Hasan Öncüoğlu tarafından kurulan Öncüoğlu Mimarlık şu an yoluna 4 ortak ile devam ediyor. Ofisin ortaklarından Enis Öncüoğlu ile kurumsal yapıları, çalışmaları ve gelecek planları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Enis Öncüoğlu: Öncüoğlu Mimarlık ilk kurulduğunda Hasan Öncüoğlu tarafından kurulmuştu. 1989 yılında mezun olduktan sonra Öncüoğlu Mimarlık’ta çalışmaya başladım ama Hasan Öncüoğlu ile aramızdaki ilişki belli bir zamana kadar işveren-çalışan ilişkisinden çok farklı olmadı. Esas değişim Hasan Öncüoğlu’nun vefatından sonra Öncüoğlu Mimarlık portföyündeki projelerinin ağırlıklı olarak yurtdışında olmasından sonra oldu. Hasan beyin vefatından sonra eşim Çağla Öncüoğlu ve kardeşim Engin Öncüoğlu ile yürütmeye çalıştığımız Öncüoğlu Mimarlık’ta, işlerin yurtdışında olmasının gerektirdiği koordinasyon süreci, hem tasarım, hem de iş geliştirme faaliyetlerini aynı anda yapılamaz duruma soktu. Bunun neticesinde de öncellikle Önder Kaya’yla başlayan ortaklık sistemi daha sonra Cem Altınöz ve Cumhur Keskinok’un proje ortakları olarak katılımıyla büyüdü. Kendi aramızda yapmış olduğumuz iş bölümü sayesinde daha donanımlı ve çok sesliliğinde getirdiği pozitif yaklaşımla, mimari kalitenin arandığı ve ilişkilerin daha kurumsal bir yapıya doğru organize edildiği günümüz Öncüoğlu Mimarlık şirketine dönüşüm gerçekleşti.
EÖ: Esasında ACP tamamen Öncüoğlu Mimarlık’a ait. Açılımı “Achitecture Consultancy Planning” olan yurtdışı şirketimiz. Yapmış olduğumuz birçok projede İngiliz ve Amerikalı firmalarla rekabet halindeyken Öncüoğlu’nun telaffuz problemleriyle karşılaştık. İkinci bir neden de bazı bölgelerde ve ülkelerde sadece Türk bir şirket kimliğindense çok uluslu bir mimarlık şirketi kimliğiyle bir arayışa girmenin gerekliliğini farkettik. Bu şekilde yurtdışında kurduğumuz bütün şirketlerimize ACP adını verdik. Yurtiçi kontratları Öncüoğlu, yurtdışı yerel kontratları ise ACP ile imzalarken, Öncüoğlu ve ACP arasında ortaklık yapısında ya da fiziksel farklılık olmadığı için ve ikilem yaratmaması açısından genel olarak sunuşlarımızda Öncüoğlu+ACP logosunu kullanmaya başladık.
EÖ: Ankara dışında İstanbul, Hamburg ve Moskova’da ofislerimiz var. Özellikle İstanbul ve Moskova ofislerinin kuruluş amacı bulunduğu bölgedeki işveren koordinasyonu, lokal izinler, ekspertizlerle ilgili koordinasyon. İşin esas hazırlandığı yer Ankara, dolayısıyla bu iş bölümü ve organizasyon çok net ve tanımlı. Tek istisna Hamburg ofisi. Hamburg ofisinde bir Alman ortağımız var. Almanya ofisinin kurulma sebebi bundan 3-4 sene önce Rusya’da oluşan yoğun avan proje talebine cevap verebilmekti. Bu talepte çok sesliliği yansıtmak ve farklı anlayışları da işverenle tartışabilmek adına daha önce de farklı sebeplerle biraraya geldiğimiz Claus Jungk ile ortaklık kurduk. Hamburg ofisinin genel iş tanımı Ankara’da hazırladığımız konsept projelere alternatifler hazırlayarak farklı konuların farklı perspektiflerle tartışılmasını ve bu sürecin neticesinde karar verilen şemanın gerek mimari gerek ticari kalitesinin arttırmak olmuştur.
EÖ: Sadece Rusya değil bütün ülkelerde karşılaşılan en büyük zorluk aramızdaki lisan problemi. Özellikle İngilizce’nin az konuşulduğu ülkelerde bu daha da zorlaşıyor. Bunun ötesinde oralardaki lokal normlar ve işin onay sürecinde farklılaşması projeyi olumlu ya da olumsuz olarak etkileyebiliyor. Özellikle Rusya’da yaptığımız ilk projelerde yaşanan tercüme hataları, prosedürün doğru değerlendirilememesi ve yerel ortaklarımızın ortak çalışma disiplini almamış olması bizi olumsuz olarak etkiledi. Bir çok projemizde gereksiz zaman kayıpları yaşandı. Birçok projemiz yaşanan zorluklar nedeniyle istemediğimiz değişikliklere uğradı. Bunun bu şekilde yapılamayacağını fark ettiğimiz dönemde de zaten o ülkelerde gerekli lisansları alarak, yerel mimar ve mühendisleri istihdam ederek, tasarladığımız projelerin sonuna kadar aynı kalite ve anlayışta bitirilmesini sağlamaya yönelik olarak koordinasyon ofislerini kurduk.
