Arkitera Mimarlık Merkezi olarak "2010 Yılı Genç Mimar Ödülleri" sahipleri Erguvan Ünal, Ertuğ Uçar ve Defne Önen'le ofisimizde bir söyleşi gerçekleştirdik.
Defne Önen: Benim genelde karşılaştığım şey şu, müşteriler mimarın daha önce uygulanmış projelerini görmek istiyorlar. Bu eşiği geçmek de çoğu meslekte de olduğu gibi başlangıçta zor oluyor. Bir de benim mimarlığı sonradan, yurtdışında okumuş olmam Türkiye’de fazla bir mesleki çevremin olmaması, başlangıçta beni zorladı. Projeleri tek başıma ya da New York’tan okuldan tanıştığım Almanya’daki arkadaşlarımla yapmaya çalıştım.
Erguvan Ünal: Mesleğe ilk başladığımda kendi ofisimde başlamadım, önce iyi ofislerde çalıştım ve yıllar geçtikçe daha fazla sorumluluk aldım. Yani belki geçmişte genç mimarlara çok fazla sorumluluk verilmiyordu ama bu süreçte benim gözlemlediğim, artık çok başarılı ve ciddi projeler genç mimarların yönetimindeki projeler. Gençlere artık daha çok fırsat veriliyor. Bu da onlara daha fazla deneyim kazanma şansını veriyor. Fakat bir yandan da bir handikap var, çok hızlı ilerleyen bir çağda yaşıyoruz ve gençlerde hızlı tüketim eğilimi var diye düşünüyorum. Bunu öğrencilerde ve çevremdeki gençlerde görüyorum. Portfolyolardaki satırları doldurmak için yapılan tanışıklıklar gibi; örneğin bir konuyla tanışıyorlar, onu öğrenip bir sonraki konuya geçmek istiyorlar ama o girdikleri konuyu deneyimlemiyorlar, orada çok fazla vakit geçirmek istemiyorlar, kendilerini vakit kaybetmiş gibi hissediyorlar. Arkadaşlarıyla kıyaslama yapıyorlar, “Acaba başka bir şeyler daha mı öğrenmeliydim?” telaşına düşüyorlar. Bu durum çağın hızlılığından mı kaynaklanıyor, yoksa çok fazla mimar adayı olmasından ve bir yarış içinde olmalarından mı kaynaklanıyor bilmiyorum, ama böyle gözlemliyorum.
Ertuğ Uçar: Ben de katılıyorum. Başka mesleklerde de var bu, ben bu durumu çağın hızına ve görselleşmesine bağlıyorum. Ben de okula gidiyorum, İTÜ’de derslere giriyorum ve gördüğüm kadarıyla çok fazla imaj bağımlılığı var. Gençler güncel mimariyi çok takip ediyorlar. Ama mimarlık tarihiyle, hatta yakın tarihle bile pek ilgilenmiyorlar. Binaların ve yayınların artmasıyla güncel mimariyi takip etmek bir kitabı okumayıp, sadece resimlerine bakmak gibi bir durum halini aldı. Sonuçta imaj bir binayı oluşturan bileşenlerden biri, ama böyle imaj herşeymiş ve kalanları onun üzerine inşa etmeliymiş gibi bir algı var ve bunu bir tehlike olarak görüyorum. Gençler diyorum öğrencilere, ama öte yandan ben mezun olalı 17 sene olmuş, genç mimar ödülü aldık. İşte ancak bu zamanlar bir bina ortaya çıkarıp, firmalar tarafından aranmaya başlanıyorsak bu mesleğin gençliği de burada başlıyor demek ki.
EÜ: Kesinlikle katılıyorum, 40 yaşından önce bina yapmak çok kolay bir şey değil Türkiye’de. Deneyim kazanmadan bir şeyler inşa etmeyi de riskli görüyorum. Tasarımdaki soyut fikirler, bir anda betonlaşıyor ve çok somut bir yapı ile karşılaşıyorsunuz. O artık sizin olmaktan çıkıyor, içinde insanlar yaşıyor, çevreyle bütünleşiyor, etkileşime giriyor. Aslında hazır olmadan bina yapmak da iyi bir şey mi, emin değilim.
