Ragıp Buluç ile söyleşi.
Ragıp Buluç: Evet, bilgisayar sayesinde büyük kadroya gerek kalmıyor. Bir ara çok kişi çalışıyorduk, iş görülemedi. Bunun nedeni gruplaşmaların olmasıydı. Çünkü Türk Milleti beraber çalışmaktan uzak bir millet. O yüzden ben Atakule’yi bile dört kişi ile yaptım. O zaman bilgisayar da yoktu ve elle çizim yapıyor olmamıza rağmen dört kişi çalıştık. Şimdi ise bilgisayar desteğiyle minimumla çok büyük işler çıkartabiliyoruz. Ben zaten sürümden kazanmıyorum. Her işi almıyorum, aldığım işi ciddiye alıyorum. Bu bir katlı, iki katlı bir ev bile olsa ciddiye alındığında epey bir vaktinizi alıyor. Projeleri genelde kendim yapıyorum. Çok gerekirse personel sayısını, arttırıyorum. Ama bilgisayar birçok meseleyi halletti bugün. Artık büyük ekibin gereği yok gibi geliyor bana.
RB: 1964’te mezun oldum. 1967’de yüksek lisansımı tamamladım. Birkaç sene Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalıştıktan sonra askere gittim. Daha sonra hep serbest çalıştım. Yurt içinde ve dışında birçok iş yaptım.
RB: Evet, 1970 yılında Osaka’da Orhan Peker ile beraber yaptığımız dışında 1985’te yine Tsukuba’da yalnız başıma yaptığım bir proje ve ondan sonra da 1998’de Lizbon’da yapılmış bir projem var. Fakat deneyimin pek yararı yok. Mesela 1985 ve 1998 yılında yaptığım pavyonlar, Amerika, Japonya, İngiltere pavyonları da varken en çok gezilen, en beğenilen pavyonlardan oldu. Bunlar hoş şeyler tabii ama devamı yok ve arkasından gelen projeleri de başkaları yapıyor. Mesela şu anda Zaragoza’da kimin yaptığını bilmediğim, içinde on, on beş tane Türk çeşmesi olan bir proje var. Bunları duydukça, gördükçe Türk devletinin de, milletinin de hafızasından şüphe ediyorum. İlla “Ben yapayım.” diye söylemiyorum ama “Sana bir para vermeyeceğiz. Ama gel danışmanımız ol, bir fikrini alalım.” diyen de yok. Bunlar çok özel projeler ama bu birikimden istifade eden ya da etmek isteyen yok. Bunu kendi üstünüze de alabilirsiniz. Yani Türkiye’de istediğiniz kadar bilgi birikiminiz olsun, kimse size gelip bir şey sormuyor. Herkes, her şeyi kendisi biliyor. Bizim mesleğimizin en kötü taraflarından biridir bu. Herkesin bildiğini idda ettiği bir işi yapıyoruz. Hatta şöyle bir laf var: “Türk milleti çok entellektüeldir. Yarısı doktor, yarısı mimardır” diyorlar. Böyledir, burada herkes birbirine ilaç verir. Halbuki biz gerçekten ussal bir iş yapıyoruz. Çok yaratıcı bir mesleğimiz var. Ben inanıyorum ki, birçok kurumun başında, en azından karar verme mekanizmalarında bir mimar olsa, o müessesenin, o kurumun kaderi farklı olur. Çünkü bir işe, çok daha geniş ufuktan bakabiliyoruz. Düşünün, bize getirilen her şey çarpık çurpuktur. Zaten 44 yıllık meslek hayatımda kenarları birbirine paralel bir arsa görmedim. Hangi kadastrocu, hangi şehirci yaptıysa bunları, bize hep bir takım uyduruk arsalar gelir. İşveren kendisi oraya bir şey düşünmüş ve işin içinden çıkamamıştır. Sen hem işin içinden çıkıyorsun, hem de güzel bir şey yapıyorsun. Tabii bu toplumda önce takdir ediliyor, ardından kıskançlık duyguları geliyor.
RB: Mimarlar arasından değil de daha çok, mimara karşı olan kişiler cephesinden gelen kıskançlıklar bunlar. Tabii hayatı boyunca mimarlık yapmayıp, laf üreten insanlarda da aynı duygular olabilir. Düşünsenize bir general harp etmemiş ama emekli oluyor. Bina yapmak çok öğreticidir. Ortak bir çalışmadan çıkar bu iş ve tamamen sana ait olan fikirleri, seninle çalışan herkes hayata geçirmeye çalışır, mühendisler dahil. Bizim bu işin patronu olmamız gerekir.
