Mimarlar Odası Kocaeli Şubesi Yönetim Kurulu üyeleri İbrahim Türkeri ve Melis Aloğlu ile Kocaeli kentleşmesini, güncel kent ve mimarlık meselelerini ve Oda'nın kentle ilişkisini konuştuk.
İbrahim Türkeri: Gebze Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesiyim. Kocaeli Üniversitesi’nden mezunum. Yani bu şehirde mimarlık kimliğimi kazandım diyebilirim. Yüksek lisans ve doktoramı İstanbul’da yaptım ama bu şehirden ayrılmadım çünkü İzmit’i seviyorum. Mimarlık faaliyetime ve akademik çalışmalarıma buradan devam ediyorum. Öğrenciliğimden beri Mimarlar Odası’nın etkinliklerine katılıyorum, öyle bir bağım oluştu. Daha sonra da Prof. Kamuran Öztekin başkanlığa aday oldu ve yönetimde benimle beraber çalışmak istediği için yönetime girdim.
Melis Aloğlu: Doğu Akdeniz Üniversitesi’nden mezun oldum. Oda benim de öğrencilik yıllarımda girip çıktığım bir yer ama tamamen sosyal bir gelip gitme şeklindeydi. İbrahim’le aynı dönemde yönetime girme şansı elde ettim. Mezun olduğumdan beri ben de Kocaeli’de serbest mimar olarak çalışıyorum.
İbrahim Türkeri: Kocaeli’ye “Küçük İstanbul” derler ama İstanbul’dan farklılaşan çok yanı var aslında. Kocaeli topografik olarak çok güzel bir yer. Mesela siz İzmit’e İstanbul’dan geldiniz, yol güzergâhında dağları ve denizi birlikte görebildiğiniz ender coğrafyalardan biridir. Körfez’i var, Körfez buranın bir sahnesi. Körfez’in etrafında kümelenen yerleşmeler bütününden oluşuyor Kocaeli. Tek bir şehir gibi algılanıyor ama şehrin içinde başka şehirler var aslında. Mesela Gölcük’le İzmit birbirinden çok farklı yerleşmeler. Başiskele-Gebze, Dilovası-Değirmendere, bunlar hem kendi içinde sosyo-kültürel unsurlarıyla çok farklı yerleşmeler hem de bunların bütünü Kocaeli’yi oluşturuyor. Tam bir kıyı şehri aslında. Burası Nikomedia, Roma’nın başkenti, İstanbul’dan önce var olan bir yerleşme. Bugün herhangi bir yeri kazdığınızda tarihi bir dokuyla karşılaşmamanız imkansız. Bu katmanlar bu şehri oluşturuyor ve şehir bu katmanlar üzerinden okunabiliyor.
İbrahim Türkeri: Mesela D-100 karayolunun kıyıya paralel geçirilmesi bu şehirdeki bence en büyük kırılma noktası. Yanlış hatırlamıyorsam 1950-60’lı yılların mevzusu bu. O döneme kadar İzmit tam bir kıyı şehri. Halkevi’ne kadar kayıkların yanaştığını biliyoruz. Bu kıyı kenti kimliği kentin tüm kültürel kimliğine ve gündelik hayatına yansımış. Fakat 1960’lı yıllara gelindiğinde D-100 karayolu kentin kıyıyla ilişkisini kesecek biçimde konumlandırılıyor. İnanılmaz bir dolgu alan var. Kent kıyıdan uzaklaşıyor ve kara kenti özelliği göstermeye başlıyor. 99 Depremi’ne kadar da kentin içinden geçen demiryolu, kıyıya paralel konumlandırılan D-100 karayoluna öteleniyor ve eski demiryolu bugünkü yürüyüş yolu olarak organize ediliyor. Çok güzeldir mesela yürüyüş yolunda, çınar ağaçlarının arasında yürümek ama ben yürüyüş yolunun bu şehre zarar verdiğini düşünüyorum. İnsanlar gündelik hayatta yürüyüş yolunda gidip geliyor. Kara kenti ile ilintili bir davranış biçimidir bu. Halbuki burası bir kıyı şehri ama kıyıya ulaşılamıyor. Devasa üst geçitlerimiz var ama bu üst geçitler kentin kendi zemin sürekliliğinden gelen üst geçitler değil. Bunlar karşıya geçme eylemini sağlamak için yapılmış konstrüksiyonlar. Ve bunların konumlandırılmaları da bir önceki üst geçitlere göre yanlış ve aslında doğrudan ulaştırmıyor kıyıya. Karşıya geçiriyor ve sizin kat etmeniz gereken bir kara parçası daha var, dolgu alan. Bu insanların doğrudan yaşam kalitesine etki ediyor. Bu önemli bir şey. O dönemki fotoğrafları açıp insanların yüzündeki ifadeye bakın bir de günümüzdeki fotoğraflarda insanların yüzlerindeki ifadeye bakın. İnanılmaz bir mutsuzluk kaynağı bence.
Melis Aloğlu: Şehir Körfez etrafında ama düşündüğünüzde deniz sesini duyarak oturabildiğiniz bir yeriniz de yok. Anlatırken “deniz şehriyiz” diyoruz ama kesinlikle denizi göremiyoruz. Ankara’dan gelen bir arkadaşımı Marina’ya götürdüm ama otoparktan başka bir şey göremedi. Çünkü biz trafik problemimizi de denizin üstünde çözdük. Otopark yaptık o tarafa ve bağlantıyı iyice kestik.
İbrahim Türkeri: Mesela denizyolu ulaşımının sağlanması gerekiyor bu şehirde. Bununla birlikte kıyıda bir program yoğunluğu yok. Dolayısıyla bazen şunu da düşünüyorum: Evet, insanlar ulaşamıyor kıyıya ama ulaştığında ne yapabilir ki? Gündelik hayat içinde hangi programatik unsurlar ona eşlik edebilir? Ya da gece güvenliğini ne sağlayabilir? Şu anda belediyenin orada yaptığı en iyi iş otopark. Çünkü insanlar bunu dönüştürüyor. Gidip arabayla denizin kenarında, içeceklerini alıyorlar, çekirdeklerini alıyorlar, manzaraya karşı güneşin batışını seyrediyorlar, vakit geçiriyorlar. Bir şekilde durak noktası oluşturmuş oluyor. Ama kıyının diğer kısımlarında bir park düzenlemesi yapıp o parkın tam ortasına bir su öğesi koyduğunuzda yanı başınızdaki doğal su öğesine ihanet ediyorsunuz.
