“Burası Meslek İçin Bir Sıçrama Tahtası”

Mimarlık ve şehircilik üzerine araştırma, tasarım ve sertifika programı olarak kurulan ve Şubat ayında ilk eğitim modülünü başlatan AURA-İstanbul'un kurucularıyla, akademiye dair sohbet ettik.

Şubat 2017’de katılımcılarıyla birlikte faaliyetlerine başlayan AURA-İstanbul’un kurucu üyeleri Sinan İzgi ve Jale Kulin’le akademinin amacını, işleyişini, gelecek hedeflerini konuştuk. AURA-İstanbul’un genel müdürü İpek İlter ve hem müdür yardımcısı hem de akademinin ilk araştırmacılarından Seda Altan da sohbetimize katkıda bulundular.

Ekin Bozkurt: Öncelikle yeni yeriniz hayırlı olsun. Ne kadar oldu kurulalı?

Sinan İzgi: Aslında fikir olarak üç senedir oluşturmaya çalıştığımız bir proje bu. Zaman içerisinde bir takım değişiklikler geçirdi ama temel olarak şimdi olduğu gibi, bir sertifika programı projesiydi. Ama oluşumuyla ilgili organizasyonel sorunlar oldu; Türkiye’de bir şeyleri hayata geçirmek zaman alıyor. Burası yaklaşık olarak geçen senenin sonu gibi içine taşınmaya hazır hale geldi. Şubat’ta ilk eğitim çalışmalarımıza başladık.

Jale Kulin: Bir “Soft Opening” şeklinde açtık açıkçası.

Sinan: 18 katılımcı kapasitemiz var ama bu dönem için 9 öğrenciyle çalışıyoruz.

Jale: Öğrenciler başladılar ve Şubat’tan beri aktif olarak çalışıyorlar.

Sinan: Dönem Mayıs sonu Haziran başı tamamlanıyor. Biz bir sömestrlık bir programız. Her sömestr yeni bir grup öğrenci almayı hedefliyoruz. 18 kişilik bir kapasitemiz var; bu mekan ona göre planlandı. Bu dönem Jale’nin de dediği gibi biraz hazırlık dönemi, ya da “beta sürümü” diyelim. Biz de biraz eksiklerimizi görüyoruz, ne yapmamız gerektiği konusunda devamlı konuşuyoruz ve programı geliştirmeye çalışıyoruz. Ama esas olarak kafamızdaki şekilde ilerliyoruz.

“Okullar bürokratik yapılar; oralarda böyle değişikliklerin, dönüşümlerin olması zor. Bir noktada artık ‘sıkıldık, biz ne yapabiliriz?’ diye düşündük.”

Öğrencileri mesleğe hazırlamak için bir akademi kurma ihitiyacı nasıl oluştu? Burası nasıl bir eksikliği doldurmayı planlıyor?

Jale: Öncelikle şöyle bir ilave yapmak istiyorum: şu an akademimizde bizimle birlikte bu programa katılan arkadaşlarımızın tümü mezun olmuş, genç mimarlar. Öğrenciliklerini tamamlamış, iş hayatına atılabilecek insanlar.

Sinan: Biz de dil alışkanlığından dolayı “öğrenci” diyoruz ama “katılımcı” dememiz daha doğru olur aslında. İşin gelişmesi de şuna dayanıyor: benim bir yandan kendi mimarlık ofisim var, yan taraftayım şu anda. 30 yıldır serbest mimarlık yapıyorum. 13 yıldır da üniversitede proje dersi veriyorum. Benim gibi diğer arkadaşlar da aynı şekilde.
İhtiyaç, şikâyet etmekten sıkılmaktan doğdu. Okullarda bir sürü şey eksik. Yapılabilecek bir sürü şey olmuyor. Tabii okullar bürokratik yapılar; oralarda böyle değişikliklerin, dönüşümlerin olması zor. Bir noktada da artık “sıkıldık, biz ne yapabiliriz?” diye düşündük. Zaman zaman okul dışında workshoplara davet ediliyorduk; böyle bir deneyimimiz de oldu bir taraftan. Aslına bakarsanız şöyle bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor: Lisans diploması şu anda biraz lise diploması ayarında. Tüm dünyada da bu böyle. Çünkü meslekler o kadar dallanıp budaklandı ki, insanlar kendilerine, lisans üzerine başka bir katma değer eklemedikleri sürece, değerli bir insan haline gelemiyorlar. Meslek insanı haline gelemiyorlar. Dolayısıyla dünyada da böyle bir trend var, herkes bir, iki, üç master yapıyor; onu da okuyor, bunu da okuyor. Bir türlü hayata atılamadan donanımlı hale gelmeye çalışıyor. Türkiye’de bu hepten böyle, çünkü üniversite meselesinde nicelik artınca nitelik de çok düştü. Profesörü olmayan mimarlık fakültelerinden mezun olan çocuklar var. Türkiye’de yılda 6000 mimar mezun oluyormuş, ben bunu duyunca çok şaşırmıştım. İnanılmaz fazla bir sayı. Yüzde biri belki işe yarar; diyelim 6000’den her sene altmış tane iyi mimar çıksa, büyük bir başarı yani.