EÖ: Alışveriş merkezlerinde lokasyondan sonraki en önemli konu mimari tasarım. Mağaza karması da çok önemli ancak lokasyon ve mimari tasarımı iyi olan bir yapıda mağaza karması iyi olmasa bile zaman içerisinde bu düzeltilebilir, ancak ne lokasyonu ne da mimariyi değiştiremiyorsunuz. Mimaride en önemli konu projenin kurgusu. Bu kurguyu açmak gerekirse birimlerin biribiriyle olan ilişkisi, bu ilişkinin oluşturduğu kurgu üzerinden müşterinin algısı; müşterinin, malların ve araçların dolaşımı ile ilgili geliştirilen düzenlemeleri sayabiliriz. Özellikle son dönemde hızla gelişen büyük kentlerde, sosyal donatı alanlarının azlığı da alışveriş merkezlerinin başarısını körüklemiştir. Artık bir sebeple alışveriş merkezlerinin belediyeler tarafında üretilemeyen sosyal ve kültürel alanların özelleştirilmesi gibi bakmak gerekmektedir. Dolayısıyla bu mekanların tasarımında artık sadece kar amaçlı ticari tesisin ötesinde kent genelinde farklı hizmetleri de veren sosyal ve kültürel fonksiyonlarında içine entegre edildiği, yarı açık kamusal alan özelliklerini aramak zorundayız. Dolaşımdaki rahatlık ve alışveriş merkezinin algısı, yaya ve araç ulaşımının rahatlığı, oluşturulan konfor şartları, gün ışığı, ferahlık, iç mekan zenginliği gibi çözümler projelerin başarısında önemli rol oynamaktadır. Bizim için her yaptığımız proje yeri, ölçeği, kurduğu ilişkilerle ele alındığında bir ilktir. Yaptığımız projeler içerisinde birbirine benzeyen tek nokta iç mekan ve dış mekan organizasyonunda ticari mekan kimliğinin yanında kamusal sosyal mekan kimliği ile ilgili arayışlarımız olmuştur.
EÖ: Öncüoğlu+ACP Türkiye’deki projelerin ötesinde uluslararası mimarlık hizmeti veren kurumsal bir firma olma amacını taşımaktadır. Bu amaç doğrultusunda uluslararası mimarlık firmaları arasında oluşan rekabette yeni pazarların oluşturulması, yeni yatırımcılarla tanışmak ve o günün şartları içerisindeki rakip firmaların projeleri hakkında bilgi edinmek için en önemli ortamın gayrimenkul fuarları olduğunu gözlemledik. Sadece MIPIM ve MAPIC değil, ExpoReal, Cityscape gibi fuarlara da Avrupa’da ve Asya’da katılmaktayız. Bu tip etkinlikler sayesinde hem çalışmak istediğimiz pazarlar, o pazarların belli başlı firmaları ve var olan rakiplerimizin projeleri hakkında bilgi sahibi olduk. Bunun ötesinde açmış olduğumuz standlarla da geniş bir coğrafya üzerinde çok çeşitli müşteri profiline ulaşma imkanını da sağladık.
EÖ: Ankara ya da İstanbul mimarlığı gibi farklı bir mimarlık süreci, üretimi ya da organizasyonu olmadığını düşünenlerdenim. Ankara’da da İstanbul’da da mimarlık hizmeti veren firmalar aynı kurallar, şartlar ve mevzuatlar çerçevesinde bu hizmeti verebilmektedir. Varsa bir farklılık Ankara’da daha çok kamu idarelerinin bulunması, İstanbul’da ise özel sektörün gelişmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Farklı işverenler, farklı arayışları için değişik prosedürlerde proje elde etmektedir. Dolayısıyla farklılık projenin nasıl elde edildiği ile ilgili bir farklılıktır. Ankara’da ve İstanbul’da işin alınışı ve yapılışı ile ilgili farklılaşma işverenden kaynaklanmaktadır. Bu sürece mimar işin başından sonuna kadar ne kadar dahil oluyorsa mimari kalite de o kadar artmaktadır, bunun kamu ya da özel sektör olması çok fark etmemektedir. Son kullanıcıya ulaşan üründe Ankara, İstanbul, İzmir ya da Kayseri arasında farklılık olduğunu düşünmüyorum. Bir rekabet söz konusuysa; Öncüoğlu+ACP için olan rekabet hissi İstanbullu firmalarla aramızda yaşanan rekabetin ötesinde uluslararası mimarlık hizmeti veren çok uluslu firmalarıyla olan aramızdaki rekabettir. Bizim izlediğimiz, incelediğimiz ve rekabet içinde olduğumuz firmalar da bu uluslararası firmalardır.