İbrahim Türkeri: Kocaeli kenti anlatılırken “sanayi şehri” denir. Özellikle 60’lı yıllardan sonra sanayileşme nedeniyle inanılmaz bir göç alıyor. Bu, kentin toplumsal yapısını da bir anda başka bir şeye çeviriyor. Her etnik gruptan, kültürel gruptan insanın bir araya geldiği küçük bir şehir düşünün. Bu inanılmaz bir zenginlik de yaratıyor. Burada Gümüşhanelilerle de karşılaşabiliyorsunuz Trabzonlularla da ve onlar kendi kültürlerini de buraya taşıyorlar. Bu birliktelik içerisinde İzmitliler azınlıkta kalıyor. Mesela burada İzmitliler Derneği var, İzmit’in içinde (gülüşmeler). Bu çok ilginç bir şey. İzmitliler kendi kültürlerini korumak için dernek kuruyorlar. Dolayısıyla mimari açıdan veya kent gelişimi açısından bakarsak çarpık kentleşme denen klişe tanımı kullanabiliriz. Sanayinin doğrudan burayı dönüştüren bir etkisinin olduğunu söylemek mümkün. Bir kere İzmit, İzmit’in üretmediği büyüklüklere maruz kalıyor. Mesela birden, İzmit’in köylerinden biri kadar bir tesisin burada kurulduğunu düşünün, tüm personeli ve fiziki çevresiyle birlikte geliyor. Tüm makinalarıyla, tüm atıklarıyla birlikte burada var olduğunu düşünün. Bunun, Liverpool örneğinde olduğu gibi şehri geliştiren bir yanı olmamış. Fabrikalar, sanayi tesisleri kadar bunlara hizmet vermek isteyen ve bunun ekonomisinden yararlanmak isteyen devasa AVM’lerle, İzmit çarşı gibi otantik, naif kullanıma sahip bir alan, birden tüketim kültürüne teslim oluyor.
İbrahim Türkeri: Biz 17 Ağustos günleri anma etkinlikleri düzenliyoruz. Geçen sene yürüyüş yolunda bir sergi düzenledik. Sergide o güne ait resimler yer aldı. Benim dikkatimi çeken şey şu oldu: İzmitliler o resimlere bakmadan geçiyordu. Çünkü bu şehrin insanları o depremi yaşadıktan sonra bir daha hatırlamak istemiyorlar. Bu çok depresif bir durum, psikolojik olarak bıraktığı bir iz var. Fakat bu şehir depremden ne kadar ders çıkardı, orası tartışılır tabii. Çok şey değişti, yapım yöntemi ve teknolojisi açısından da çok şey değişti. Bir kere hazır beton geldi. Bu açıdan betona güvenebileceğin bir yapım teknolojisi zorunlu hale geldi. Kıyıya yakın yerlerde çok katlı binalara izin verilmemeye başlandı. Doğrudan kent planlamasına ve mimariye etkisi olmuştur fakat depremden sonra insanların bir takım tercihleri de değişti diyebiliriz. Daha sağlam yapılmış yapılara yönelmek istiyorlar veya eski binalardan yani hafızalarından kurtulmaya çalışıyorlar. Depremden sonra şehir kendisini yeniden kurmak için bir fırsat yakalamıştı aslında. Ama bu fırsat ne kadar değerlendirildi, tartışılır. Bence kenti yeniden kurma fırsatını kaçırdık diyebiliriz.
Melis Aloğlu: Tabii biraz da yer kalmamasının etkisi de olabilir. Aslında doğu-batı yönünde büyüyordu şehir, Yahyakaptan mesela 99 civarında yapılmış bir bölge. Ama depremden sonra biz yukarıya doğru büyümeye başladık; üniversiteyi yukarı taşıdık, toplu konutları yukarı taşıdık. Sanayiden dolayı çok fazla dışarıdan gelen yaşayanımız var. Kısa süreli yaşayanımız var, fabrikalara gelip kısa süreli kalacakların konut sorununu toplu konutlarla çözüyorlar.
İbrahim Türkeri: Depremden sonra bir konut ihtiyacı oluştu ve bu ihtiyaç şehrin dışında, şehirden kopuk bir şekilde çözülmeye çalışıldı. Bu, insanları şehirden de koparıyor aslında. Kent yaşayan bir organizma, bu organizmanın dışında başka organizmalar büyümeye başlıyor ve bunlar kontrolsüz büyüyen organizmalar. Bir tarafta doluluklar var diğer tarafta boşluklar var, o boşluklar içinde yeniden doluluk üretilmeye çalışılıyor, bunlar arasındaki ilişkiler iyi kurulamadığı için yapılan parçacıl yerleşkeler kayıp ve kullanışsız yerlere de dönüşebiliyor.
İbrahim Türkeri: Tramvay bu şehre fazladan bir örüntü olarak eklendi. Bu şehir aslında trenle barışık bir şehir. Yürüyüş yolu eskiden demiryoluydu ve İzmit, bu makina ve demiryolu örüntüsüyle barışık yaşayan ve bunu yadırgamayan bir şehirdi. Fakat tramvay hattının mevcutta işleyen dokuya ani bir şekilde eklemlenmesi olumsuzluklar yarattı. Bir kere araç trafiğini sıkıntıya soktu, yaya trafiğini de aksattı. Mesela yürüyüş yolunda yürürken önünüze birden tramvayın çıktığını düşünün. Tramvay güzergahına baktığınızda da kentin yaralarına derman olmaktan uzak. Belki bir uzantısının kıyıya ulaştırılmasıyla en azından bu şehirdeki insanları kıyıya taşıyan bir araç olarak değerlendirilebilirdi. Kentin zaten karmaşık olan dokuları arasında gezinen ve onu iyice karmaşıklaştırıp yoran bir hat olarak eklemlendi bu şehre. Hafif raylı ama ağır bir etkisi var.
Melis Aloğlu: Trene İzmit alışkın ama bir yandan canını yakmış da. Şehrin orta yerinden geçen tren yolunda çok canımız yandı. Raylı sistemi tekrar şehrin göbeğine sokmak ve bunu yayadan hiçbir şekilde ayırmamış olmak “acılardan ders almadık mı?” dedirtmiyor değil. Evet, tren yolunu aşağıya aldık, şehrin içinden koparttık ama belediye binamızı oraya yaparak “tren yolunu aşın da aşağıda şehre devam edin” dedik. Belediye binasını oraya yapınca şehri yine ortasından demiryoluyla bölmüş olduk.