Jale: Bu denklem de sadece mimari dalında değil…

Sinan: İç mimarlık var, şehircilik var, peyzaj var… Ciddi anlamda bir mezun sayısı var ama, nitelik olarak baktığımız zaman çok yetersiz. Ben, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde proje dersine giriyorum, diploma proje jürisine girdiğim zamanlar oluyor ve bizim mezun ettiğimiz öğrencilerin seviyelerini biliyorum ki, Mimar Sinan da kurumsal açıdan Türkiye’de ilk birkaç üniversite arasına girebilecek bir üniversite. Buna rağmen öyle.
Bu yetersizlikten dolayı gençler de ümitsizler. Kendi hayatlarına çok ümitsiz bakıyorlar. Geleceklerini göremiyorlar, ne yapmak istediklerini bilemiyorlar; vizyonları çok gelişmemiş oluyor. Bundan sonraki hayatlarının geri kalanında nasıl bir yönde ilerlemeleri gerektiği konusunda kafaları çok karışık. Biz de dedik ki lisans mezunlarına yönelik böyle bir ara program oluşturalım. Bundan sonra hangi alana gideceklerse – akademik de olabilir, profesyonel de olabilir – buna yönelik bir sömestrlik bir program yapalım. Her şeyi öğretmek iddiasında değiliz ama, burası bir sıçrama tahtası gibi, yani kafaların biraz berraklaştığı, birtakım eksik şeylerin alındığı, hem bilgilerin deneyimlerin alındığı, birtakım tartışma platformlarının geliştirildiği hem de katılımcılarımızın soru sormayı, araştırma yapmayı, bununla ilgili bazı parametreleri öğrenip deneyimleyecekleri kısa ama çok yoğun bir programa sahip. Öğrenci bundan sonra hangi yöne giderse gitsin, en azından kafasının daha net olduğu, ne yapmak istediğini bildiği ve yapmaktan keyif alacağı bir dala geçmesini sağlayacak bir “ara destek programı” aslında.

İpek İlter: Aynen ben de şimdi onu demek istiyorum, demin dediniz ya lafa başlarken, “mesleğe hazırlamak” diye… Burasının “bir mesleğe hazırlama kursu” gibi görülmesini de istemeyiz. Burası bir “think tank” gibi çalışan, felsefesiyle bütün soruları karşılayabilecek gibi, mentörlük kurumu ile vesairesi ile çok daha geniş kapsamlı bir yer.

Jale: Dünyada mimariye, şehirciliğe, iç mimarlığa baktığınız zaman, bunların hepsi aslında ekonomiyi, yaşamı şekillendiren bir bütün. Bu yurt dışında büyük bir ekol ve büyük bir bilim dalı olarak ele alınıyor. Türkiye’de sanki mimari soyutlanmış bir kabuk, iç mimari soyutlanmış başka bir kabuk, şehircilik zaten kendi içinde sıkıntılı bir kabuk, peyzaj da bunların etrafına yerleşen bir unsur gibi gözüküyor. Halbuki bu meslek dallarının hepsini birbiriyle ilintili, bir bütün olarak görülüp bu şekilde ele alınmaları lazım. Genel olarak tabii ki yurt dışındaki bilinç biraz daha farklı, çünkü savaşlardan sonra Avrupa olsun, Amerika olsun, şehir yapılanmaları daha farklı bir yolda ilerlemiş. Bizdeki şehircilik biraz daha rastgele; belirli imkanlarla, ekonomik sıkıntılar içerisinde, kendine göre daha kaotik bir yapıda büyümüş. Biz bir şeyleri aktarmaya çalışırken, mimariyi tekil bir meslek dalı olarak görmüyoruz. Bu meslek hakikaten farklı boyutta düşünülmesi gereken bir ilim dalı: mimari yaşam düzeni değiştirir, sadece çizimsel bir kavram, bir “tasarım dalı” değildir. “Bina yaptık oldu kardeşim, içine girip yaşayın.” kesinlikle değildir. Mimariye tüm yaşam elementlerini kapsayan bir kabuk gibi yaklaşılması lazım. Dolayısıyla buraya gelen insanların bu bilinci kazanmalarını istiyoruz. Fark yaratabileceklerini anlamalarını istiyoruz.

Aslında ana amaç şu: buraya gelebilen insanların düşünce mantığını değiştirip soru sorabilme -Sinan’ın dediği gibi- araştırma yapabilme, irdeleyebilme ve kutunun dışında düşünebilme yeteneğini kazandırmak.

Bize Türk sistemi kutunun içerisinde yaşamayı öğretiyor, kuralların içerisinde ve çizgi dışına taşmamayı öğretiyor. Aslında sistemsel olarak kurallar böyle gelişmiş. Aile adabı da öyle yönlendiriyor. Halbuki bugün mimariye baktığımızda, dünyada yapılan projelere baktığımızda tamamen boyut dışı düşünmeye giden yapılar ve yaşam tarzları irdelendiğini, sürdürülebilirlik içerisinde farklı yöresel ihtiyaçlar ve ekolojik unsurların tasarıma dahil edilmesinin irdelendiğini görüyoruz. Dünyada bu kavramlar ilerledikçe Türkiye’de mezun olan gençlerin de eşzamanlı olarak bu boyutu yaşamaları lazım. Bütün bunları hissettirmek, düşündürmek istiyoruz. Sadece buraya katılan arkadaşların değişmelerini değil, yarın öbür gün onların bu tohumlarla müşterilerin düşünce tarzını değiştirmelerini istiyoruz. Aslında bizim burada değişim dediğimiz kendi kabuğumuzda üç beş insanı eğitip dışarı çıkarmak – eğitmek zaten haşa- değil; yeni mezun olmuş genç mimarların “koşu yolunu nasıl daha farklılaştırabiliriz?, bu sorunun cevabı için çabalamak.