EU: Ben mesela ilk binamı mezun olduğum sene yapmıştım. Bir yarışmaydı ve adamlar karşılarında kazanan olarak beni görünce şok olmuşlardı. Aslında o binayı yapmak için yüksek lisansı bıraktım, çok uğraştım. Ancak işveren yarışma sonunda gepgenç birine binasını emanet etmiş olmaktan öyle pişmandı ki, yakamı bırakmadılar. Bana müthiş bir baskı uyguladılar ve maalesef ben bu baskıya karşı gelmenin tecrübesine sahip değildim. Teknik tecrübeden daha önemli olanı buydu. Herşeye karıştılar ve gergin bir senenin sonunda herkesin bir tarafından inatla çekiştirdiği proje çok hasar gördü.
EU: Teniste veteranlık diye bir şey vardır. Veteran tenisçi, tecrübeli ama artık atikliğini kaybetmiş anlamına gelir. Mimarlıkta ve birçok başka meslekte bunun tam tersi geçerli, belli bir eşiği aştıktan sonra bazı şeyler yerine oturuyor. Belki bazı ülkelerde bunlar daha önce başlıyor. Çünkü bu mimarın işvereninin, mimarlık meselesini anlaması ile ilgili bir şey. Benim bu ülkede gördüğüm şey, mimarın bırakın bir binasının olmasını, işverenin yaptıracağı fonksiyonda binası olması isteniyor. “Hiç yüksek konut yaptınız mı, hiç otel yaptınız mı, fabrika yaptınız mı?” gibi sorular gelebiliyor. Bir referans kaliteden önemli geliyor. Yeter ki bir tane olsun. Onu görünce bir rahatlama oluyor, işveren kendini garantiye aldığını düşünüyor. Ama bu tür bir uzmanlaşmanın işe yaramadığı da bu ülkeden belli aslında. Hastanelere, otellere, okullara, evlere bakınca demek ki uzmanlaşma işe yarayan bir şey değil diye düşünüyor insan. Zaten bu mesleğe de ters.
DÖ: Ödüller, tebrikler, motivasyon oldu tabii. Mimarlar arası paylaşım ve iletişim açısından güzel. Ama gerçekçi bakarsak mimarlık camiası ve birkaç arkadaş dışında çok da kimsenin haberi olmadı gibi geldi bana. Umarım daha çok yayınlanınca, yeni işler alabilmek için de fırsatlar yaratabilir.
EÜ: Önem veriliyor tabi. Bir de bizim açımızdan şöyle bir durum var örneğin, ben Akhisar binasını tek başıma yapmadım. Ortağım var, aynı zamanda eşim Mahir Ünal. Birlikte yaşadığımız bir süreç oldu o proje ve mimar olarak sadece ikimizin paylaştığı bir şeydi. Ama şimdi ödülle beraber jüri üyeleriyle olsun, mimarlarla olsun projemizi paylaşma şansı bulduk. Bu bize bir enerji verdi. Bence hayatımızda hep hatırlayacağımız ve teşvik edici olan bir durak noktası.
EU: Bir ülkenin mimarlığı, o ülkenin dünyadaki varlığı kadar olabiliyor, ondan daha ileride olması mümkün değil. Mimardan ve kabiliyetlerinden bağımsız ekonomik, sosyal, kültürel, politik o kadar çok faktör var ki. Başka ülkelere ya da dünyanın bazı kesimlerindeki mimarlara has özel bir meleke olduğunu düşünmüyorum. “Şu ülkenin mimarları iyidir,” diyemem. Ama ülkelerin mimarlık ve sanat geçmişleri kuşkusuz bunda çok etkili. Örneğin modernizmi hakkıyla yaşamış, hatta onun debelenmelerinin içinden geçmiş ülkelerin mimarları en azından öyle bir mirasa doğal olarak sahipler. Bizim öyle bir mirasımız yok. Bunun da mutlaka bir etkisi vardır. Bu soru çok soruluyor ve genelde şöyle cevaplara rastlıyorum: “Türk mimarlığının hiçbir eksiği yok.” Tabii ki yok, Türk mimarı da akıllıdır, eğitimlidir ama gelin görün ki genetik denebilecek bir eksiğimiz var. Biz o ortama doğmadık, daha az bilinçli bir ortama, daha başka şehirlere, daha başka bir düzene doğduk. Buradan da bir değer çıkar tabii ama bence sonuçta birçok şeyde olduğu gibi biraz arkalarda duruyoruz.