İbrahim Türkeri: Geçenlerde yayınlanan yazımda da değinmiştim. Halkevi önemli bir hafıza. Erken Cumhuriyet döneminin bu şehirdeki öncü yapılarından biri. Stratejik konumlanışı, kütle düzeni ve büyüklüğü, çevresiyle ilişkileri, kent hayatında bıraktığı iziyle bu şehirde önemli bir yapı. Önündeki durağa ve meydana ismini vermiş bir yapıdan bahsediyoruz. Anılarda yer edinmiş ve bu şehre tiyatroyu sevdirmiş. Seyfi Arkan gibi bir mimarın bu şehirde bıraktığı yapılardan biri. O dönemin sanat ve mimarlık anlayışının bu şehirdeki temsilcisi. Bu açıdan şimdiki durumuna bakarsak, sanki böyle bir hafıza yokmuş gibi bu yapının önemsizleştirilmesi, kendi zamansallığına terk edip onun restorasyona muhtaç hale bırakılması ilginç bir durum. Bu şehrin bu yapıya sahip çıkması gerekiyor. İlk kurulduğunda inanılmaz bir heyecanla yapılmış bir yapı. Cumhuriyet’in Tanıkları kitabında binanın açılışına dair bir fotoğraf vardır, büyük bir insan seli ve coşku olduğu görülüyor. Bugün biz kaç tane kamu yapısını büyük bir insan kitlesiyle, büyük bir coşkuyla karşılayarak şehirde kabul ediyoruz ve kaç tane kamu yapısının mimarını biliyoruz? O günlerin yerel gazeteleri incelendiğinde, bu yapıyı Seyfi Arkan’ın yaptığını, onun üslubuna yönelik bir atfın olduğunu, bu şehrin bu yapıyla nasıl değişebileceğine dair niyetleri doğrudan görebiliyoruz. Halkevi binası bakımsız ve eski işlevinden uzak bir yapı gibi görünse de hala diri ve kendi özelliklerini koruyan bir yapı. Mesela tramvay duraklarından birini oraya koymak durumunda kaldılar çünkü kentin düğüm noktası aslında. Umarım İzmit Halkevi hak ettiği değeri bulacaktır.
İbrahim Türkeri: Eskisi yarışmayla yapılmıştı. Tabi yarışmayla yapılması onun inanılmaz nitelikli bir yapı olduğunu göstermez her zaman ama kentin kabullendiği bir ölçekti. Tabii ki Valilik, programlarının yoğunluğundan dolayı yeni bir binaya ihtiyaç duymuş olabilir fakat şu anda yapılan Valilik binası sadece kendisi olarak var, kendisiyle birlikte bir şey önermiyor. Mesela bir önceki Valilik binasının duvarları yoktu. Hemen önündeki Uğur Mumcu Parkı’yla bütünleşen bir yapıydı. Ama şu an kamuya ait bir yapının kamudan duvarlarla ayrılması, sadece kapalı mekan kurgusundan ibaret olması, herhangi bir açık alan önermemesi itibariyle çok olumsuz yönleri var. Bu kente dahil olamamış bir yapı. Aslında konumu itibariyle çok da güzel bir noktada. Hemen önünde Perşembe Pazarı var. Bu alan mitinglerin de yapıldığı bir boşluk. O boşlukla ilişki kuramayan bir devlet yapısından bahsediyoruz.
Melis Aloğlu: O zaman belki devlet yapısının değişmesinden de bahsedebiliriz. Zamanında duvarlarla ayırmanın gerekmediği ama şimdi mümkünse ciddi bir biçimde korunması gerekliliğinden dolayı böyle bir yapı ortaya çıkmış olabilir.
Kocaeli Valilliği eski binası (solda), Kocaeli Valiliği yeni binası (sağda)
İbrahim Türkeri: Kocaeli’de muhatap olarak kabul edilen meslek örgütlerinden bir tanesi Mimarlar Odası. Yönetimi devraldığımız andan itibaren şöyle bir yol izledik: Biz kente ait durumları herkesle konuşmak istiyoruz. Baştan bunlara karşı çıkmak, bu muhatapları reddetmek yerine kentin tüm aktörleriyle bir araya gelmek istiyoruz. Kendi çapımızda başardığımızı düşünüyorum. Kentin tüm aktörleriyle görüşmeye çalıştık, onlardan da olumlu cevaplar aldık aslında. Bence şu anda bu saygınlığı da pekiştirdiğimizi düşünüyorum. Yerel yönetimlerle de bir araya gelebiliyoruz. Çok farklı düşünüyoruz, kente yaklaşım biçimlerimiz çok farklı ama onlarla bir araya gelip kente dair fikirlerimizi paylaşıyoruz. Yerel yönetimlerle bu bağları kurabiliyorsunuz ama bir yandan da kent işliyor. Yani bazen bu bağları kurmak da bir şey sağlamıyor. Kentte birtakım şeyler hızla değişiyor ve bunlara yetişmeniz lazım. Hepsine yetiştiğimizi söyleyemem ama elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Oda denilen oluşum üyelerin kendisi kadardır. Bir yönetim kurulu seçilecek ve her şeye yetişecek, bu mümkün değil.
İbrahim Türkeri: Bu şehirde iki tane üniversite var: Gebze Teknik Üniversitesi ve Kocaeli Üniversitesi. Ben GTÜ’de çalıştığım için GTÜ Mimarlık Fakültesi’nin Oda’yla bağı olabiliyor yaklaşık 1,5 saatlik mesafeye rağmen. Fakat hemen yanı başımızdaki Kocaeli Üniversitesi ile bağımız yok denecek ölçüde. Mimar akademisyenlerin Oda ile aralarında anlaşılamayan bir mesafe var. Tabii bu doğrudan öğrencilere de yansıyabiliyor. Öğrencilik dönemimde ilişki kurdum Oda’yla ve bugün buradayım ama şimdiden öğrencilerle bağ kuramazsak Oda açısından o jenerasyonu kaybederiz. Daha sonra yasal bir zorunluluk olarak görmeye başlıyor mezun olan arkadaşlarımız. Mesela biz Etkinlik İzi platformuyla birlikte “Mimarlarımız ve Mimarimiz” etkinliklerini başlattık. Can Çinici’yi ağırladık veya Cengiz Bektaş’ı davet ettik, birçok usta mimar ve akademisyeni bu şehirde ağırladık. Benim de mezunu olduğum Kocaeli Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi’nden ne hocalar ne de öğrenciler katıldı bu etkinliklere. Bu çok ilginç ve anlaşılamayan bir durumdur bence. Şehirdeki mimar olmayan insanlar bu etkinliklere katıldı. Bu kayıtsızlığın tek nedeni Oda’ya olan tepki olamaz. Şehir, hafızasında mimarlara olan saygısını yitirmemiş durumda. Ama ilginç bir şekilde bu şehirdeki mimar akademisyenler kendilerine duyulan saygının ve beklentilerin farkında değil. Bazı bulutları sevmeyebilirsiniz ama gökyüzüne küsemezsiniz. Bugün tüm aksaklıklarına rağmen bu Şube burada ve bu koşullar altında ayakta, kendi çapında bu şehre dair çalışmaları var. Mimarlar Odası Kocaeli Şubesi bu şehirde mimarlık ortamını hem oluşturan hem de dönüştürebilecek kapasitesi olan bir kurum. Tüm eleştirileri üstlenen, eleştirdiğiniz bir şey olarak da var. Oda’yı geri çektiğinizde üniversitelerin bağ kurabileceği hangi mimarlık platformu kalıyor geriye? Bunu bence buradaki Mimarlık Fakültelerinin düşünmesi lazım.