Sinan: Çok temel odaklarımızdan bir tanesi, okullarda yapılamadığından şikayet ettiğimizi söylediğim konu şu: Multidisipliner bir bakış açısı. Ben yıllarca Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde proje atölyesi toplantılarında hep şundan şikayet ettim: Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Üniversitesi Türkiye’nin en eski sanat kurumu ve bütün sanat bölümleri aynı binada eğitim görüyor olmasına rağmen, kimsenin kimseden haberi yok. Mimarlık katının altında grafik var, endüstri ürünleri var. Herkes o kadar kolay iletişim kurabilir ki! Ama sistem öyle bir kurulmuş ki, kimse kimseyi tanımıyor, birbirlerinin ne yaptıklarından haberi yok, ilgi de duymuyorlar; ilgi duymaları için merak da uyandırılmıyor, platform da sağlanmıyor, ortam da sağlanmıyor ve birbirlerinden habersiz mezun oluyorlar. Mesela, heykel bölümünün öğrencileri de mimarlığa gelmiyorlar. Halbuki heykel soyut bir şey değil ki, somut bir obje, bir fiziksel mimari bir mekanda sergileniyor, kendini var ediyor. Biraz iç içe olması gerekmez mi? Dünyada artık eğitim böyle bir yere gidiyor. Sorunlar küresel dünyada o kadar karmaşık ki, bunları, mesleklerin tek başına kendi alanları içerisinde çözebilmeleri mümkün değil. ‘Collaboration’ denilen kavramda farklı mesleklerin bir konu etrafında bir araya gelip, birbirleriyle iletişim, koordinasyon halinde bir çözüm üretmeleri söz konusu. Dünyada eğitim de bunun etrafında oluşuyor, yeni üniversitelerde, eğitim kurumlarında. Örneğin Abu Dabi’de yüz bin kişilik bir şehir yapılıyor Masdar City diye. Projesinin mimarı Norman Foster. Ama projede kırk sekiz farklı mühendislik dalı çalışıyor. Bir sorun etrafında birleşmişler; bir hedef var, bir konsept var, o kavram etrafında bir çözüm üretiliyor. Mimar Sinan Güzel Sanatsal Üniversitesi, kendi mimarlık eğitimini tamamen böyle tanımlayabilir ve böyle bir konuma getirebilir. “Ben sanatçı mimar yetiştiriyorum, benim verdiğim diplomanın tarifi bu. Bu adam bütün plastik sanat dallarıyla iç içe eğitim almıştır, hepsinden haberdardır, dünyaya da böyle bakar.” diyebilir. İnsanlar da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne bilerek gider. Dünyada üniversiteler kendini farklılaştırıp farklı bir yere koyarak tanımlıyorlar. Mimar Sinan’ın elinde de bu kadar potansiyel var.

Jale: Benim burada bağlamak istediğim konulardan biri “pratik deneyim.” Yurt dışında, Amerika’da mimar olabilmek için yaklaşık altı-yedi sene okumanız lazım. Dört sene okuduktan sonra mimari pratik lisansı almıyorsunuz, mimarsınız ama çalışamıyorsunuz.

Sinan: “Tasarımcı” oluyorsunuz, beş sene çalıştıktan sonra üç günlük sınava giriyorsunuz. 16 konudan sınava giriyorsunuz; bir tane de proje tasarım sınavına giriyorsunuz; o sınavı geçerseniz o zaman imza atma yetkiniz oluyor.

Jale: Buna baktığımızda zaten aslında “bilgisayar çağındayız” diyeceksiniz ama bir imaj görmek başka, gördüğünüz binanın hissini, şehircinin hissini deneyimlemek çok başka; arkasındaki felsefeyi bilmek, anlamak vesaire… Şimdi şehircilik yapımız da daha oraya gelemediği için bu deneyim eksikliği okulların eğitim çerçevesi içerisine alınamıyor. Burada yaşatmak istediğimiz konulardan bir tanesi de deneyim. A’dan Z’ye deneyim: birbirleri ile çalışma deneyimi, başkalarının anlattıklarını dinleme deneyimi…
Ondan sonra da isteğimiz, topluluk sorumluluk projelerini ele alıp bunlar için gerçek tasarım yapmak. Dolayısıyla üretken olmak da istiyoruz. “Teoride, müthiş ulvi bir yola çıktık, insanlara belirli bilgiler vereceğiz.” değil, bu insanların yarın öbür gün aktif olarak burada proje deneyimleyecek hale gelebilmelerini istiyoruz. Hedeflerimizden bir tanesi de bu. Yurt dışında bunu yapan örneğin Danimarka, Finlandiya, Almanya var.

Geçen hafta Tülin ve Reiner Staubach’ı davet ettiğimiz konferanslardan bir tanesinin konusu şuydu; katılımcı tasarım: o bölgede yaşayan Türk ve Alman vatandaşlarını katarak belirli düşünce grupları oluşturup, yaşadıkları mahallenin yapısını birliktelik içinde iyileştirmek ; Bu oluşumu başlatanlar mimarlar. Aynen bu deneyimde olduğu gibi “aksiyon almak”… Biz burada da bunların önünü açmak istiyoruz.

“Katılımcının sorun saptayıp, araştırma yapıp, veriler toplayıp o verileri bir tasarım projesi kapsamında toparlayabilme becerisine kavuşması amaçlanıyor.”


Ders programınızdan bahseder misiniz?