RB: Çoğu zaman bir küçültme yarışı vardır. Takdir duygularının hemen ardından “Sen kravat takmaz mısın, sakalın ne, saçın ne?” gibi konunun dışındaki yorumlar gelir. Hatta mal sahibi bile kendi bindiği dalı keser gibi senin dediğini yapmamaya başlar. Ben bunu yaratıcılığa karşı geliştirilen bir reaksiyon olarak görüyorum. Ama mimarlık o kadar zevk aldığım birşey ki daha fazla bunlardan bahsetmeyelim isterseniz. Benim yaşıma geldiğiniz ve mezuniyetinizin üzerinden de 44 yıl geçtiği zaman işin, bütün dezavantajlarını, bütün zorluklarını biliyor oluyorsunuz. Buna rağmen, bir daha dünyaya gelsem yine mimar olmak isterim. Bu kadar heyecan veren başka bir meslek dalı ne olabilir diye düşünüyorum, bulamıyorum.
RB: Benim iddalı bir lafım var: “Bütün binalar şiir olmak ister.” diyorum. “Şiir gibi kadın”, “şiir gibi bina” duymuşsunuzdur… Çünkü şiir hem çok basittir, hem çok farklıdır. İçinde çok büyük yaratıcılık vardır. Şöyle anlatayım: İyi bir şiirin kelime konstrüksiyonu mutlaka sağlamdır ama her kelime konstrüksiyonu sağlam olan şiir, büyük şiir değildir. Mimarlık da böyledir. Tepenize yağmur yağabilir ama sadece bunların çözüldüğü bir bina da büyük bina olmaz. Birçok yerde söylediğim bir şey var: Bina yapmak mimarlık yapmak demek değildir. Mimarlık binanın üzerine konulan değerlerdir, duygulardır, hislerdir, çoşkulardır, dünyaya bakış açısıdır.
RB: Bunu doğmamış çocuk gibi düşünüyorum. Benim için yaptığım her bina bitmiş bir maceradır. Yeni başlayan bir proje beni çok daha fazla ilgilendiriyor, onda heyecan duyuyorum. Yani yelkenlerimi maziden gelen rüzgarlar doldurmuyor. Plastik sanatların, özellikle heykel ve resimin mimarlar tarafından iyi anlaşılması gerektiğine inanıyor ve bu konuya önem veriyorum. Mesleğinize hakimseniz, öteki mesleğin de kalitesinin farkına varırsınız. İyi bir mimarın kötü bir resmi seveceğine, kötü müzik dinleyeceğine inanmıyorum. Hiç olmazsa kendi eriştiği o noktada diğerlerinin farkına varır. Bunu hep örnek veririm: Sait Faik, bir hikayesinde Büyükada’daki bir duvarcıdan bahseder. Benim erişmek istediğim mimarlığı anlatır o hikayede. “Sait Faik, sen nereden biliyorsun bana öğreten hocaların bilmediği duyguları değil mi, nasıl yaşıyorsun?” demek geliyor insanın içinden. İşte bu, insanın kendi dalında yükseldiği zaman diğerlerine de hakim olabildiğinin göstergesidir.
RB: Tabii. (Ressam) Orhan Peker ile EXPO ’70 Türk Pavyonu deneyimimde örneğin. Şimdiye kadar hep şu olurdu: Bir duvar yaparsın, koyarsın ve “gel şurayı resimle” dersin. Yahut da bir mekan yaparsın, “Gel buraya bir heykel koy.” dersin. Böyle şeyler beraber çalışmak değildir. Bir fikri beraber doğurmak gerekir. Mesela biz Orhan’la çalışmamızda bina kötü bir binaydı, duvarlar eğri büğrüydü, bir nevi iç mimarlık yapıyorduk. Dedim ki “Her şeyi ortaya toplayalım.” “Bunun gibi mi?” der, gider şişeleri ortada toplayan, İtalyan bir ressam olan Morandi’nin resmini getirirdi bana. Ben “a”, o “b” derken, “c”ye karar verilirdi. İşte böyle etap etap bir şey yaratmanın keyfini yaşadım. Çünkü Orhan, özgür düşünceli de bir adamdı. Bir projem için bir resim ya da heykel ısmarlamaktansa fikri beraber oluşturmak çok daha başka, çok daha güzel bir şey.