İbrahim Türkeri: Kocaeli hala bakir bir bölge. Ankara gibi kalıplaşmış bir mimarlık ortamı yok. Genç mimarlar için fırsatlar şehri burası. Mimarlık ortamında birden isminizle var olabileceğiniz bir şehir. Çünkü farklı işveren profilleriyle karşılaşmanız mümkün. Hem ekonomik hem büyüklük hem de çeşitlilik olarak bir fırsat var. Mesela bu şehirde mimarlık eğitimi alıp bu şehirde mimarlık yapan çok az insan var. Ama buralı olup başka şehirlerde mimarlık eğitimi alıp burada mimarlık yapan birçok insan var. Tabii ki şu eleştirilebilir, buradaki bazı mimarlık zümrelerinin mimar kimliğiyle ne kadar ilişkisi var? Sadece işverenin beklentisine mi cevap veriyor? Daha teknik ve problemi çözme üzerine bir üretim var. Kendi üslubuyla dahil olduğu bir mimarlık anlayışı henüz göremedim. Kuşkusuz değerli mimarlarımız vardır ama şu anda şehirde görülen işleyiş korkutucu bir boyuta ulaşmış durumda. Sürekli kente yeni büyüklüklerin eklendiği bir üretim var. Buradaki mimarlar sadece yapı ölçeğinde çalışmıyor, ada ölçeğinde çalışıyor. Bu çok büyük bir iş.
Melis Aloğlu: Metin Alan, Seyhan Serimer, Sibel Gönül İzmit’te yoğun mimarlık faaliyetleri olan ve ismini sık duyduğumuz isimler. Yeni mezun bir mimar bu isimlerle bir şekilde karşılaşıyor.
İbrahim Türkeri: Mesela bu şehirden bir Murat Uluğ geçti. Mimari kimliğimi onun yanında inşa ettiğim bir hocam. Burada mimarlık yaptı ve fakültenin kurucu akademisyenlerindendi. Eğer bir isim söylemek gerekirse onun bu şehirde bıraktığı etki az denebilecek gibi değil. Tevfik İlter’den de bu kapsamda bahsedebiliriz.
İbrahim Türkeri: Şevki Pekin’in burada yaptığı çok güzel işler var. Kocaeli Sanayi Odası, Değirmendere Çağdaş Sanatlar Müzesi. Doğan Tekeli’nin burada yaptığı güzel işler var: Sabancı’nın fabrikası, Türkiye’de ilk defa prefabrik sistemle fabrika inşasını öngören, hızlı bir şekilde montajını sağlayarak tamamlanan bir yapı. Aslında bir döneme damgasını vurmuş mimarların bu topraklarda mimarlık denemelerini yaptığı çok çalışma var. Bugün için böyle bir şeyden bahsedemiyorum.
Kocaeli Sanayi Odası
Teşekkürler vakit ayırdığınız için.
19 yorum
Abdulhamit Kırmızı, kolaycılığa kaçan her yorumdan kaçan, ezber kıran bir hoca. Tvitır performansı da bu lezzeti taşıdığından, her yazdığı çok konuşulur. Alkışlanacağını bildiği yâveleri tekrar etmez, ters köşeleri sever, şaşırtır, diriltir, fikri diri tutar. Alanındaki ağırlığını ölçmek benim takdirimin ötesinde kalır, ama akademik ciddiyetle büyük bir tevazu içinde dalga geçişi herkese bir derstir.
Köyü bilen gerçek bir şehirli, şahit olduğum kadarıyla hakiki bir estet olan hocanın ‘seçkinci ego’yu, kendi deyişiyle ‘münevver kibri’ni eleştirdiği bu tvitini görünce de sevinmiştim. Sevinmekte haklıyım, kötüyü işaret etme hastalığı o kadar main-stream oldu ki, aynı fotoğrafı yüzlerce kişinin paylaşıp, bir günah keçisine dönüştürmesi ve geri kalan her şeyi -başta kendini- aklaması size de sıkıcı gelmiyor mu? Böyle karikatürize örnekler ortalıkta dolaşmaya başladıktan sonra, ‘birazdan şu ünlü düşünür de aynı fotoğrafı bir kınama notuyla paylaşır’ diyorum, ve paylaşıyor gerçekten. Dün buna benzer bir konu daha gündeme geldi, Mimar Kemâleddin’in 1. Vakıf Han’ındaki Yapı Kredi şubesi ile ilgili bir fotoğraf dolaşıyordu ortalıkta. Yapı Kredi bankasının bu güzel binaya uymayan gerçekten zevksiz cephesi kınanıyordu. Ama tvitleri yazanların, rt edenlerin ciddi bir eksiği vardı, ne o fotoğrafı çeken, ne orayı gidip gören kimselerdi bunlar. Bahis konusu banka şubesi orayı boşaltalı neredeyse iki yıl oluyor, bina tamamen soyulmuş, restorasyon projeleri hazırlanmış durumda, ç/alıntılanan tvit ve ekindeki fotoğraf iki yıl öncesinin. Ama vicdan rahatlatan rt’lerin duyarcı şehveti, içine düşülen komik durumu anlamaya bile engeldi.
Fotoğraftaki caminin nasıl bir anlamsızlığın ifadesi olduğunu bilmeyecek insanlar değiliz. Bunu hocanın bilmediğini düşünmek de safdillik olur. Böyle bir ortamda içine düştüğümüz elitist çok bilmişliğin eleştirisini haklı bulup bulmamak, bu konuda görüş ayrılığında olmak normal. Ama elbette ki ben de dahil kimsenin savunmasına ihtiyacı olmayan bir hocanın tvitini sanki şahsî bir ofansmış gibi algılayıp, onu ‘ad hominem’le itham etmek, hatta baya baya saldırmak için bir yazı yazmayı da pek yakışık aldıramadım. Yazının provokatif olması, tartışma başlatmak istemesini anlayabilirim, ama bunu ‘öğrencileri de okuyordur nasılsa, bunu da göz önünde bulundurarak bir cevap yazsa iyi olur’ tehdidi ile yapmak sanırım hocayı en fazla gülümsetir. Umarım gülümsetir, çünkü ciddiye alınırsa çok kırıcı bir cümle.