Sinan: Aslında burası bir proje stüdyosu olarak işliyor. Katılımcılarımız, bir sömestr boyunca İstanbul’la ilgili araştırma tabanlı bir tasarım projesi yapıyorlar. Bu meslek dalına göre farklı olabilir. Şu anda aramızda şehircilik mesleğinden gelen bir kişi var. Dokuz kişiden bir kişi hem asistanımız hem katılımcımız şu anda, iç mimarlıktan gelen bir arkadaşımız var mesela. Herkesin ölçeği farklı olabilir, daha üst veya daha alt ölçekten olabilir. Ama sonuçta katılımcının sorun saptayıp, soru sorup, araştırma yapıp, veriler toplayıp o verileri bir tasarım projesi kapsamında toparlayabilme becerisine kavuşması amaçlanıyor. Bu tarafıyla okul projelerinden biraz farklılaşıyor. Yoksa öğrenciler okulda da her sömestrda bir proje yapıyor, ama biraz daha otomasyon haline gelmiş, hazır bazı kalıplar var, pek onun dışına çıkılamıyor. Bu stüdyoyu da tamamlayan seminerler var. Bu seminerler iki tema üzerinde: bir tanesi daha çok tarihsel kuramsal konular; bir tanesi metodolojik, teknolojik ağırlıklı. Bu konularda araştırmalar yapmış akademik insanlar veya profesyonel insanlar gelip seminer veriyor.
Hedef olarak da gerçekte, şu anda aslında yapmak istediğimiz şey biraz daha “kişiye özel” program sunmak. Biz buraya araştırmacı, katılımcı alırken bir niyet mektubu ve portfolyo ile alacağız ve niyet mektubunda da esasında hangi konuda çalışmak istediğini belirtiyor olacak ve değişik meslek dallarından daha fazla çeşitlendirme hedefimiz var. Buraya peyzaj mimarı da gelebilir, sosyolog da gelebilir, sanatçı da gelebilir. Bu proje illa çizili bir proje de olmayabilir, bir araştırma projesi de olabilir, teorik, kavramsal… Yani baştan koyduğumuz bakış açısıyla ilgilenen değişik dallardan insanlar gelebilir. Tabii çok da fazla yayılmayız ama bir çeşitlenme olmalı ve multidisipliner eğitim ortamını da sağlayabilmeliyiz. Sonuçta insanlara belki kendi araştırma konuları ile ilgili birebir destek sağlayacak başka destek programlarını da zaman içerisinde oluşturmayı hedefliyoruz. O zaman biraz daha insanların özellikle ilgilendikleri konularda ilerleyebilecekleri, bakış açıları bulabilecekleri bir platform olabilir.

Jale: Bir veritabanı olsun istiyoruz.

Sinan: Bu tabii ne kadar zamanda oluşabilir… Kişiye özel hale getirmek kolay birşey değil. Belki birkaç sene içerisinde, süreç içerisinde deneme-yanılma ile oluşacak bir durum.

Jale: Kişiye özel sistemi getirmekle birlikte, yine aramızda geliştirdiğimiz şeylerden biri süregelen proje… Burada bir katılımcının başlattığı projeyi bir sonraki gelen kişi bir araştırma bazı olarak ele alıp, devam edip ileriye götürebilir. Aslında sürdürülebilirliği de kendi içinde istiyoruz, burada tabi ki herkes o konuyu kendi şartları içerisinde adapte edip çalışabilir.

Sinan: Bütün bu projeler İstanbul üzerine olacağı için, belki zaman içerisinde İstanbul’la ilgili bir veritabanı oluşabilir kendi içimizde, yani biraz da şundan şikayetçiyiz hepimiz: İstanbul’la ilgili birtakım projeler deklare ediliyor, karşımıza getiriliyor… Kim yapacak, neden, nasıl yapılacak bir bilgi yok. Kamusal alanda alınan fiziksel müdahale kararlarında toplumsal katılımın çok eksik olduğunu zaten biliyoruz. Bununla ilgili ciddi sıkıntılar var zaten. Bilinmeyen bir şey değil. Ama sonuçta başka yönlere de giden politik-siyasi bir konu, şu anda bizim buna tek başımıza verebileceğimiz bir cevap yok. Ama verebileceğimiz bir tepki bununla ilgili fikir yürütmek olabilir, çünkü buna karşı bir fikir, bilgi olmadığı için muhalefet de fazlasıyla reaktif oluyor. Acaba uzun vadede – çok da iddialı konuşmayayım ama – burada yapılacak araştırma projeleri, bir “think tank” seviyesine gelip bir arşiv oluşturabilir mi, birikim oluşturabilir mi?

“AURA’ya katılan tasarımcıların buradan ayrıldıklarında da içinde olacakları uzun vadeli bir oluşum düşünüyoruz.”


Peki aynı zamanda tasarım projeleri, yani küçük müdahaleler gibi şeyleri düşünüyor musunuz? Direkt anlattığınız zaman benim aklım örneklere gidiyor hep tabii, TAK geldi aklıma, orada da daha çok pratiğe dayalı araştırmalar yapıp, aynı zamanda küçük yarışmalarla, küçük ölçeklerde, peyzaj ölçeğinde bazı projeler yapıyorlar… Acaba öyle bir şey de burada olur mu? Düşünüyor musunuz?