RB: O projeler arasındaki fark ancak bendeki fark olabilir. Mimarlık işi öyle bir şey ki bazen eski yaptıkların sana düşman olur. Çünkü sen değişmişsindir zaten. Atakule’ye başlamadan önce, 1985’te Tsukuba Dünya Fuarı’nda çok şey öğrendim çünkü 500 m2 bir yer veriyorlar sana ve burada Türkiye’yi anlatmanı istiyorlar. O zamana kadar inandığın fonksiyonalizm, rasyonalizm ile bu işi pek anlatamazsın. Sembollere doğru kaydım ve bu bana çok şey öğretti. Tam o sırada Isozaki’nin Tsukuba’daki meşhur oteline de gittim. Postmodernizm’in ne olduğunu, o binanın içinde anladığımı zannediyorum çünkü benim bütün sıkıntılarımın cevabı o binanın içindeydi. Oradan başlayan ve Atakule ile devam eden dönemde, sembolist yeni değerler aramaya mecbur hissetim kendimi. O açıdan bakınca, Atakule’nin büyük bir deneme olduğu görülür. Yani minare vardır, kubbe vardır ama bu ikisini birleştirmek oranları doğru kurabilmek, o alışveriş merkezlerinin içine mimarlığı sokabilmek benim sorunlarımdı. Bence bu birçok mimara açık bir deneyimdir. Tabii ne kadar yararlanılır, ne kadar yararlanılmaz bilemem. Mesela bir mimar bana “bu yapının hepimizin cesaretini arttırdı” demişti. Şu anda ona benzer çok sayıda yapı var. Atakule 1989’da bitti ve yaptığım dönemde çok etkiliydi. Arkasından gelen Cumhuriyet Kulesi’nde ise artık, fonksiyonun ötesinde birtakım simgeleri de mimarlığın içine sokmaya başladığımı söyleyebilirim. Mesela bir kritik geldi son yaptığım Cumhuriyet Kulesi için, diyorlar ki: Tepedeki Selçuklu simgesi süs olarak kalmasaydı da, plana da aks etseydi. Ama hayır, süs olarak kabul ediyorum ben onu.
RB: O zaman Sivas’taki meşhur Divriği Ulu Camisi’ni de beğenmeyelim. Her tarafı, kapısı süsle bezeli. Yani süs de bir unsur olarak girebilir. Ben mimarlık serüvenimin içinde esaretten ve kelepçelerden kurtulduğuma inanıyorum. Hatta bir konuşmamda şunu dedim: Artık dünyada ne kadar mimar varsa o kadar mimarlık var. Bu tabii mimarlara aşırı bir sorumluluk getiriyor. Yani bir “sen kimsin?” sorunu var. Eskiden formüllerle çözüm yaptığın zaman mimarlık değil, bina önemliydi. Şimdi ise bence mimarlık değil, onu yapan mimar daha önemli.
RB: Tabii. Bir kaos yaşanıyor. Kendini geliştirmemiş insanlar mimarlık yapmaya kalktığında postmodernizm yap-satçılık, pembeye-yeşile boyamak zannediliyor, ama yapılan yine üç oda bir salon. Yani bir yaşam biçimi üzerinde düşünme eksikliği var. Mimarlık bir biçim yaratma işi değildir. “Türk hafif mimarisi” diye adlandırdığım bir şey var. Yani, çok düşünmeden iş yaparsan, şıklığa önem verirsen, planın dekorasyon ağırlıklı olursa işte o hafif mimari olur. Bu düşünceyle, ileriye kalacak archetype olarak tüm insanlığa mal olacak binalar yapamazsın. Bu, resimde de böyledir. Belli formüllerle güzele ulaşmak kolaydır. Pembenin yanına gri yakışır, bejin yanına da bir diğer renk. Bilinen pastel renkleri kullanmak, ne kokar ne bulaşır birtakım vasat neticeler çıkarır, herkes beğenir. Mühim olan ise Selçuklu’lardaki gibi şeytanın aklına gelmeyeni, patlıcan moruyla turkuazı birleştirebilmektir. Mimar, kişi olarak olgunlaşmaya mecburdur. Düşünmeden iş yapan sadece mimarlar değil ressamlar da, şairler de, gazeteciler de var. Halbuki düşünerek, ne yaptıgını bilerek hareket etmemiz lazım çünkü ussal bir faaliyet yapıyoruz biz. Her projeye sıfırdan başlıyoruz, kendimizi ortaya koyuyoruz. Nedir bizi o buruşturup buruşturup attırtan, “olmadı” dedirten sonra bir gece yaptığınız eskize “oldu” dedirten duygu? Duygularla yoğrulanın akıl olduğunu atlamamak gerekir.