EÜ: Bizim şu anda Kazakistan’da devam etmekte olan Ritz Carlton Oteli ve konutları projemiz var. Konseptinde Amerikalı Ramsa grubu ile birlikte çalıştık. Krizle beraber durma noktasına geldi, ama tekrar başlayacağını düşünüyoruz. Kendi tasarladığımız bir projeyi gerçekleştirmenin yanında, tasarım yaklaşımları bizden çok farklı bir mimari grupla ortak çalışmak da farklı bir deneyim. Çünkü onların sistemi farklı ve birlikte uyum sağlanması gereken bir süreçte çalışıyorsunuz. Daha önce çalıştığım bürolarda da yurtdışı işlerimiz olmuştu. Farklı ülkelerde iş yapmanın da ayrı bir keyfi var. Farklı bir kültür, oradaki beklentiler farklı. Danışmanlarla çalışılması, farklı iklimi, onay işlemlerinin farklı olması, vb. birçok değişik bileşenin tasarıma etkisi bulunuyor. Bunları deneyimlemek buradaki işlerinize de bir şekilde yansıyor. Şu an Libya, Bingazi’de yeni bir projeye başladık. Tasarımı bize ait olan bu projenin inşaatında mimari kontrollük de yapacağız.
EU: Bizim yok. Birkaç avan proje hazırlamıştık ama gerçekleşen bir projemiz olmadı.
DÖ: Biz de mesela Irak’ta bir üniversite projesi teklifi yapmıştık, ama yurtdışında gerçekleşmiş mimari bir yapı daha olmadı. Almanya’da gerçekleştirdiğim daha kavramsal bir proje var. Bauhaus Vakfı’nın davetlisi olarak yaptığım ‘katlanmalık kapılar’ isimli küçük ölçekli bir kentsel proje, Halle-Saale’de uygulandı.
DÖ: Öncesinde mimarlık hep aklımda vardı çocukluktan beri. Biraz ailevi sebeplerden, biraz Türkiye’nin sistemlerinden dolayı mimarlık okumadım. Arada 2 yıl çalıştım, sonra bir de London Business School’da burslu olarak MBA yaptım. Bir seyahat ve uzun rahatsızlık dönemi ertesi, önce Columbia Üniversitesi Paris ayağında mimariye giriş niteliğinde bir dönem okuyup, daha sonra da New York Pratt Institute 5 yıllık mimarlık bölümünde, ODTÜ Ekonomi’den de bazı derslerimi transfer ederek mimarlık eğitimimi tamamladım. Benimki tek kişilik bir ev-ofis. Proje bazında ortak çalışmalar oluyor. 2006’da resmi olarak Avanos 5d projesini yaparken kuruldu. Uygulaması devam eden birkaç lokanta, ev projeleri var. Bu sene biraz da yarışma projesi yapmaya başladım. İzmir Opera ve ODTÜ Öğrenci Merkezi yarışmalarına katıldım.