Sinan: Olabilir, biraz da talebe bağlı. TAK’ın da lafı geçmişken hemen söyleyeyim, bizim özellikle üzerinde durduğumuz ve istediğimiz bir şey tamamen bağımsız olmak. Herhangi bir üniversiteyle, yerel yönetimle, partiyle, siyasi bir oluşumla hiçbir şekilde angajmanımız yok. Burası çok tarafsız ve her türlü görüşün, her türlü karşıt görüşün -buna iktidarınki de dahil olabilir- serbestçe konuşulup tartışıldığı bir platform olsa keşke. Bunun çok eksikliğini görüyorum şahsen Türkiye’de. Karşımızdakinin ne dediğini de anlamıyoruz, dinlemiyoruz çünkü. Anlamak da istemiyoruz. Aslında keşke yapabilsek, bunu farklı görüşlerin de olduğu bir haline getirebilsek. Dolayısıyla bunun için de hiçbir üniversiteyle, yerel yönetimle, başka bir üst yapıyla organik bir ilişkimiz olsun istemiyoruz.

İpek: Yani söyleyecek sözü olan herkes bizim için makbul.

Sinan: Yeter ki konuşulabilsin, gayet açık. Nasıl olur, görmek lazım. Ama en büyük sıkıntılarımızdan biri, Türkiye’de şu andaki haliyle birçok konunun tartışılmaz hale gelmesi. Bizim mesleğimiz de yaşamla, politikayla iç içe olduğu için çok da fazla soyutlanamıyor, hemen konu üzerinden birden politik kutuplaşmaya geçiliyor. Açıkçası bu da beni çok rahatsız ediyor.

Jale: Öyle olunca da aidiyet hissetmiyorsunuz yaşadığınız yere. Aidiyet hissetmediğiniz anda da yaşadığınız yeri korumak istemiyorsunuz ve siz aslında bir mağdur olarak başınıza gelenleri yaşamış kişi haline geliyorsunuz. Halbuki İstanbul’un şehir yapısı içerisinde İstanbul’a sahip çıkılması gerekiyor her açıdan. Özellikle İstanbul’a… Çünkü İstanbul içinde dünyada çok ender bulunan kültürel, tarihi ve doğal nimetleri barındırıyor. Ekonomik olarak da çok farklı bir hub. Bunu bir adım öteye götürebiliriz. Bizim tabii ki şu anda da her dönemde yapacağımız işler daha kendi içinde küçük, ama bunu sadece günlük değişimler planlayarak yapmıyoruz. AURA’ya katılan tasarımcıların buradan ayrıldıklarında da içinde olacakları uzun vadeli bir oluşum düşünüyoruz.

İpek: İlişkimiz her zaman sürecek, onları kariyerlerinde takip etmek istiyoruz.

Jale: Onlar her zaman buranın bir üyesi ve ilişkimiz her zaman sürecek; dolayısıyla buradan çıkan insanların nerelere gittikleri, neler yaptıkları çok önemli. Geri gelmek istediklerinde geri gelebilmeleri, tecrübelerini yeni danışanlar ile paylaşabilmeleri çok önemli. Burasıyla birlikte çalışmalarını istiyoruz. Bu çalışmanın devam etmesini istiyoruz. Bizim de aslında “sürdürülebilirlik” hedefimiz bugünün yarının ötesinde; bu attığımız taşların beş sene, on sene, yirmi sene sonra İstanbul’un çehresinde bir şeyler değiştirmesini istiyoruz. Zaman alacak biraz, ama bir yerden sağlam adımlarla başlamak gerekiyor.

Sinan: Aslında orta vadede hedefimiz burada bizden sertifika almış insanlar kendi alanlarında karar verici noktalara geldiklerinde onlara destek olmak ve öyle olabilecek insanlarla birlikte çalışmak. Eğer üç-beş sene içerisinde bizim sertifikamız, AURA-İstanbul sertifikası, bir kalite belgesi yerine geçebilirse bizim hedefimiz tamamlanmış olacak.

AURA-İstanbul’u oluştururken esinlendiğiniz yurtdışı örnekleri var mı?

Sinan: Var, aslında ben örnek aldığım değil, kurumlardan bahsedeyim. Ne yaparız, nasıl bir şey olur diye bakınırken aslında daha önceden de bildiğim ama detayını çok araştırmadığım bir şeyle karşılaştım. New York’da çok ünlü “New York Institute for Architecture & Urban Studies” diye bir enstitü var. 1970’lerde Peter Eisenmann ve çevresi tarafından kurulmuş, zamanında çok müthiş bir mimari entelijansiyanın bir araya geldiği bir platform olmuş. Sonra güncelliğini yitirmiş, ara vermiş, bir on senedir falan da genç bir mimari ekip Peter Eisenmann’dan da el alarak tekrar başlamışlar. Aynen bizim yaptığımız gibi onlarınki de bir sertifika programı. Ama onlar farklı olarak sadece proje yapıyorlar; New York’la ilgili bir proje yapıyorlar. Onlarda bizdeki gibi seminerler, konferanslar çok yaygın değil. İki üç jüri oluyor dönem içinde, o jürilere dışarıdan değişik mimarlar, profesyoneller, akademikler katılıyor, tartışma platformu haline geliyor. Çocuklar hem deneyim kazanıyorlar, hem kenti tanıyorlar. Amaç bu.
Bir de biz burada yapılan her projeyi her sene bir kitap olarak, Türkçe-İngilizce yayınlamayı planlıyoruz. Üst üste oluşturulacak somut, kalıcı bir ürün olarak elimizde olsun istiyoruz. Bizim bir katılımcımız yurt dışında veya Türkiye’de bir üniversiteye master veya doktoraya başvurduğunda yayınlanmış bir araştırma projesinin olması büyük bir avantaj olacak. Veya bir ofise başvurduğunda profesyonel olarak da aynı şekilde olabilir, “benim bu kitapta şu projem var” diyecek.