RB: Biz mimarların harika çocuğu yoktur. Çok zordur, istisnadır. Dünyanın en zor sanatıdır mimarlık. Çünkü mimarsanız, bir şair kadar, bir ressam kadar duygulu, bir satranç ustası kadar akıllı olmaya ve bunu bir kişilikte toplamaya mecbursunuz. Yirmi yaşından sonra herkes ihtiyardır benim gözümde. Yani belli bir çocukluk devresini atlatmış herkes eşittir. Gençlik, ihtiyarlık çok saçma şeylerdir. Ben belli bir yaşta bir adamım ama ihtiyarlıktan hiç korkmadım, eskimekten korktum. Ne yazık ki birçok kişi çok daha genç yaşında eskiyebiliyor.
RB: Tabii. Onlardan bir tanesi de kendini tekrarlayanlar olabilir ya da “ben oldum” diyenler, kapıları kapatanlar, para kazanmayı her şeyin önüne çıkaranlar.
RB: Size bir anekdotumu anlatarak başlayayım. Bazı olaylar sonrasında bir belediye başkanı yardımcısı bir gün benden özür diledi. Niye dilediğini sordum. “Kusura bakmayın çünkü biz ilk defa bir mimarla çalışıyoruz.” dedi. Şimdi, bir ülkede bir idarecinin ilk defa bir mimarla çalışması onun kabahati olduğu kadar mimarların da kabahatidir. Çünkü bu belediye başkanı ve onun gibi idareciler ilk başlarını önlerine eğip geldikleri zaman birçok mimar, partisi ve siyasi fikirleri yüzünden onları reddediyor. Böyle şey olmaz. Biz, tıpkı hipokrat yemini etmiş doktorlar gibi davranması, bize gelen müşterinin siyasi düşüncelerine bakarak hareket etmemesi gereken meslek insanlarıyız. Bir doktor, sen şu partilisin, bu partilisin diyebilir mi? Tabii orada birtakım yanlış ve doğru işler var. Yanlış işler çoğunlukta da olabilir ama yalnız başlarına kalmışlar bu insanlar. Benim bu konuşmalarım bile belki sadece mimarlar tarafından okunacak. Belki bana kızacaklar. Acaba niçin dışa açılamıyoruz? Bunu çok merak ediyorum. Biz hala birbirimize mimarlık anlatıyoruz, halbuki bizim bunları politikacılara, doktorlara anlatmamız lazım. Yıllarca Amerika’da kalmış ama House Beautiful’un ötesine geçememiş o kadar çok doktor gördüm ki… Bunun kabahati o doktorlarda değil. Türk entellektüeli her şeyden anlar gözükür. Sinemadan anlar, şiirden anlar, televizyonda konuşurlar. Ama bu kadar herkesi ilgilendiren bir konu olmasına rağmen mimarlık hiç konuşulmuyor, yayınların dışında kalıyor. Altı tane sanatın içinde Aristo’dan beri mimarlığın da olduğu bilinmez, unutulmuştur. Halbuki şu anda mimarlığın içindeyiz, sokağa çıkıyoruz yine mimarlığın içindeyiz. Herkesi bu kadar ilgilendiren, etrafta bu kadar konuşulması gereken bir olaydan niçin bu kadar uzak kalınıyor? Çünkü Türk entellektüelinin kafası tembel. Bir İngiliz çavuşu bile Parthenon’un 46 kolon üzerine dikilmiş olduğunu bilir. Bizim en iyi entellektüelimiz bilmez bunu. Tac Mahal’in mimarının İsa Mehmet Efendi adında bir Türk olduğunu bildiğini hiç zannetmiyorum önemli bir doktorun. İngilizler unutturmak isteyip, bu yapının mimarı için Moğol demiş olsa da onun mimarı Türk’tür.