EU: Teğet 1996’da kuruldu. Kuruluşundan beri içindeyim ama 2000 yılında İstanbul’a geldiğimizde ortak oldum. Ankara’da Mehmet (Kütükçüoğlu) ile sınıf arkadaşım Kerem (Yazgan) kurdular. Ofisimiz büyük bir yarışma projesi ile kuruldu, proje çizildi ama inşa edilmedi. Bütün uygulamaları çizilmişti ve onları çizmek için Kerem ile bizim sınıftan bir ekip kurmuştuk. Teğet’te 1996 – 2000 arasında çalıştım. Sonra 2000’de bir dağılma oldu. Kerem Ankara’da kaldı, Mehmet’le biz de buraya geldik ve 10 senedir de İstanbul’dayız. Proje ofisiyiz. Fikir aşamasından binaların açılışına dek, projenin içinde oluyoruz. Yarışmalara katılıyoruz. Mimar nüfusumuz 10-12 kişi arasında.
EU: Akademi aslında bizim ilk binamız sayılabilir. Öncesinde Antalya’da ve Bodrum’da yaptığımız evler vardı ama onlar daha küçük çaplı ve hep konut projeleriydi. Akademi belli bir büyüklükte, belli bir çizginin üstündeki ilk proje oldu. Şimdi Akademi binasının yan tarafına, aynı kampüse Akademinin iki katı büyüklüğünde bir bina daha yapıyoruz. O da bir ay sonra açılacak. Yapı Kredi, şehre dağılmış, hızlı teknoloji yüzünden peydah olmuş birimlerini yeniden üste topluyor. Bizim binalarla üs 1,5 katına çıkacak.
Teğet’in hayatında önemli bir eşik 2005’teki Deniz Müzesi yarışmasıydı. 2011 temmuzunda açılacak. Opera da 2010 yılında ikinci bir eşik oldu. Opera yarışması iki aşamalı idi. Yarışmalar genelde bir ayda kurtulunabilir süreçler iken, bu böyle 6 ay boyunca ofisi o konuya konsantre etti. Opera konusunu öğrendik. Ağır bir program, zor bir araziydi. 2011’de sanırım uygulama projesi için hazırlık süreçlerine gireceğiz.
EÜ: Biz de 2005 yılında ortağımla birlikte iki kişilik bir ofis olarak başladık. Antalya’da Belek Rixos otelinin bir su parkı vardı. Dubai’deki Burj Al Arab otelini de yapan Atkins Group ekibi tarafından tasarlanmıştı. Onlarla beraber çalıştık. Atkins konseptini hazırlamıştı ama tasarım geliştirme ve yerinde uygulama projelerinin yapılıp birebir inşaatın kontrol edilmesi gerekiyordu. Bu teklifi alana kadar biz de ev-ofis gibi çalışıyorduk. Ama bu projenin gelmesiyle bir anda toparlanıp Antalya’da bir konteynerin içine yerleştik. 4-5 ay boyunca orada yaşadık, mesela kepçe gelip toprağı kaldırıyordu biz konteyneri başka bir yere taşıyorduk. Mahir şantiyede ben ofiste işleri yürüttük. Çok hummalı bir çalışma oldu ve çok doyurucuydu. Çünkü 2 haftada bir İngiltere’den Atkins de geliyordu, bir yandan numuneler yapılıyordu, bir yandan beton dökülüyordu. Projede bir tema vardı: Truva teması. Alışmışız hep modern mimarlıkta metal, ahşap gibi belli malzemeler kullanmaya. Burada her şey organikti, Truva dönemindeki inşaat teknikleri kullanıldı, asla vida kullanılmadı. Çok enteresan bir sahne tasarımı gibiydi aslında, ama aynı zamanda da Türkiye’de hiç yapılmamış olan bir su parkı sistemiydi bu. Bazı teknik ihtiyaçlar yerinde uygulanırken zorluk çektik ama büyük bir gayret gösterdik ve açılışına kadar oradaydık. Bizim için büyük bir deneyim oldu. Orada işimiz bittikten sonra İstanbul’da işlerimize devam ettik. Bahsettiğim Ritz Carlton projesini yaptık ve pek çok yarışmaya katıldık o dönemde.