İpek: Şunu da söyleyelim, sertifika alma garantisi yok.

Sinan: Programa kabul edilmesi, sertifikamızı otomatik olarak alacağı anlamına gelmiyor. Yayınlanma garantisi de yok, ama mümkün olduğu kadar herkesi davet ediyoruz.

Hangi kriterler var sertifika vermek için ya da yayınlanmak için?

Sinan: Bir kere projenin yeterli bir çalışma olması lazım, bu sürenin çok iyi geçirilmiş olması lazım. Bunun da herkes tarafından kabul edilmesi lazım.

Derslere devamlılıkla ilgili kurallar nasıl?

Sinan: Haftada beş gün en az sekiz saat burada çalışılmasını istiyoruz. Cumartesi günleri de programları oluyor. Aslında burası, insanların aşağı yukarı on beş ile on yedi haftalarını tamamen buraya adayacakları bir program. Yani bir yandan çalışayım da yapayım gibi bir şey yok. Buraya bir sömestr adayacaklar kendilerini. Biz bunu bekliyoruz. Öyle bir katılım ve katkı sürecini yoğun yaşamak bizim için temel kriterlerden bir tanesi, sonuç ürün de dolayısıyla değerli olmak durumunda.

Jale: Yolu burada kendi çabalarıyla aşmaları lazım. O da sabrın, işin ve karşılaşacakları dünyanın bir parçası sonuçta.

Çalışma ortamı nasıl?

Sinan: Herkese bir bilgisayar ve yazılımları olan bir çalışma ortamı sağlıyoruz. Burada bir küçük toplantı sınıfımız var, bir yanda seminer salonumuz var, maket atölyesi olarak kullanacağımız küçük bir alanımız var, alan bu kadar. Bu alan şu anda 18 kişilik.

Jale: 3D printerlar gelecek, ona göre bir donanım olacak ki bazı projelerimizi de burada üretip görebilelim. Deneyime dair, daha dokunaklı bir çalışma olsun.

Peki bu sömestrdaki proje alanı neresi?

Sinan: Her öğrencinin farklı konuları ve farklı alanları var. Bazı öğrencilerimizin alanı da yok, mesela bir öğrencimiz sırf sanal mekan üzerine çalışıyor; oldukça teorik bir çerçeve içerisinde. Bir öğrencimiz katılım projeleri ile ilgili, katılım tabanlı tasarım ile ilgili çalışıyor. O da dünyadaki modelleri araştırıyor. Bunlar okullarda pek yapılabilecek şeyler değil. Belki sonunda illa İstanbul’da olmayabilir ama, yaşadığımız şehirde İstanbul’u da çok yakından ilgilendiren, bir takım modeller ortaya çıkabilir. Bir arkadaşımızın da yine somut proje alanı yok, “bir kent nasıl deneyimlenir?” meselesini yine belki bir bölge üzerinden somutlaştırarak ele alacak ama esas, dünyada bunun teorisi, felsefesi nasıl; bunlara bakacak.

İpek: Bir iç mimar arkadaş mimari proje çiziyor.

Sinan: Bir de, bu dönem katılımcılarımızı davet usulü aldık. Geçici, ilk dönemimiz olduğu için.

İpek: Hocaların tavsiyesi ile geldiler.

Sinan: Tanıdığımız, bir kısmı da öğrencimiz olmuş, belli potansiyellerini bildiğimiz katılımcıları davet ettik.

Yöntemsel seminerde nasıl bir yol izliyorsunuz, herkesin farklı projesi var, ona göre mesela neler öneriyorsunuz?

Sinan: 3 atölye yürütücüsü var. Katılımcılar projelerini birebir onlarla görüşerek geliştiriyorlar. Sömestr içerisinde iki ara jüri, bir tane de teslim jürisi olarak projeleri değerlendirdiğimiz süreçler oluyor, projeler enine boyuna tartışılıyor. Seminerler kişilerin kendi projeleri üzerine değil şu an. Daha genel konularla ilgili. Herkesin içinden bir şey alabileceği, herkesin tartışabileceği şekilde. Ama o dediğinizde haklısınız; daha ileri dönemlerde biraz daha projelerin ilgi alanına yönelik, daha özelleştirilmiş, iki-üç kişilik gruplara yönelik seminerler de olabilir.

Sizin burada nasıl deneyimleriniz oldu? (AURA-İstanbul öğrencilerinden Seda Altan’a yönelik soruyoruz)

Seda Altan: Benim AURA’yı sahiplenme yaklaşımım daha farklı olduğu için, proje ve seminerlerin her birine daha farklı bir gözle bakıyorum. Geleceğe yönelik potansiyelleri ile beraber düşünüyorum. Aklıma, Sinan Bey’in söylediği, “Katılımcıların beş gün sekiz saat burada olmalarını istiyoruz.” cümlesi takıldı. Bu ortamda olmak böyle katı ve zorlu birşey değil. Bizim için de burada olmak; her an bir seminerde bulunabilmek; akademisyenler ile birlikte mimarlık teorileri üzerine düşünebilmek ve sektörün içinden gelen, normal şartlarda ulaşmanın güç olduğu meslek profesyonelleri ile tanışabilmek, geleceğe yönelik çok büyük fırsatlar.

