazibesini yitirmiş olan Tarihi Yarımada’nın cazibesini yeniden kazanması demektir. Önemli bir çekim alanına dönüşmesi demektir.
Artık iş merkezleri için tercih edilen yerlerden biri, Tarihi Yarımada olacak. Bir iş kursanız, İstanbul’un her noktasından 10 dakika olan yere mi kurarsınız yoksa ulaşım sorunları olan yere mi? Ortaya çıkacak olan yeni talepler, ne kadar karşı koymaya çalışsak da, bütün Tarihi Yarımada’yı yeni bir yapılaşmayla karşı karşıya bırakacaktır. Bu yapılaşma kentsel strüktürü tahrip edecek, anıtsal yapıların bağlamla, çevreyle kurduğu ilişkiyi, ölçeği ortadan kaldıracaktır. İstanbul ile ilgili verilen koruma kararları da zaten bu sürece imkan verecek niteliktedir. Aslında “Tarihi Yarımada” bütünsel olarak korunması gereken bir antitedir. “Şurası daha az korunabilir” denemez. Ama ne yazık ki Tarihi Yarımada’nın koruma planına baktığınızda inanılmaz bir fragmantasyon görüyorsunuz. Farklı koruma değerlerine sahip alanlara bölünmüş durumda yarımada. Böyle bir koruma olmaz. Bir de, İstanbul’un görünmeyen yapısını, tarihsel topografyanın en önemli öğesi olan yol dokusunu koruma nesnesi olarak tanımlamazsanız Tarihi Yarımada elinizden gider. Marmaray’ın İstanbul’un üzerinde yaratacağı en büyük tehlike budur. Her ne kadar uygulanmayacağı baştan bilinse de, Yenikapı transfer merkezi için açılan yarışma bu tehdidi azaltmayı hedefleyebilirdi. Başka bir deyişle o yarışmanın programı oluşturulurken ana hedef Tarihi Yarımada’nın korunması olarak belirlenebilirdi.
Transfer merkezi, ulaşım açısından düğüm noktası işlevini yerine getiren bir mekân olarak çözülürken “yer”le yani Tarihi Yarımada’yla ilişkisi en aza indirgenebilirdi. Ulaşım açısından önemi metropoliten ölçekte olan transfer noktasının, Tarihi Yarımada ile ilişkisi aslında zorunsuz bir ilişkidir, bu yüzden transfer noktası bir “yer” olarak yarımadadan soyutlanabilirdi, böylece Marmaray’ın Tarihi Yarımada üzerinde yaratacağı baskı en aza indirgenmiş olurdu.
Fotoğraf: Hüseyin Gökçe
Marmaray uzun vadede etkisini gösterecek ama Avrasya Tüneli Projesi Tarihi Yarımada’da çok kısa vadede ciddi bir tahribat yaratacak. O proje lastikli araçların da karşı yakadan Tarihi Yarımada’ya gelmesine neden olacak. Tarihi Yarımada’nın, surların denizle ilişkisini tümüyle koparırken, kentin Marmara’dan görülen profilini de bütünüyle tahrip edecek. 10 yıl sonra Tarihi Yarımada’ya baktığımızda bugünkü Tarihi Yarımada’yı göremeyeceğiz. Tarihi Yarımada bütünüyle, bir metropolün herhangi bir noktasında bulunan bir “yok-yer”e (non-lieu’ye) dönüşecek.
Bugüne kadar Tarihi Yarımada’ya yapılan en sert, en büyük müdahaledir. İnanılır gibi değil. Tarihi Yarımada’nın tarihten kalmış olan çizgisini değiştiriyor. Bunun hangi koruma kurulundan nasıl geçtiğini benim aklım almıyor. Bana gelen bilgi yanlış değilse, koruma kurulu “burası Tarihi Yarımada’nın sınırları dışında yer alıyor, onun için bizi ilgilendirmez” demiş. Şaka gibi. Bugün yürürlükte olan koruma ilkelerine göre, korumaya alınmış bir yapının çevresindeki yapılaşma bile etki alanı içinde değerlendirilir. Bir tarihi yapının etkilenme alanını kabul ediyorsunuz ama Tarihi Yarımada’nın kıyı çizgisinin ötesi bizi ilgilendirmez, orası deniz diyorsunuz.