Yarışma projelerini ve uygulama projelerini dönem dönem dengelemek çok iyi oluyor bizim için, mesela belli bir dönem uygulama ile çok yoğun uğraştığımız zaman, sonra ondan biraz uzak durup tasarım ve yarışmalar üzerine yoğunlaşmak birbirini besleyen şeyler olmaya başlıyor. İnsan ihtiyaç duyuyor aslında, uygulamayı çok önemsiyoruz çünkü “bir mimar hayatında kaç bina yapabilir?” diye düşündüğümüzde bizim için geçen her günün çok değerli olduğunun farkına varıyoruz. İşlere para kazanma maksatlı yaklaşmıyoruz, mimarlık için yapabileceğimizin en iyisini yapabilmek adına çabalıyoruz ve bu hedeflerimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Eğer uygulayamayacaksak veya bizim için mimari bir katkısı yoksa vakit kaybı olarak görüyoruz o projeyi. Çünkü neresinden baksanız 40 yaşımıza hemen geliverdik, 60’ımıza gelinceye kadar bakalım kaç bina yapabileceğiz. Her an bizim için çok değerli. Bir binaya başlamak 2-3 seneden önce olmuyor. Şanslıyız ki Akhisar’ı bitirdik ve aynı projesindeki gibi gerçekleştirebildik. “Kamu binası, dikkatli olun,” demişlerdi. Yarışmalarla kazanılmış kamu binalarının uygulanışını bile çok fazla göremiyoruz. Bir de bütçemiz çok kısıtlıydı. Bir projede çok fazla bütçelerin olması aslında mimariyi çok etkiliyor. Biz o proje için İstanbul’dan çok gidip geldik. Mesela Beşiktaş’ta arabayla giderken telefonda bir soru geliyordu, içimize sinmeyip hemen Akhisar’a gittiğimiz oluyordu. Gide gele ayağımız da alıştı herhalde, sonunda da taşındık zaten 1,5 sene önce.
Ben İstanbul’a üniversite için gelmiştim ve 20 senedir buradaydım. Mahir de hep buradaydı zaten. Akhisar’a gide gele İzmir’de yaşamak nasıl olur konusu bizim kafamızı kurcalamaya başladı ve “Niye olmasın?” diye düşündük. Çünkü zaten herşey internet ortamında oluyor artık, kimse kimsenin ofisine gitmiyor. Büyük bir toplantı olacaksa bir otelin toplantı salonu kiralanıyor, toplantı orada gerçekleşiyor. Böyle organizasyonlar ortak yerlerde gerçekleşmeye başlayınca biz de yaşamak istediğimiz yerde yaşayalım, diğer kısımlar bir şekilde hallolur diye düşündük ve bir seçim yaptık. Tabii ki İstanbul’un dinamizmi İzmir’de henüz yok, ama şu an memnunuz seçimimizden.
EÜ: Aslında İzmir’in sistemine adapte olmak çok kolay değil, çünkü İstanbul kadar profesyonel değil. Mimarlık tek başına yürütülen bir şey değil, ekibinizin olması lazım. Biz sadece fiziksel olarak İstanbul’da değiliz, ama her hafta toplantıya geliyorum buraya. Aslına bakacak olursanız 40 dakikalık bir uçak yolculuğu, istediğim zaman İstanbul’a gelebiliyorum.
EÜ: İzmir’in İstanbul kadar profesyonel olmamasından kaynaklanan, mimarın ve mimarlığın tanımının çok net yapılmamasından kaynaklanan sorunlar yok değil. Fakat orada da çok güzel işler yapmaya çalışanlar var. Şu an için mutluyuz. Gelişeceğini düşünüyoruz. Bu zamana kadar çok fazla gelişim gösterememiş ancak bir yandan bazı şeyler de hiç bozulmamış, çok nostaljik geliyor bunlar bana. Mesela İstanbul’a 2 hafta aradan sonra geldiğimde bazı mekanların kaldırıldığını, yeni binaların yapıldığını görebiliyorum, çünkü şehir dinamik.
EU: İstanbul bu hareketliliği ile dünyadaki sayılı kentlerden biri. Kaynayan bir yer burası, devamlı bir şeyler oluyor. Bir parçası olmaktan şikayet edilebilir. Ama insanı afyonluyor. Ayrılmak zor.