Jale: Dirsek teması kuramayacakları insanlara soru sorabilecekleri, fikir paylaşabilecekleri, aynı platformda konuşabilecekleri bir ortam var burada. Bu çok çok önemli, yani “sen öğrencisin, ben öğretmenim.” gibi bir diyalog yok burada.

Seda: Burada olmayı istemek bu sürecin bir parçası. Ben mesela burada yaptığım şeyi çok da iş olarak tanımlamıyorum. Ayaküstü sohbetler sırasında bile entelektüel bir paylaşımın içerisinde bulabiliyorum kendimi. Arkadaşlarım da biliyorum ki burada olmaktan ve AURA-İstanbul’un dinamik yapısının bir parçası olmaktan büyük heyecan duyuyor.

İpek: Hocalar daha fazla heyecanlı oluyor bazen, seminer çıkışlarında.

Seda: Seminerlerden sonra aklımızda bir sürü soru işaretleri beliriyor. Mesela Ufuk Doğrusöz’ün seminerlerinde mimari metin analizi yapıyoruz; farklı disiplinlerden gelen insanların farklı bakış açılarını bir arada görüyoruz, bu çok önemli. Aynı zamanda, özellikle Cumartesi Aurası Seminerleri’nde farklı meslek gruplarından gelen profesyonellerin uygulamalarını görüyoruz; “Katılımcı Tasarım” semineri de böyle bir örnekti. Ben bir şehir plancısı olarak şu an mesleğimi uyguluyor olsaydım, öyle bir işin içinde yer almak isterdim. Çok ümitsiz bir şekilde, ne yapacağını bilemeyen bir yeni mezun olarak gelseydim ve bu seminere katılsaydım, benim için inanılmaz aydınlatıcı olurdu.

İpek: Berraklaşırdı değil mi görüşlerin?

Seda: Kesinlikle. Bu mimarlar için de geçerli. Örneğin, “Kent ve Heykel” seminerinden sonra; her gün önünden fark etmeden geçtiğin bir objeyi artık farklı görüyorsun, geçmişten gelen sanat akımlarıyla birlikte düşünüyorsun. AURA’da kazanılan tüm bu birikim, hem günlük yaşam içerisinde hem de mesleki anlamda, kapsamlı bir bakış açışı kazandırıyor. O yüzden burası tamamen bir sıçrama tahtası.

“Artık bizim çevremize, İstanbul’a bir anlamda holistik, multidisipliner şekilde bakmamız lazım.”


Biraz “Amacımız” kısmında yazdığınız şeyden gideyim. Biraz dönmüş olacağız tabii okullarla ilgili konuya… Yapılı çevreyi ve doğayı modernist bir bakış açısıyla ayrıştırarak tanımlamaya çalışan yaklaşımların yetersiz olduğunu söylüyorsunuz. AURA’da nasıl bir bakış açısı var?

Sinan: Geçtiğimiz yüzyıl ağırlıklı olarak bizim meslek alanında modernist bir bakış açısının geçerli olduğu bir dönem. Bir modernist çevresine nasıl bakar bir sorunla karşılaştığı zaman? O sorunu hemen parçalarına ayırır, her birini kompartmantalize ederek kendi içinde tanımlar ve onları işlev şemasıyla örgütlemeye çalışır. Fakat dünya o kadar karmaşık ki; çevreyi, dünyayı, yaşamı bu şekilde anlamak mümkün değil ve bu modernist parametrelerin aslında çözüm üretmediği, sorun ürettiği düşüncesi geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinde ağırlık kazandı ve bu parametreyle üretilmiş, planlanmış şehirlerde çok ciddi sıkıntıların olduğu ortaya çıktı. Mesela özellikle Amerika’da, sıfırdan bu parametrelerle oluşmuş kentlerde şehir merkezleri ve etrafında suburb’ler; kenti çalıştığın yer, eğlendiğin yer, yatakhane, spor yaptığın yer gibi bölgelere ayırmak…”Bundan nasıl geri döneriz? Çok büyük bir hata yapmışız. Başka nasıl bakış açıları geliştirebiliriz?” diye tartışmalar başladı. Yetmişlerden beri olan New Urbanism tartışmaları var. Kentli bir toplumsal yaşamı kavrayıp anlayabilmek o gördüğümüz gerçekliği kompartmantalize edip, kendi içinde ayrıştırıp açıklayarak olacak bir şey değil, yanlış sonuçlara yol açıyor. Ben bu arada ’86 yılında Şehircilik bölümünde Prof.Mehmet Çubuk’la beraber doktora çalışmasına başladım. Bir sene derslere girdim çıktım, yeterlilik sınavını verdim, sonra doktoramı yazmadığım için kentsel tasarım alanında doktor olmadım, o ayrı hikaye. Fakat bu derslere girip çıkarken o dönemde, şimdiki sonuçlarını gördüğümüz siteleşmenin, siteler aracılığı ile konut üretmenin hukuksal ve imarsal altyapısı hazırlanıyordu. Ada bazı, kat mülkiyeti meseleleri… O zaman bu siteler çok modernist ve çok müthiş bir şey olarak algılanıyordu, biz otuz yıl sonra şimdi o yapılaşmanın neden olduğu problem şehirlerle karşı karşıyayız. Gerçek kentsel kamusal alan o siteler arasında kalan tanımsız alan. Hiçbir işlevi, kullanımı yok şu anda. Artık bizim çevremize, İstanbul’a bir anlamda holistik, multidisipliner şekilde bakmamız lazım. Başka arayüzler oluşturmak, geliştirmek lazım diye düşünüyorum. Aslında yola çıkışımız biraz bunun yansıması.