Hem tvitin sahibi, hem bu yazının sahibi ahbabımdır, ikisi de kıymettir. Meslektaşım ve arkadaşım olan Ahmet Turan hoca cami konusunda emekler verir, bu meseleye kafa yorar, çoğu kez maddi beklentiye girmeden. Bu emeklerine saldırıldığını hissediyorsa dahi şahsî kanaatimi mazur görünüz, heyecan duyduğu bu konuda fazla alınganlık yapmış, yazısı ve üslubu abartılı, haksız ve açıkçası kırıcı.
Öncelikli olarak Celâleddin’in yaklaşımı çok doğru. Abdülhamit Bey’in oldukça iyi vasıfları olduğunu tahmin edebiliyorum. Zaten şaşırmak, şaşırmak ve hatta bir daha okumak gereği duydum yazdıklarını.
Yine de Celâleddin’in görüşünde de önceden Abdülhamit Bey’i tanıdığı için bir SONSUZ SINIRSIZ hoşgörü var. Keza ironi dahi olsa “Münevver kibrini” yermekten öte geçen bir haldedir yazdıklerı. Ki sonra bu konuda ironi yapmadığını attığı cevap şeklindeki tivitlerinden de görüyoruz. Yani şu “ultra lüks gökdelen çizen paragöz mimar” tanımı benim tanımın değil onundur.
Yazımda cevap olarak yazdığı tivitin de bir görüntüsünü koyayım ki, hani “tek bir tivitle belki de ironi yapmıştır” tahmininin doğru olmadığını belirteyim dedim. Aaa bir baktım ben takipten atılmışım, sessize alınmışım büyük ihtimal ve tabii hesap kilitlenmiş. Çok şaşırdım. Bu da gösteriyor ki basit bir fikir sunma ya da ironi değil yaptığı.
O yüzden kendisini 140 karakter sınırı olmayan bu yere davet ediyorum. Elim kalem tutar. Kırmızı’nın da tutar. Keçiören’deki cami tipolojisini biliyorum diyebilirim. Bu tür cami “tasarımının(!)” tipik “UYANIKLIK” ve söz konusu olan cami olduğundan imar kanunlarına uymasa bile itiraz edilemeyen tipik ÖZELLİĞİDİR. Basit bir imkan+görgü eksikliği değildir.
Gülüp geçme konusuna gelince. Söylediği sözün arkasında olmak ile “Yahu bunlar konuyu bilmez demogoglar bunlarla uğraşılmaz” arasında fark vardır. Magazin muhabiri değilim ben. Eğer istiyorsa kendisi ile sizlerin de bulunduğu bir ortamda medeni şekilde sözlü de tartışırım. İyiye iyi, kötüye kötü demeyi bilir, gerekirse yanlış eleştirimiz varsa geri alırız. Özür de dilerim. Görünen o ki böyle bir durum yok.
Fakat söylediği sözün arkasında durmak gerek. Eleştireni görmezden gelmek kişinin kendine vereceği değerdir. Benim için en önemli özelliği HOCALIK olan biri için öğrencilerinin de okuduğu yorumları ve eleşitirilerin arkasında durmasıdır. Öğretim görevlisi olmaksa ben de öyleyim. Ne yazık böyle olduğum halde çok itiliyor kakılıyorum.
Tehdit mi? Bunda bir tehdit görmüyorum. Öğrencilerin okuması neden tehdit olsun. Tam tersi hocasının öğretisinden geçmiş öğrencileri dahi buraya yazabilir demek bu? Ne tehdidi yahu? Rica ederim.
Herkes hata yapar. Bu tür bir sosyal medya paylaşımını yapınca “söz yanlış yere gitti” diyene boynumuz kıldan incedir. Olor böyle şeyler olmuştur. Ben bu yazıyı yazmadan önce kendisini mentionlayan onlarca tivit attım. Cevap vermedi. Evet yazı yazmaya niyetim dahi yoktu.
Sonra bu ad hominem içeren (ki kabul ediniz gani gani) tivit hakkında yazı yazacağımı da söyledim. Bunu da hiç ciddiye almadı.
Ben de yazdım. Provakatif olduğum doğrudur. Ancak herkes huzurluysa bu tür provakatif çağrılar da işe yaramaz. Göreceğiz.
“Fotoğraftaki caminin nasıl bir anlamsızlığın ifadesi olduğunu bilmeyecek insanlar değiliz. Bunu hocanın bilmediğini düşünmek de safdillik olur.” Demişsiniz. Evet zaten yazımda da, caminin tutar yanı yok dedim, Kırmızı bunu göriyor dediö. Hal böyleyken jip, paragöz, ultra lüks gökdelen… Bunlar Ad hominem işte. Kabul etmek de bir erdemdir.
Kusura bakılmasın ben Kırmızı’nın kime sindilendiğini bilmiyorum. Fakat genele yazmış. Ben “bana demiyor ki, başkasına diyor ki” şeklinde boş verecek değilim. Yazısında “Bu camiyi yaptıran derneğin suçu olabilir ama çok önemli değil asıl suçlu onları ötekileştirenlerde” demek istiyor.
Böyle yazmak da safdillik olmaz mı? Aslında söylemek istenen, “Tamam ben adam öldürdüm ama sor bakalım, niye öldürdüm” demek değil de nedir?
Zaten bunu bir başkası yazsa üzerinde çok durmam. Çok var öyle yazanlar. Fakat yazan kişiye bakıyorum ciddi mi acaba diye diğer tivitlerine bakıyorum. Ciddi vallahi.
Onu dinleyen beğenen çok kişi var. Daha da çok olur inşallah. Ben de takip ediyorum.
Fakat yazılanlar yıllarıdır emek veren bizleri arada derede bırakmayı geçtim, silip kenara atıyor. Bila bedel ve bazen hakaret yiyerek, kötü camiyi eleştirdiğimizde eziliyoruz. Hatta dinsiz imansız diye yaftalanarak yine de bir şeyler yapacağız düzelteceğiz ara yolu bulacağız diye derneklerin peşinden koşuyoruz. Sonra Sayın Kırmızı “münevver”leri eleştireceğim diye ben dahil sen dahil her mimarı böylesine harcayacak sonra biz de susacağız. Kutsal saydığım camiler içim böyle bir karşılıksız enerjiyi sarfedip sonra bu enerjiyi baskılayacağız. Niye?
Ayrıca ne YKB’nin işinde ne de Aspendos’daki durumda atlamadık. Emre Arolat bir sunumunda 140 karakterler buna atlayanları eleştirmiş ve alakası olmadığı halde sonra tivitır çok kullanan herkesi eleştirmişti.