DÖ: Aslında dinamizm Türkiye genelinde olan bir şey, Türkiye’nin bütün şehirleri oldukça hızlı değişti yıllar içinde. İzmir’in değişmemiş olması bana ilginç geldi.
EU: İzmirli’lerin İzmir’e sahip çıkma duygusu çok fazla, belediyelerinde bile vardır belki. İzmir için “Yüzü batıya dönük şehir,” denir. Fakat bazı şeyleri korumak için gerektiğinde muhafazakar da olabilir. Erguvan’ın dediği durum belki o sebepten olabilir. Değişmemesini istiyorlar.
EÜ: Evet ama bazı şeylerin de hızlı yürümesine engel oluyor bu durum. Çok doğru hamleler olması gerekiyor yapılanların. İlerlemenin önünü de belli noktalarda kesebiliyor. Hep birtakım engeller ve çok fazla irdelemeler olabiliyor, o yüzden bazı şeylerin hızlı yürümesini beklememek gerekiyor.
DÖ: Şehir gelişimindeki kararlar konusunda katılımcı bir halk var demek ki.
EÜ: Sivil toplum örgütleri sıkı tutuyor işi ve kentin bozulmamasına dikkat ediyor, ama kente dinamizm de gerekli. Ben dinamizm ihtiyacını gençlere baktığımda da hissedebiliyorum, buradaki çeşitlilik orada yok. Daha tek tip öğrenci profili var. Biri bilgisayar kursu alıyorsa herkes ona gitmek istiyor, “Farklı bir şey yapayım,” demiyor kimse. Benim gençlere tavsiyem şu olabilir, kendilerini dinlesinler, başkaları gibi olmaya çalışmasınlar. Herkesin yaptığı şeyi yapmayınca güvende olmayacaklarını düşünüyorlar, ki bu çok yanlış. Bambaşka bir şey yaparak kendi yeteneklerini ortaya çıkarabilirler.
DÖ: Bina yapılıp satılmak üzere planlandı. Açık planlı, birbirinden bağımsız ya da geçişli olarak kullanılabilecek 5 ünite olarak istendi. Bodrum katlar atölye olarak, giriş ve üst katlar da satış için ve ofis olarak düşünüldü. Seramik atölyesi, halıcı, kuyumcu gibi. İmar parselasyonunda, proje arsasının bitişiğinde yeni Avanos Otobüs Terminali planlanmıştı. Avanos 5d Projesi de işveren tarafından bu öngörü ile, yolculara, turistlere hizmet edecek bir yapı olarak programlandı. İlginç olan belki şuydu, Avanos’ta yaşayanlarla konuştuğum zaman, binanın turistik amaçlı kullanım için çok uygun olmayabilecğini söylediler. Çünkü dükkanları yeterince geleneksel bulmadılar. Avanos’un ve Kapadokya’nın yerin altını oyarak yapılan bir inşa geleneği var, fakat tabi bunu bu arsada ve koşulda uygulamak mümkün değildi.
DÖ: Zaman içinde yapı değerlenir muhtemelen, şu an ilçenin çok kıyısında. Kayseri yolunun üzerinde ve arka tarafı konut olarak imarlanmış boş arazi, onun da arkası milli park. Çevredesindeki yerleşim yoğunlaştıkça, bina belki çarşı veya başka kullanımlarla da civarda yaşayanlara hizmet edebilir.