RB: Ben esasında iyi ya da yabancı bir mimar diye bir kavramın olmaması gerektiğine inanıyorum. Dünyadaki örneklerini Türkiye’de de görmek istediğim birçok mimar olabilir. Acaba Ankara kurulurken Holzmeister değilde Gropius yapsaydı, Türkiye’deki mimarlığının kaderi değişir miydi? Böyle bir taş kitle yerine Mies van der Rohe pırıl pırıl demokrat bir meclis binası tasarlasaydı, bugün dünyadaki yerimiz ne olurdu? Doğru mimarların Türkiye’ye gelmeme nedenleri bizim idarecilerin onlara erişememesi, onlarla iletişim kuramamasıdır. Sadece paraya önem vermediklerinden doğru dürüst adamlar gelemez buraya. Tsukuba’daki Türk Pavyonu’nun açılışında fuar bölgesinin genel mimarı Kurokawa gelip, pavyonun mimarı olarak beni tebrik ettiğinde büyük elçimiz bunu kabullenememişti. Bugün özellikle İstanbul’da, Osmanlı’nın son günlerine benzeyen bir cereyan var. Daha evvel Suudi Arabistan’da, Katar’da dolaşan birtakım yabancı mimarlar, Türkiye’de tek geçer akçe oldular. Bunun iki nedeni var: Birincisi yabancı hayranlığı olabilir, ikincisi de vergi kaçırılması olabilir. Yahut da ortaklarına atılan kazık olabilir. Çünkü bu insanların büyük dedeleri de sömürgeciydi. Onlar 17 milyon Dolar’a projeyi aldıklarını ve bunun 10 milyon Dolar’ını da Türkiye’de dağıttıklarını belirttiklerinde devletleri kabul eder. İşte bu yüzden, o aradaki paraların İsviçre’de hangi bankaya yatırıldığını takip etmek lazım. Yani bunun arkasında yatan kurnazlığı farkedebilmek, onlara yalnız yabancı oldukları için kıymet verilmediğini bilebilmek gerekiyor. Şu da bir gerçek ki, Türkiye’de bir “zenci kompleksi” var. Eğitimsiz, dil bilmez bir idareci, Amerika’ya gittiğinde Bush’un önünde nasıl ayak ayak üstüne atarak oturduğunu anlatırken, doğru bir laf söyleyebilmenin ayak ayak üstüne atmaktan daha önemli olduğunu atlıyor. Tabii bunlar demokrasinin açıkları da olabilir ama ben böyle komplekslerin olduğuna inanıyorum. Şu andaki kültür bakanımız mesela, en kültürlü adam olduğu için değil, iktidar partisinin içindeki en kültürlü adam zannedildiği için o makamda. Görünen her şey o kadar ters ki, bazen şaşıyorum, bu ülkede niye sandalyeler tavanda durmuyor diye. Yani mimarlığa bu kadar az kıymet verilmesinin arkasında yatan nedenleri daha ciddi bir şekilde düşünmek lazım. Yani Osmanlı’daki o çok zarif yapıların, sokakların, camilerin nasıl olup da Cumhuriyet’te birden kaybolduğunu ortaya koymak lazım.
RB: O ve ondan sonra devam eden şeyler olduğunu düşünüyorum. Çünkü onlar yüksek bir kültürün ürünüydü, bugün ise yaygın olan kültür avam kültürüdür, yüksek bir kültürden bahsedemezsiniz. Yüksek kültürü elit insanlar yapar. Türkiye ise uzun müddet elit insan düşmanlığı yapmıştır, hala da öyledir. Ne demek olduğunu çok merak ettiğim entel diye bir tabir çıkardılar mesela. Entel dantel diyorlar hatta.
RB: Nasıl anlatayım bilmiyorum ama garip bir şekilde mimarlar arasında düşmanlık var. Zannediliyor ki, ben senin yaptığını alaşağı edersem daha büyük mimar olurum. Halbuki böyle birşey yok. Geçenlerde yabancı bir programda Elizabeth Taylor’ın, Michael Jackson’ı anlatırken ne kadar yücelttiğine tanık oldum. Bizde olsa gözünü oyarız. Onlar, sen bir adamı kötülersen onun da seni kötüleyeceğinin farkındalar. Halbuki deneyimlerimizi birbirimize aktarabilmek çok önemlidir. Yani herkes kendi tecrübesini kendi başına yaşamasa, bir Türk mimari ekolü doğabilir buradan. Biliyorsunuz, akıllı adam başkasının deneyimlerinden istifade eden adamdır. Fakat böyle bir ülkede kendi deneyiminden bile istifade edemiyorsun. Halbuki deneyimler çok önemli ve birbirlerinin üstüne konması gereken değerlerdir. Bir de özellikle son zamanlarda İstanbul’da başlayan birşey var: Arka kapıdan girmeye çalışanlar, populistler, ben projeyi bedava yaparım diyenler. Bu da işin kötü tarafı. Bunları uzaklaştırmak, cezalandırmak lazım.