Kısacası tabirinizle “vicdan rahatlatan rt’lerin duyarcı şehveti, içine düşülen komik durum” bizimle ilgisiz. Bunu ayırınız rica ederim. Genel böyle yapabilir ama ben yukarıdaki yazımda hala söylediklerimin arkasındayım.
Ne öyle vicdan rahatlatan rt yaptık ne de milletin vicdanı rahatlasın diye iki yıl önceki fotoyu koyduk. Bu caminin fotosunu da ben tivitır’a koymadım. Ben bu camiyi yapanları linç etmedim. Camigor’dekiler durur ve orası bir linç mekanı değildir. İyi cami de vardır orada. Altı yıldır sadece bir farkındalık projesi olarak sürdürülür. camigör’de bir kere adım geçmez. Reklam yoktur.
Bu iki cami de orada. Keçiören’deki her mescidi ve camiyi en azından dışından fotoğrafından taradım ben. İçine girmeye kalksan biraz konuşup eleştirsen iyi davranmıyorlar. Beraber de gider bakabiliriz.
Konuyu araştırdım, bilgi aldım ve hatta Aspendos’un durumu hakkında doğruları bir gazete yazısında sundum. Evet ulusal bir gazeteye yazı yazdım. Lütfen bizi de öyle her şeye atlayanlardan ya da milleti galeyana getirenlerden yapmayınız.
Muhatap burada ironi değil, fikrini beyan etmiştir. Geneli (tüm mimarları elitist diye) bir torbaya koymuştur. Bizi arada harcamıştır. Tüm tarihcileri harcayan bir tivit atsam o da eleştirse haklıdır.
FİKRİNİN YANLIŞLIĞINI söylemek hakkımızdır. Yukarıdaki yazdığım derneklerin durumu hakkında bir yanlışım varsa düzeltirim. Burası mimari konuların konuşuldu bir yerdir. Biz “LİNÇ EDİCİ” tayfadan değiliz. Bilmeden anlamadan eleştirenlerden de değiliz. (YKB ve Aspendos örneği gibi)
Çağrım açıktır. Hiç de ağır değildir.
Sorarım size: Jip ne yahu?
A. Kırmızı isterse özel, ister genel cevap verebilir. Susabilir de. Ben ne reklam ne de medya peşindeyim. İhtiyacım yok. Lütfen seyyar telefon numaramı iletiniz, varsa bir itirazı ve özel konuşmak istiyorsa o kadar da açığım. Ayrıca cidden konuşmak dertleşmek de isterim. Fakat o kapatınca kapıları bana da bunları yazmak haktır.
Akademide bir mekanda sohbet ederim zevk de alırım. Benim yazdığım cevapları okumuş, görmezden gelmiş sonra da hesabını kilitlemiş biri bence gülüp geçmiyordur sevgili Celâleddin. İnan gülmüyordur.
Lütfen Kırmızı’ya gösterdiğiniz hoşgörünün daha da azını olsa bile bana da gösteriniz. Çağrım samimi ve çözümden yanadır.
Teşekkürler.
Yazı içeriğiyle ilgili değerli büyüklerim hakkında yorum yapmaktan kaçınıp, tartışmaya sebep olan yapı için “Ne olursan ol yine gel.” felsefesinden esinlenmenin ölçüsünü fazla kaçırmış bir müteahhit eseri diyebilirim. Ayrıca bu platformda yeni de olsam böyle şeyleri konuşmaktan ziyade kapatılacak köprü, durdurulacak yatırım, isyan edilecek çevre düzenlemesi ve ayaklanılacak projeler gibi konular beklentisi taşıyordum bu açıdan farklı bir konu içerisinde bulunduğum için mutluyum. Tartışmaya ucundan dahi girmeyerek umarım sonucu bireyler arası hesaplaşma-cebelleşme değil de çok sevdiğimiz Cami Mimarimiz’in hayrına olur deyip sıyrılıyorum. Sevgiler.
Abdülhamit Hoca bence orada jiplerinden inip cami derneklerine katılmayan onların konuya yaklaşımlarını değiştirmeyen dindar/Müslüman mimarlardan bahsediyor olmalı. Çünkü materyalist bir mimarın cami mimarisiyle ilgilenmeyi cazip bulmamasını anlayışla karşılayabilirim. Bundan ötürü dedikleri çok da abartılı gelmedi o twiti ilk okuduğumdan bu yana.
Bu konuda yazacağım her şey niyet okumadan öteye gitmeyecek ondan bu bakış açısını sunmaktan ileri gitmeyeceğim.
Yalnız benim bir kaç dönemdir merakımı cezbeden bir konu var. Araştırdığım kadarıyla bu konu üzerine çalışılmış, yazılmış hiçbir şey mevcut değil. Bahar dönemi ilk olarak Alev Erkmen hocayla da bunu istişare ettim ama o da yanıtsız kaldı.
konu şu; Kuran-ı Kerim’de geçen bir ayet aslında cami- mescid yapımını çok keskin sınırlarla biçimlendiriyor. Türkçe’sini mealsiz okuduğumuzda çok daha rijid bir karar var. mealler de genelde iki anlamlı ele alınmış bir durum sözkonusu.
Türkçe’sini ve mealini paylaşıyorum, bunun üzerine gelecek yorumları çok merak etmekteyim doğrusu. Yaptığım şey biraz prokatiflik bunu baştan kabul ediyorum. Ancak bugüne kadar bu ayetin hiç konuşulmaması bir nevi es geçilmesi yalnız bana mı ilginç geliyor?
“Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (Tövbe, 9/18) Bu ayette Yüce Mevla mescidlerin yapılmasından bahsetmektedir. “Mescidi imar etmek/yapmak; ona devam etmek, orada kalmak ve Allah’a ibadet etmek, onu inşa ve tamir etmektir. Mescidlerin imarı, maddi ve manevi olmak üzere iki çeşittir. Maddi imar; inşa ve yapımı, temizlenmesi, tefrişi, lambalarla aydınlatılması, mescidlere girmek ve mescidleri doldurmaktır. Manevi imarı ise, namazla, Allah’ı zikirle, itikat ve ibadet için ziyaretle olur. Camide ilim okumak da zikirden sayılır.” (Vehbe Zuhayli, Tefsirü’l-Münir, V, 340)”
Enise Hanım’ın mesajı çok hoş ve bilgi verici.
Abdülhamit Hoca muhakkak bir başka kesime sesleniyor. Fakat arada biz harcanıyoruz.
Hatta ben biraz Dücane Cündioğlu’na laf ettiğini düşünüyorum. Sadece bir tahmin bu.