EU: Ben İTÜ’de ders veriyorum. Bu yıl üçüncü senem. 1 ve 2’lere ders vermiştim, şimdi de 4. sınıflara gidiyorum. Ben aslında okuduğum okul dışında başka okulları pek bilmiyorum. Her okulda okulun düzenini korumak isteyen ve bozmak isteyen grupların olduğundan eminim. Bozmayı yaratıcı bir anlamda söylüyorum. Her okulda değil her demokratik ortamda vardır. Burada da var öyle bir şey. Ben mesela 1. sınıfa girdiğimde çok etkilendim. Okulun her yerini kullanan, devamlı dışarıda olan, her yerde bulunan, etrafa yayılan, enerjik bir grupla karşılaştım. ODTÜ’deki eğitim de bir nevi anaokulu eğitimi gibiydi. Yani sadece malzemeler var, mimarlıkla ilgili hiçbir şey yok ve sürekli bir üretim oluyor. İTÜ, ODTÜ’den çok daha enerjik gördüğüm kadarıyla. Benim şöyle bir şansım oldu, birinci sınıfta denk geldiğim öğrenci grubunu 2, 3, ve 4’te takip edebildim. O ilk senenin öğrenciler üzerindeki etkisini görüyorum. Öğrenci okula ilk girdiğinde neyle karşılaştığı çok önemli.
Üniversite fikrinde eğitimin yanında anarşik bir ortamın da sürekli olması lazım. İTÜ’de bu biraz var, ama yetmez. Üniversitelerde bunun daha yoğun yaşanması gerekiyor bence. Üniversitelerin nüfusu arttıkça öğrencilerle kişisel olarak ilgilenme olanağı olmuyor. Neredeyse iş bürokrasiye dönüyor, artık yoklama almak zorunda kalıyoruz, ki bu bana çok garip geliyor, yapamıyorum. Nüfus arttıkça o büyüklüğü yönetmek için de mecburen bir düzen kuruluyor, bu düzen de bahsettiğim anarşiye izin vermiyor. Bu beni biraz üzüyor, bunu bozmak için bir şeyler yapmak gerektiğini düşünüyorum ama buna da enerji lazım, vakit ayırmak lazım. Okuldakilerin binbir türlü dertleri var. Yine o bürokrasiyle, onlar vakit ayıramıyorlar. Dışarıdan gelen oraya zaten ancak yetişebiliyor, koşup ofise gidiyor. Okulların nüfusunu biraz azaltmak lazım. Mesela Bilgi Üniversitesi daha az nüfusla daha özelleşmiş şeyler yapabiliyor. Yurtdışına geziler düzenliyorlar. Bunlar müthiş şeyler. Büyük nüfuslarla yapılamaz, ancak küçük nüfuslarla yapılabilir.
DÖ: Ben düzenli olarak ders vermeye bu sene başladım. Kadir Has Üniversitesi’nde İç Mimarlık 2. sınıflar 1. proje dersine giriyorum. İç Mimarlık Bölümü, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin bir parçası. İlk sene tüm bölümler dersleri ortak alıyorlar. 2. sınıf 1. proje yaptıkları ilk mimari proje. Bir dönemde 3 küçük proje yaptırıyoruz. Mekan, ölçek, dolaşım, program, malzeme, çevre konularına giriş. Daha çok kavramsal, deneysel ve soyut düşünce ağırlıklı.
EÜ: Ben de İzmir Ekonomi Üniversitesi 2. sınıf mimarlık stüdyolarına giriyorum. 2. sınıf stüdyosunun şöyle bir özelliği var: Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’ne bağlı, Mimarlık ve Mühendislik Fakültesi değil. Bu yüzden ilk sene bütün güzel sanatlar bir arada ders görüyor. 2. sınıf aslında mimarlıkla yüz yüze geldikleri ilk seneleri. Belki İstanbul’a uzak olmanın veya kendilerini yurtdışındaki mimarlığa uzak hissetmelerinin getirdiği bir ihtiyaçla bazıları verilen bilgiye dört elle sarılıyor. Bir konferans olduğu zaman herkes ona gidiyor, çok fazla etkinlik olmayınca düzenlenen etkinliğin değeri biliniyor. Mesela benim ödül aldığımı duyan öğrencilerimden bana mesajlar geliyor. Belki bu onlara “Biz de o noktaya gelebiliriz” umudu veriyor, çok sahipleniyorlar ve benim adıma çok seviniyorlar. Yarışma projelerine daha fazla katılım var. Bu enerjileri hoşuma gidiyor. Bir de duyarsız gibi görünen bir kesim var, onlarla bir noktaya kadar hiç iletişim kuramıyorsunuz, fakat bir an geliyor sizin dediğinize inanmaya başlıyorlar. Belki verdiğim bir örnek, belki doğru bir yönlendirmem ile o anı kırdıktan sonra her şey çok keyifli gidiyor ama o güveni oluşturana kadar bir süreç geçiyor. Mimarlık eğitiminde bence en önemli şey mimarlık enerjisini taşımak. Mimarlığı severse zaten bir yere gelebilir. İletişim kurmak çok önemli. Herkesin farklı yeteneği var ve o öğrenciyi tanıyıp yeteneğini ortaya çıkarabilirseniz, bu projelerini çok farklı noktalara taşıyabiliyor. Mesela geçenlerde benim grubumda olmayan bir öğrenci yanıma gelip “Teşekkür ederim sizin sayenizde projem çok iyi bir noktaya geldi,” dedi. Ben hiç hatırlayamadım ne söylediğimi. “Ben sana güveniyorum,” demişim mesela ve bir anda kendine güveni gelmiş. Bu küçücük noktalar bir şeylere dokunabiliyor ve iyi sonuçlar verebiliyor.