RB: Kimsenin anlamadığı yerde iyi – kötü farkına varılmıyor. Orman yangınları gibi büyük yangınlar kontrollü yangın çıkarılarak söndürülür. Türkiye’de ise uzun yıllardan beri, küçük alevleri söndürmek için büyük yangınlar çıkarıldığına inanıyorum. İki yüz yıldır bu böyle benim bildiğim kadarıyla. Örneğin Tanzimat zamanında biri “Ben bir yapı yaptım.” derken biri de çıkıp “Biz hürriyetle uğraşıyoruz, hür olmaya çalışıyoruz. Sen ne yaptığını zannediyorsun?” diyebilirdi. Devam edersek arkasından Cumhuriyetçilik, Batıcılık, hepimizin yaşadığı sağ-sol meseleleri, şimdilerde din, laiklik meseleleri geldi ve bunlar gibi büyük ateşler, her daim küçük ateşleri söndürdü.
RB: Politik meseleler, Türk, Kürt meseleleri ve belki de bizi hiç ilgilendirmeyen sorunlar. Halbuki, orada yapılan güzel bir bina, burada yapılan iyi bir resim, şurada yazılan iyi bir şiir toplumu toplum yapan değerlerdir. Buna ben fazlasıyla inanıyorum. Yani Fransız’ı Fransız yapan biraz da Voltaire, Balzac değil midir? Bu isimler eserleriyle olduğu kadar düşünceleriyle de öne geçtiler. Bugün hristiyanlık dediğiniz zaman aklınıza sizin ne geliyor? Mendelsohn, Haydn, Bach geliyor. Yoksa Bethlehem’deki 3 çoban, 5 kuzu gelmiyor aklınıza. Ne olurdu acaba, Mendelsohn, Haydn, Bach falan olmasaydı? Aynı şeyleri Müslümanlık için düşünelim. Sinan olmasaydı, Itri olmasaydı, neye benzerdi Müslümanlık? Türkler yüceltmiştir müslümanlığı, yoksa kabile ya da çöl dini olarak kalabilirdi.
RB: Birçok kişi bunlarla kolaya kaçmak için bir sığ liman olarak ilgileniyor. Bir Fransız solcu milletvekili kürsüdeki sağcı milletvekiline şöyle bağırıyor, “Siz geçmişin külleri ile uğraşırken biz onun ateşini aldık bile çoktan.” Biz de çoğu zaman geçmişin sadece külleri ile uğraşıyoruz. Türk Mimarisi’nin otopsisi yapılmaya çalışılıyor. Ben Doğan Kuban’ı severim ama Doğan Kuban’ın kitabını yeni yapacağım yapıya referans alamıyorum. Tabii ki bunları bilmek lazım ama geçmişin ateşini almak son derece önemlidir. Bu da ancak bu topraklarda gelişmiş olan yaşam biçimini çok iyi bilmekten geçer. Türk Kültürü diyebilmek için dünyanın nerde olduğunu çok iyi bilen aydınlık kafalara ihtiyaç var. İsim vereyim, bugün Talat Halman’la Türk kültürü üzerine konuşabilirim. Çünkü kendisi dünya kültürünü çok iyi bilen, Sheakspere’i bilen bir insandır. Oysa dünya görüşü olmayan bir insan, mesela yün çorabı sadece Türkler’in ürettiğini, bunun bir kültür olduğunu zannedebilir. Bunların biraz da tezgah imkanıyla ortaya çıkmış formlar olduğunu bilmez. Yorum çok önemlidir. Fransız yönetmen Claude Lelouch Göreme’de çektiği filmde hiçbir Türk’ün göremediği bir güzelliği ortaya koyuyorsa bu, dünyayı tanıdığındandır. Kültürün geldiği seviye çok önemli. Ben Türk Kültürü üzerine henüz doğru dürüst araştırmaların yapıldığına inanmıyorum. Benim subjektif bir bakış açım var. Benim bir dostum 18 sene kaldıktan sonra İsveç’ten geldi. Aslında herkes samimi olsa, niye geldiğinin doğru teşhisini ortaya koyabilse Türk Kültürü’nün kökleri ortaya çıkacaktır. Biz birbirimize merhaba demesini bilen insanlarız. Siz herhangi bir Alman’a yarın saat 11:00’de randevu verdikten sonra “Bu akşam gelebilir miyim?” diyemezsiniz. O da “Aman kalk, gel.” demez. Orhan Peker, çok güzel bir laf söyler, “ileri kalmış insanlar” der. Türk Kültürü, Türk yaşam biçimi, batı yaşam biçiminden çok farklıdır. Ama ikisinin de pozitif ve negatif tarafları vardır. Biz gece saat 12:00’de birbirimizin kapısını çalabiliriz. “Geldim, benim karnımı doyur.” denir, doyurursun. “İnsanlık öldü mü?” diye bir laf vardır. Sen bugün bana bunu desen, ben seni hastanelere taşırım üç gün de bakarım. Cebimden para da sarfederim. Bu bizim kültürün hoş taraflarından biridir. Ama “Merhaba! Nereye gidiyorsun?” da bizim kültüre aittir. Çok birbirimizin içine girmek manasında söylüyorum. İnsanlık çok önemlidir ve bizde insanlığa önem verilir, insana değil. Batıda ise insan çok önemlidir. Danimarka’da bir battaniyeciye “Battaniye ver.” diyemezsin. Onu yapan, tasarlayan kişinin adıyla anılır o. Yani lamba alacaksan “Henningsen” dersin, adam sana çıkarır lambayı verir. Buradaysa, şu güzel halıyı kimin, hangi kadının ördüğü belli değildir; şu güzel türküye “anonim” denir. Muhakkak bunu birinin yazmış, bestelemiş olduğu göz ardı edilir.