Son olarak da şunu sorayım, ben ücret konusunda internet sitesinde bir bilgi göremedim, kolay ödenebilir bir miktar mıdır nasıldır merak ediyorum, bir de kaç kişiye burs veriyorsunuz?

Sinan: Şöyle söyleyelim, normalde burası ucuz bir program değil, öğrenci başına altı bin dolarlık bir program çünkü bizim koyduğumuz eğitim kalitesi seviyesi çıtasında yıllık masrafımız o kadar. Türkçe – İngilizce eğitim, yurt dışına değişim programlarıyla eğitmen ve öğrenci göndermek, oradan buraya getirmek gibi bir hedefimiz var. Orta vadede Avrupa Birliği’ne akredite olmak gibi bir hedefimiz var. Çıtayı oraya koyuyoruz fakat gel gelelim, hele de ilk aşamada, daha programımız kendi kalitesini ispat etmemişken katılımcılardan bu parayı alamayız, talep de edemeyiz dolayısıyla biz bu programı sponsorlar vasıtasıyla finanse etmeyi planlıyoruz. Katılımcılardan ücret almayı planlamıyoruz.

İpek: Almıyoruz da zaten ilkesel olarak.

Sinan: Şunu da istiyoruz tabii ki, ideal ortamda işin finansman kısmı ile eğitim ve katılımcı seçme kısmını birbirinden ayırabilirsek, bağımsızlaştırabilirsek bizim gerçekten fark yaratabileceğimiz öğrenci havuzunun miktarı çok genişler. Biz biraz potansiyeli olan, ışığı olan insanlara da ulaşmak istiyoruz. Bu ikisini birbirinden bağımsızlaştırabilmek bizim için ideal bir şey, belki zaman içerisinde biz de değerimizi kanıtladığımız zaman iş başka bir yere gidebilir.

Jale: Burada tamamen sponsorlukla, bağışlarla değil, ayrıca küçük mikro sistemlerle, katkı sağlayabileceğimiz belirli ürünler üzerinden de başka firmalarla bir ortak çalışma yapıp, karşılığında kazanç sağlayıp, o kazancın da tamamını buraya yatırmayı planlıyoruz. Burası bağış bağımlısı bir alan değil, kendi ayakları üzerinde duran, ama tabii ki sponsorların desteğini de yanına alan bir yer.

İpek: Sadece bize verin diye değil, biz de verelim diye gidiyoruz. Kazan-kazan durumu olsun istiyoruz.

Sinan: Bir firmanın talebi üzerine “AURAFocus” isimli bir proje geliştirdik. Onlar dediler ki “Ürünümüzü tanıtmak için mimarlara ulaşamıyoruz. Mimarlarla ne konuşacağımızı bilemiyoruz, onlara sırf mal satıcısı değil de çözüm ortağı olabilmek için ne yapmamız gerektiğini bilmiyoruz, bize yardımcı olur musunuz?” Biz de dedik ki, “Kurtul Erkmen (AURA-İstanbul yönetim kurulu başkanı) liderliğinde gelişen bir toplantı düzenleyelim, masaya Kurtul Erkmen moderatör olarak otursun, sizin ulaşamadığınız dört tane mimarı da getiririz buraya, siz de bütün pazarlama ekibinizi getirin, sormak istediğiniz her şeyi sorun, bir arama toplantısı gibi olsun. Toplantı, seminer yapalım; araştırmacılarımıza ürünlerinizi tanıtın, bunun karşılığında siz de her sömestr bir öğrenci destekleyin.” Burada Jale Hanım’ın söylediğine geliyor, firmalar bir şey kazanıyorlar. Bizim mimarlık network’ümüz iyi, bütün mimarlarla tanışıklığımız olabiliyor, bu mimarlar da üç dört saatliğine böyle bir şeye rahatlıkla katılabilirler. Biz böyle bir moderatörlük arayüzünü üstlenebiliriz. Bu bizim sağlayacağımız bir artımız, firmalar bundan ciddi bir fayda sağlar, sağlayacaklar… Onlar için de genç insanlara markalarını tanıtmak bulunmaz bir nimet. Bunu yapan başka organizasyonlar da var, ilk akıl etmiş biz değiliz. Bizim de buna benzer karşılıklı bir şey üretebileceğimiz bir modelimiz olabilir.

Jale: Bireyler olarak kolektif çalışarak kendi aramızda farklı yapıda oluşumlar kurup eğitime destek verilmesinin ne kadar önemli olduğunu gördüğümüz bir noktadayız. Aktif ve düşünen bireylerin artık bayrağı devralması lazım. Bahsettiğimiz gibi, sistem sizi biraz daha düzleyip , yontup, bir prototip olarak ortaya çıkartıyor. Biz ise bireysel düşünce ve hayalin önünü açarak başka bir yere götürmek istiyoruz. Bunların hepsi ileriye dönük yatırımlar tabii. Sanıyorum bir 5-10 sene sonra insanların da bu farkındalıkla yaşam alanlarına bakış açısı daha başka olacak. Burası bir vakıf, dernek ya da akademi değil bir hayal ile yaşam alanı köprüleri kurma sahası.
Biz çok sağlam adımlarla oluşturulmuş bir vizyon içerisinde gönüllüyüz, hepimiz çok farklı yerlerden geliyoruz ve birikimimizi paylaşmak, bilgimizi aktarmak üzere hayatımızın çok büyük bir zamanını buraya adayarak heyecanla çalışıyoruz.

Etiketler

Bir yanıt yazın