EU: Tasarım atölyeleri biraz mimarlığa özgü olduğu için, mesela haftada 2 gün diyelim, ister istemez bireysel bir durum oluyor. Bence senin dediğin bu yüzden önemli. O yüzden nüfus da önemli, herkesi tanıyabilmek vs. dikkat edilmesi gereken konular. Çünkü öğrencilerin isimlerini bile öğrenemeden 1 senenin geçmesi hoca için de moral bozucu oluyor. Haftada 2 kere gördüğün öğrencinin adını söyleyemiyorsun. Bireysel ilişkiyi kurdukları zaman farkı ben de hissedebiliyorum.
EÜ: Bazen de düşüncelerini anlayacağımı düşünüp çizmeden geliyorlar. Projeyi kafalarında çözdüklerini düşünüp, çizerek geliştirmek yerine başka fikre geçmeyi tercih edebiliyorlar. Bu belki de benim bahsetiğim hız konusu ile, çabuk tüketme ile ilgili. Projeyi geliştirmek yerine, sanki yeni fikir daha iyi bir noktaya gelecekmiş gibi geliyor onlara. Ama aslında önemli olan o geliştirme sürecini yaşamaları.
EU: 2 senedir benim girdiğim derslere Erasmus programıyla öğrenciler geliyor. Bu dönem, diyelim, 40 kişiden 15’i yabancı. Bu sene artık Türk öğrencilerle yabancı öğrenciler arasındaki belirgin farkları anladım. Erasmuslular, bir halk ismi gibi oldu. Çiziyorlar, her konuda bol bol çizimleri var. Türk öğrenciler çizmeyi pek sevmiyorlar, devamlı anlatıyorlar. İkinci farklı nokta da eleştiriye karşı tepkileri. Türk öğrenciler meseleyi kişisel algılıyor, hemen savunmaya geçiyorlar. Halbuki daha ilk eskiz, ortada neredeyse hiçbir şey yok, bir şey söylemenize izin vermiyorlar. Çizdikleri zaten bir gram şey, ona da sarılıp bırakmıyorlar. Erasmuslularda ise şöyle bir durum var. Öğrenci eleştiriyi kişisel almıyor, anlıyor ki o eskiz üzerine konuşuluyor. Çok daha rahat oluyor ve bir ders sonra görüyorum ki söylediğimin bir bölümünü kapmış, yorumlamış, bir bölümünü de atmış. Geliştirmiş. Fikri sahiplenmiş. Türk öğrencilerin tepkileri ise çok keskin oluyor, ya projeyi tamamen değiştiriyor, ama sahiplenmeden, ya da inat edip, söylediğimi hiç dinlemiyor. Bu durum iletişimi ve projenin gelişmesini hayli engelliyor. Bu davranış tipleri üniversitede birkaç yılda oluşuyor olamaz, bu mutlaka kültürel, genetik bir farklılık.
PK: Çok teşekkür ederiz.