Ancak kime demiş olursa olsun mimarları genellemesi kanıma dokunduğunu da arada kaynayan ne yazık bizim olduğumuzu göremiyor kendisi. İki taraflı mengene içinde eziliyoruz.
Mesela kardeşim gibi sevdiğim saydığım sadece mimar değil müzisyen ve doğru kişiliğiyle öğrencilerime örnek olarak gösterdiğim bir kişi var. Celâleddin Çelik.
Sayın A. Kırmızı beni olduğu kadar onu da bozuk para gibi harcadı. Evet, bana bu dokunuyor. Haydi ben yaşlı olduğu kadar heyecanlı, bir şeyler yapmaya çalışıp bu konuda çaresiz kalmış bir aktivistim. Belki de hiçbir derneği ya da hayırseveri ikna edip iddialı cami yaptıramayacağım yarışma açtıramayacağım. Ancak Celâleddin Çelik’i neden bir nefeste HARCIYOR. Anlamıyorum.
Enis Hanım’ın bahsettiği bu ayeti devamlı suretle tekrarlar dururlar. İmar ve inşa konusundaki “meal” yaklaşımları farklıdır.
Bir yerin cami olması demek, iman etmek isteyen müslümanların orada birlikte ibadet edip orayı bir yakarış mekanı haline getirmeleri de “manevi imar” eylemidir.
Bu ayeti söyleyenlere Ayasofya’nın cami olmasını istemelerini sorduğum zaman kıyamet kopuyor. Ayasofya’da namaz kılınan ufak da olsa bir yer vardır diyorum. Olay nereler gidiyor.
Abdülhamit Bey’in kaçırıp bizi harcadığı nokta şu. Birilerine laf ederken arada biz kaynıyoruz. Dindar olsun olmasın iyi cami isteyen mimarlar olarak biz eriyoruz. Zaten güçsüzüz.
Bakın bu durum aynen “sınır tanımayan doktorlar” gibi. Girdik derneklerin arasına razı etmeye çalışıyoruz. Doktorlar gibi kafamıza bomba yağıyor. Sana atmadım ben bombayı isyancı teröristlere attım demekle olmuyor. Bomba adres sormadığı gibi bu laf da sormuyor.
Bir de Kırmızı gibi biraz da tuttuğumuz sevidimiz ama uzaktan takip ettiğimiz biri. O bombalayınca…
Hala kabul etmiş değilim “jip ve paragöz ulta lüks gökdelenci mimar” laflarını. Ayıptır.
neyse
Camilerimiz bu haldeyken, iyi niyetli tasarımcılar varken, ortak bir üst akıl ile camilerin daha iyi yapılmasına muhtaçken, mimarın dini görüşü ve dindarlığını ölçerek liyakatı dikkate almadan iş yapmak eleştirilir.
Hala bu tivit ve söylenenler yıllardır bir şekilde çözüm arayan bizi kırmıştır.
Diyanet’in de ayrıca Çevre şehircilik Bakanlığı’nın demeçleri olsa da “BOŞVERİP İŞİNE GELDİĞİNE HE” dediklerini samimi olmadıklarını düşünüyorum. Olan biz mimarlara ve hoş olmayan tasarımlarda namaz kılan müslümanlara oluyor.
teşekkürler.
Bu elitist zengin aydın laik kesim söylemi artık çoooook eskimedi mi yahu? Sokakta görülen jipler porsche’lar audi q7’ler diğer kesimde -yada o kesimin yeni zengin elit tabakasında- zaten uzun zamandır… Kötü birşey de değil, dengeye ihitiyaç vardı, bir taraftan diğerine kayması gerekiyordu da denge diğer tarafa doğru zaten çok kaydı, geri gelecek gibi de durmuyor, bu tür saldırılar baskılar da devamlı surette onun psikolojik zemininin hazırlanması zaten… O nedenle tavır değişmez, öyle bir beklentiye girmeye de gerek yok, içten çürüyecek gittiği yere kadar, okulların içeriği dönüştürülürken camilerin süreçlerinin değişmesini beklemek zaman kaybı…
Abdülhamit hocanın bakış açısı ile bir mimarın, jeep`i olan ya da muhafazakar birisinin bakış açısının aynı olmadığını kolaylıkla anlayabiliyoruz.
Mimar gözüyle bakarsak, yapının amorfluğu ben buradayım diğer nidalar atıyor. Sonuç vasat!
Jeepi olan biri gözüyle bakarsak, jeepi mi bu belirsiz binanın önüne bırakıp ta arabamla prim yapamam der. Sonuç durmadan gider!
Muhafazakar biri gözüyle bakarsak, ibadet yapılacak bir mekanın kutsiyetinden dolayı yarım yamalak olmamalı der. Sonuç hoşnut kalmaz!
Üç farklı düşünce tarzı bu iken Abdülhamit hoca hangi bakış açısıyla veya hangi kimliğini ön plana çıkararak bu paylaşımı gerçekleştirmiştir??
Esasen konuya bir de Rem Koolhaas’ın “Delirious New York” tarzından da bakmak ilginç olabilirdi; tipik bir Manhattan gökdeleni ile bu otopark+ticaret+konut+dini mekan kulelerini karşılaştırarak, bu katmanlamayı yaratan sosyo-politik-ekonomik etmenleri karma-kullanım yüksek bina mimarisi ile çakıştırarak… İstanbul da zıvanadan çıktı sonuçta, “delirious” bir hal aldı denebilir…
Enise Hanım ve Ahmet Bey’in konusuna dönerek; Cami imar etmenin bir ibadet olduğu / dine hizmet olduğu açık (yalnızca mimarlığından değil maddi ve manevi tüm hizmetinden bahsediyorum). Ben bu ayeti ilk okuduğumda anladığım, cami imar etme ibadetini yapmadan önce dinin sana emrettiği temel ibadetleri hakkıyla yerine getirmiş olmak gerektiğidir. Örneğin namaz kılmayan birisinizdir ancak bu oruç tutmanıza mani değildir. Ancak dinen Cami inşa etmeniz için bazı esas adımları geçmiş olmanız gerek. Ki bu esas adımlar Bakara suresinde anlatıldığı gibi öncelikle Tanrı’nın varlığına ve tekliğine inanmak, namaz kılmak (yani kendini yaratanın huzuruna sunup dua etmek) ve zekat vermek yani paylaşmak, yardım etmek.
Bugün bu şartın keskin çizgilere sahip olamayacağını düşünüyorum. Yaptığını anlayan ve daha da önemlisi yaptığı işe saygı duyan, değer veren ve bilgilenmekten çekinmeyen herkesin cami ve diğer tüm ibadet yapılarını imar edebileceğine yürekten inanıyorum.