Ne yazık ki kentsel dönüşüm alanları da Tarihi Yarımada’yı tehdit ediyor. Sulukule’nin genellikle sosyal boyutu üzerinde duruldu ama bir de bunun ötesinde yeni yapılanmanın yarattığı vahşet var. O da sosyal boyutu kadar önemli. İnanılmaz derecede kötü, kentin çeperlerinde çok sayıda benzeri olan kötü bir “site projesi” getirildi, Tarihi Yarımada’da, surların dibinde, güzelim Mihrimah Camisi’nin yanı başına yerleştirildi. Bundan korkunç bir şey düşünemiyorum. Bu diğer kentsel dönüşüm alanlarında bizi nasıl bir tehlikenin de beklediğini gösteriyor. Bir başka konu da, yarımadada cephelere uygulanan sözde-neoklasik cepheler. Bu cepheler yerel yönetim tarafından öneriliyor, dahası talep ediliyor. Ne olduğu belirsiz silmelerden, profillerden oluşan sözde-neoklasik cepheler… Bunun ne İstanbul ile, ne 19. yy modernleşmesi ile, ne Tarihi Yarımada ile ilgisi var. Yarımadanın binalarını kitsch’e dönüştüren inanması zor bir uygulama.
Koruma literatürüne Tekfur Sarayı ile “Saray Tamamlama İnşaatı” diye yeni bir kavram hediye ettik. Bu dünya tarihinde bizler tarafından koruma literatürüne hediye edilmiş yeni bir kavram. 11. yy’dan kalma bir Bizans yapısını, herhangi bir binayı onarır gibi tamir ettik, adını da “saray tamamlama inşaatı” diye koyduk. Üstelik bu uygulamanın danışmanları arasında “Bizans sanatı” uzmanı olduğu söylenen “akademisyenler” var…
En azından birkaç sağduyulu insan kalmışsa bunu gündeme getirmemiz lazım. İmrahor Camisi ya da Bizans dönemindeki adıyla Studios Manastırı İstanbul’un suriçinde yer alan en önemli manastır komplekslerinden birisi. Bunun da ötesinde, daha sonra camiye çevrilmiş olan İmrahor Camisi, mimarisiyle de eşsiz bir yapıdır. İstanbul’da bulunan erken dönem bazilikal planlı tek kilisedir. Bazilika planimetrisi antik çağdan Bizans’a ulaşan bir tiptir. İmrahor Camisi’nde sütün başlıklarından arkitravlara kadar Geç Roma’dan Erken Bizans’a geçiş karakterini görebilirsiniz. Bu yapı yıllar boyu çeşitli yangınlarla, depremlerle karşılaştı ve bugüne geldi. İmrahor Camisi’nin korunması gerek mimarlık tarihi, gerekse de İstanbul’un tarihsel topografyası açısından son derece önemli bir mesele. Titiz bir araştırma ve konservasyon çalışmasıyla yapı ve çevresi bir arkeolojik sit olarak korunmaya alınmalı. Yeniden ibadet mekânı olarak işlev görmek üzere yapılacak bir tamamlama ve onarım, bu önemli yapının tümüyle yitirilmesi olacak, İstanbul’un eski eser kayıplarına bir yenisi daha eklenecek. Tabii şunu da söylemeliyim, rökonstrüksiyon projeleri Türkiye’de korumacılığın başına çöken bir felaket. Her yapı yeniden işlevlendirilemez. İmrahor Camisi bir arkeolojik site dönüşmüştür. Arkeolojik sit olarak korunması gerekir. Biz arkeolojik kalıntılardan yeni binalar yaratmak peşindeyiz.
Olmaz olur mu… Bir tek örnek vermek istiyorum. Taksim, Gezi olayları nedeniyle çok konuşuldu. Yerel yönetimin karşı çıkılan projesi ulaşımı yeraltına alıyordu, bir kısmı da uygulandı. Ne yazık ki bu kavramı ilk ortaya atanlar, 1980’lerde, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Mimar Sinan Üniversitesi’nin hocalarıdır. Programını onların hazırladığı yarışmada ödül alan projelerin ortaklığı ulaşımı yer altına almalarıydı. Taksim’in “yayalaştırılması”nı ortaya atan ne yerel yönetimdi ne de siyasetçiler. O projenin arkasında şimdi emekli olmuş olan hocalar vardı.