RB: Mimarlık toplumdaki bütün bozulmalara rağmen kendini koruyor. Bunu galiba popüler olmamaya borçlu. Biz diğer insanlardan çok farklı insanlarız. Biraz ukalayız ve popüler olmayan ayrı bir dünyamız var bizim. Çerkezler gibi adetlerimizi falan çok sağlam tutabiliyoruz. Çünkü popüler olmaya başladığın zaman bu değerlerden ödün vermen gerekecektir. Etrafıma bakıtığımda inanılmaz, mucize binaların çıktığını görüyorum. Ben gençken bütün bu yapıları yapanları falan çok tenkit ederdim. Şu anda doğru dürüst bir yapı görünce o mimarın elini öpmek geçiyor içimden. Çünkü biliyorum ki o her şeye rağmen o yapıyı yapıyordur. Müteahhite rağmen, işverene rağmen, çevreye rağmen. Biz “rağmen” iş yapıyoruz, ne yazık ki.
RB: Tabii. Allah’tan şimdi bilgisayar çıktı da fotoğraf üzerinde rötuş yapabiliyoruz. Bina bittikten bir hafta sonra yayınlanmak üzere fotoğraf çekmeye gidin mutlaka birşey yapmışlardır. Sinan’ın son eseri olan Üsküdar’daki Şemsi Paşa Camisi benim hayran olduğum ve Sinan’ın mütevaziliğin içinde büyümüş, ne kadar büyük bir mimar olduğunu anladığım yapıdır. İnanılmaz biçimde iğrenç bir tuvalet yaptılar oraya. Bir kısmı camla kaplı, soba boruları dışarı çıkıyor… Sinan’a sahip çıkılamıyorsa ben, benim binamın orasını burasını bozdular diye nasıl itiraz edebilirim ki? Kırşehir’deki Cacabey Camisi’ne bakın. İnanılmaz güzel bir külliyedir orası da. Ama Kültür Bakanlığı’nın girişe 1×1 m boyutlarında mermer bir plaka çaktığını görürsünüz. Üzerinde şöyle yazar: “Dokuz basamakla girilmektedir. Dört minaresi vardır. Minareler de rokete benzemektedir.” Sen basamakları sayamazsın sanki… Onu bırakın, kim bir minareyi rokete benzetebilir? Ama buyrun işte Kültür Bakanlığı bunu yazmış. Fakat kültürün izleri kolay kaybolmuyor. Benim, mimarı olarak yaptığım yapıların düşmanı kimlerdir biliyor musunuz? Yeni şehirli, Amerika’ya gitmiş gelmiş, oradan bir takım fikirlerle dönmüş, kendini bir şey zanneden yarım insanlardır. Benim yapılarımı en çok halk beğeniyor. Ankara Eryaman’daki toplu konutlarda fotoğraf çekmek için herhangi bir üst kata çıktık, kapıyı çaldık. Hoş bir hanım yanında, üç yaşında bir kızı ile kapıyı açtı. Balkondan fotoğrafı çektik çıkarken teşekkür ettim kadına. Kadın, “Ben size teşekkür ederim.” dedi. Nedenini sorduğumda ise “Bu evde o kadar mutluyum ki…” dedi. İşte bu sana verilen müthiş bir değerdir. İsterse Mimarlar Odası, veya herhangi başka bir kültür derneği bana ödül vermesin. Bu kadının verdiği ödül gerçek bir ödüldür. Ben Atakule’yi, Hilton’un girişinin dizaynı için getirilen Solano adında İtalyan asıllı kişi ile aynı dönemde yaptım. Kendisi galiba lobinin dizaynı için 1 milyon Dolar almıştı. Tahminim 1-2 milyon Dolar da İngiltere’den getirdiği malzemelerden komisyon almıştır. O sırada Atakule de yapılıyordu. Şunu düşündüm: Acaba halk Hilton’un o dekorasyon ağırlıklı, altın yaldızlı, kafesli lobisini mi sevecek yoksa benim yapımı mı? Ben kazandım. Bu benim kazanmam değildi aslında halkın verdiği bir şeydi. Halka güvenmek lazım. Güvenmemen gereken, bir şey zannettiğin, bakan, doktor, mühendis olsalar da yarım olan insanlar oluyor. Türkiye yarım adamların ellerinde şu anda. Yarım insanlardan hep korkun.