Diğer yandan, ibadeti fiziken tam olsa bile ahlaken ve düşünsel olarak olgun olmayan kişilerin cami imar etmesinin de İslamiyet için uygun olmadığını düşünüyorum. Kamudan arsa çalarak, insanların tepkisini çekerek ve insanlara dine kötü söz söyletecek şekilde (Çamlıca, Ataşehir vb birçok cami buna dahil); ayrıca yarışarak, başka inanışları aşağılayarak, gösterişsel bir rekabete girerek; veya yalnızca şahsi gösteriş ve nefsi tatmin uğruna cami imar etmeyi din açısından çok sakıncalı ve dahası dine ve topluma hakaret olarak görüyorum.
Din sözkonusu olduğunda işlerin fiziksel görüntüden çok ruhani bilinçle ve niyetle sorgulanması gerekiyor.
cipe binen mütesettir hanım,
konforlu mu cipinizin sürüşü?
bir lâhzada kaynadı kanım,
görünce yüzünüzdeki gülüşü.
cipe binen mütesettir hanım,
biter mi cipinizin mazotu?
biterse sizi ben bırakırım,
paylaşırız aynı oksijeni, azotu.
cipe binen mütesettir hanım,
salacak’ta bir çay içsek olur mu?
size ödetmem, ben ısmarlarım,
zedeletmem böylece gururumu.
cipe binen mütesettir hanım,
közde türk kahvesi içelim mi?
size şanlı ecdadımızı anlatırım,
anarız birlikte sultan hamid’i.
cipe binen mütesettir hanım,
bırakıp gideceksin değil mi?
ürkütecek seni beynamazlığım,
bırakacaksın bir gün ellerimi.
cipe binen mütesettir hanım,
bil ki faysal seni unutmayacak,
bir cuma vakti kılınacak namazım,
ve fatiha’lar ruhumu doyurmayacak…
Mert Bey Abdulhamit hocadan jipe binen kişilerin ya kadın olduğuna dair bir spolier aldı ya da hala 18. yy erkekleri gibi cinsiyetçi bir yaklaşımı var. Ama şiir şahane. mest oldum.
Keşke bir mısraında hanım, bir mısraında bir bey, yaşlı genç olsaydı. Her birinin jipli olması şart ama.
Neyse bu arada A. Kırmızı beni mentionlayarak bir sürü tivit atıyormuş. Fakat ben göremiyorum. Beni sessize alınca göremiyorum. Eğer bana diyeceği varsa ve gerçekten medeni biriyse benim ne yazdığını görmediğimi anlar da buraya yazar. Öbür türlü “hocalık” vasfı da erimiş olur.
Sevgili Celaleddin Çelik var mı öyle sessize alıp gizli tivit atmak? Sayın Kırmızı neler yapıyor?
Hocalığı bırakınız, öyle yazıp sessize almak, kaçak oynamak etik değerlere sığmaz yahu.
Dediğim gibi ona gösterilen hoşgörünün yarısına razıydım şimdi artık çeyreğine eyvallah diyeceğim.
Birçok farklı cami derneği ile birçok farklı cami ve cami müştemilatı, çevre düzenlemesi vs. çalışmalarında irtibatlı olduk. Birçok dernek ve hatta imam, kendi aklındaki size çizdirme peşinde. Kendine lojman yaptırmaya çalışan bir imamın camiden 3 m. çekip 4 katlı yapıyı dikmek isteğine karşı koyup yapıyı geri çekip planlar çalıştık. İkna ettik zannettik. Projenin detayları ve mühendislikleri çizilirken imam efendi aklındaki projenin temelini attırmıştı. Hasbelkader farkettik.
Bu apartmansı cami örneğnde de, en baştan cami derneğiyle irtibatlı olup projeyi baştan itibaren tasarlayacak kişi olsak da, bu adar yüksek ve niteliksiz bir cami yapmayalım, mahalleye değer katacak bir yapı olsun desek, en kibar yaklaşımlar tamam deyip, kendileri başka proje çizdirir yine yaparlar bu yapıyı. Ahmet Turan Köksal’ın da dediği gibi genellemeyelim ama birçoğu böyle malesef.
Bu tür yaklaşımlar esasında dini kullanmaktır. Yapılan iş cami ama derneğin veya imamın tatmin olması gerekir. Dini bir iş yapıyoruz hayır işliyoruz derken kendileri tatmin etme derdinde olan, sadece kendi bildiklerini doğru kabul eden ihtiyarlar heyeti. Tam bir din istismarı bence.
Bu durumda Enise Kocaman’ın değindiği ayetteki tanımı bu dernekler de esasında tam karşılamıyor. Maddi işlemler yapılıyor görünüşte ama maneviyat boşalıyor.
Bir camide örneğini birebir gördüm. Restorasyonu yapılan ve bizim de çevre düzenleme ve müştemilat işinde pay sahibi olduğumuz caminin imamı cemaat ile kavgalı, maneviyat yıkılmış. Maddi imar konusunda da kendine ikinci lojmanı yaptırma derdinde. Cemaat wc nin üstünde kuran kursu olur mu diye isyanda. Bu örnekten anladığım ayetin 2 türlü açıklamasının da aslında birlikte olduğu. Yani maddi imarı gerçekleştirebilmek için manevi imara önem vermek gerekir. Maddi imar adına ortaya çıkan yapı içinde namaz kılınır ama kavgalı bir cemaat hiç de Allah’ın evine yakışmaz.
hocam sahi siz beni neden bloklamıştınız?
Arkitera’ya bu kadar haklı ve uzun bir yazı yazınız sizin blokunuz kaldırayım. Tabii ayrıca çok iyi biliyorsunuz sebebini. Yine de iyi denemeydi.
“bu kadar haklı ve uzun”? yoo, yoo, ı-ıııhh aradığınız kişiye ulaşılamıyor.
iyiyim ben böyle, siz okuyun yazdıklarımı ama sıkıntı yok, dükkan sizin.
Faruk beyin bahsettiği imam mantık/ahlakından Sn. Kırmızı çok da uzak durmuyor sonuçta, biri camide diğeri akademide mesleklerini icra etseler de… Sonuçta referans kitap/lar da aynı noktada… Temel referans değişmedikçe beklenti değişmemeli…
Bu muhteremin yazılarını okuduktan sonra , kendimi enfes bir yemek yemiş , lezzetle hemhal olmuş gibi hissediyorum ya .. Onay argümanı olarak kafa sallamaktan boynum ağrıyor., emeğinize sağlık hocam.
Hepsi çok iyi ama jip patinajla durmaz patinajla kalkar. Olsa olsa lastik yakarak durur. Bu da bizim katkımız olsun