RB: Eryaman Konutları’nın 1. ve 2. etapları müteaahhitlere verilmiş işlerdi. Onlar mimarlarını bulup yaptırmışlardı. Gördüğünüz o çirkin, on katlı sefertası gibi yapılar onlara ait. Sonra 3. ve 4. etabına gelindiğinde, tersi yapıldı. Önce mimarlara iş verdiler, sonra projeye uygun müteahhit buldular. 3. etapta iki mimar, Ahmet Gülgönen ve Tuncay Çavdar görevliydi. 4. etapta beş mimar: ben, Doruk Pamir, Erkut Şahinbaş, Ziya Tanalı, Oral Vural. Bizler bu binaları yaptık ve bence 3. ve 4. etap diğerlerinden son derece farklı oldu. Bu dönem TOKİ’nin başkanı aynı zamanda aydın bir insan olan Yiğit Gülöksüz ayrıldıktan sonra sona erdi, tekrar eski sisteme dönüldü. İşler müteahhite verildi, müteahhit mimarını buldu. Bu, çok açıdan bakılıp analiz edilmesi gereken bir süreçtir. Nitekim 3. ve 4. etaplar farklıdır ve olması gerektiği gibidir. İşte Şark Kültürü bu: Devamlılığın sağlanamaması. Avrupa, Rusya’yı, Türkiye’yi batılı saymaz bir türlü. Hatta İspanya’yı bile Avrupalı saymazlar. Çünkü kitle toplumudur bunlar. Bir Stalin, bir Lenin çıkar herkes komunist olur, bir Gorbaçov çıkar herkes Glasnost’çu olur. Burda bir Atatürk çıktı hepimiz Atatürkçü olduk. Bu toplumlar böyledir, önden giden bir adamın arkasına takılır. Peygamberler boşuna bu bölgeden çıkmamıştır. Danimarka’dan çıkan bir peygamber var mıdır mesela? Onlar çıkmadılar ki, biz çıkardık onları. Avrupalı olmayı başarmak dediğimizde, yine mimarlığın dışına taşıyoruz. Köy Enstitüleri devam etmeliydi, okuma yazma oranı 100% olmalıydı, bu oranın %100’ü ilkokul mezunu değil %71’i de üniversite mezunu olmalıydı diyoruz. Ben Japonya’ya gittiğim zaman, harpten sonra üniversitelerin çok hızlı diploma verdiği ve şu anda bu neslin çocuklarının üniversiteye geliyor olması problemini nasıl çözeceklerini tartışıyorlardı. Yani kültürsüz yetişen bir neslin çocuklarının da kültürsüz olacağı tezine yönelik tedbirler düşünüyorlardı. Türkiye ise, uzun zamanlar kendini yetiştirememiş insanlar tarafından idare edilmiş. Bilen adama kıymetin verilmediği bir ülkedir burası ve neticesi de budur. Geçenlerde, özellikle o geçmişin külleriyle uğraşmak deyişlerim hakkında,”Bunları konuşan, sizin gibi düşünen başka mimar var mı?” dediler. “Bir tek ben varım.” dedim. Yazık tabi. Çünkü ben hocalık yapmayı sevmem, kimseye ders de vermek istemem. Ben sadece bu işi seven bir adamım. Bu kadar da basit.
PS: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederiz.
1 Yorum
http://rktr.co/14RuuVI