EÖ: 2009 senesi bizim için zor geçti çünkü ağırlıklı olarak yurtdışı projelerde ve büyük gayrimenkul projeleri içerisinde yer aldığımız bir dönemde girilen kriz ile birçok projemiz iptal oldu. Bizim gibi 50 kişilik kadrosu olan ve bir çok ülkede faaliyet gösteren bir firma için, krizin öncellikle finansal organizasyonunda yaşanan zorluklar ve projelerin yönetim süreci ciddi problemler yaratmıştır. Bizde oluşan bu ortamı, uzun zamandır fırsat bulamadığımız kişisel değerlendirme dönemi olarak gördük. Çok yoğun bir temponun ardından, kendimizle ilgili gerek organizasyon, gerek nitelik, gerek teknolojinin geliştirilmesi ve verimliliğin arttırılması yönünde çabalar harcayabileceğimiz bir fırsat olarak gördük. Eksiklerimimizi tespit edip o yönde şirket içi eğitim imkanları yarattık. Olabildiğince aynı kadroyu koruyabilecek tedbirleri alarak, kriz sonrası olması muhtemel hızlı bir gelişmeye hazırlanmak için çaba sarfetttik. Ticari devamlılık için yeni pazarlar aradık ve bu arayışımızın sonucunda Ürdün, Libya, İran gibi ülkelerde yeni projeler yapmaya başladık.
2010’dan itibaren gayrimenkul piyasasında, en azından Türkiye’de bir hareketlilik şahsen tespit ediyoruz. Son dönemde çok çeşitli niteliklerde marinadan konuta, karma kullanımdan hastaneye bir çok projeyle ilgili tekliflerin isteniyor olması bizim için umut verici. 2010’un 2009’dan sonra çok hızlı bir yükseliş dönemi olacağını tahmin etmiyoruz. 2010 daha olumlu geçse de çok hızlı bir iyileşmenin olacağını beklemek yanlış olur. Gayrimenkul piyasası ve yatırımlar, ülkelerin ve pazarların ekonomik dengesi ile sağlıklı büyümenin sağlanacağı finansal yöntemlerin doğru şekilde sektöre kazandırıldığı ülkelerde daha hızlı iyileşecektir. Türkiye’de gayrimenkulün dinamikleri çok uluslu firmalar tarafından şekillendiği bir dönemde, ciddi bir büyüme için çok uluslu firmaların da eski gücüne kavuşup aynı ilgiyi ve çabayı göstereceği günleri beklemek doğru olacaktır. İç dinamikler, sağlıklı ve devamlı gelişim göstermediği, mimarinin başarıdaki rölünü kavramadığı sürece sektörümüzün önünü açacak bir pazar yaratmaktan ne yazık ki uzaktır.
1 Yorum
Bir Peyzaj mimarı olarak konuyla ilgili fikirlerimi paylaşmak isterim. Öncelikle gezi olayları öncesi yayınlanan korkunç ve iptidai görsellerin yanında çok daha eli yüzü düzgün mimari bir yaklaşımla işlevlendirilmeye çalışılan bir meydan görüyoruz. Gezi olaylarının somut kazanımlarından biri olarak bu beni sevindirmiştir. Ama görseller gerçekçilikten uzak bir müteahhitin projesindeki daireleri satmak için hazırlattığı görseller gibi veyahut yarışma görseliymiş gibi inceleyenleri etkilemek için yapıldığı apaçık. Bu projenin de bir çırpıda meydan projeleri taratılarak ortaya çıktığı belli. Sadece seçim öncesi propaganda için yapıldığı izlenimi de bende oluşmuştur, malum yayalaştırma projesi zaten mahkemece iptal edilmiş durumda.
Meydan, ortaya çıkan beton kütle haliyle zaten dairesel olarak heykel merkeziyetinde yuvalanan kamusal alan özelliğini yitirmiştir. Cevredeki yogun yapısalların ortasında görüş acısının genişlediği ve çevredeki yapıların ışınsal yönleniminin yayalaşma projesi öncesi meydana doğru beliren merkeziyeti, yeni haliyle iki yöne doğru yönelen akslarının birleşmesiyle meydanvari özelliğini yitirmiştir(Harbiye ve gümüşsuyu yönü). Bu kadar büyük bir beton vaha yani meydanın bitiş sınırlarının algılanamaması meydanın algılanabilirliğini ve merkeziyetçi algısını kırmıştır, Harbiye yönüne doğru oluşan kot farkı da meydanın bütünselliğini kıran bir durumdur. Anıtın referans noktası olma özelliği yitirilmiştir. Heykel meydana iliştirilmiş sanatsal bir obje halini almıştır ve boyut olarak farkedilmesi zaten halihazırda güçken hemen gerçekleşmeyen çarpıcılığı, bakış açısından çıkarak iyice kaybolmuştur.
Meydanın peyzaj açısından değerlendirilme biçimi de, özgünlükten ve gerçekçilikten uzak bir projeyle ortaya dökülmüştür. Gezi parkının Yeşil alan bütünlüğü ile ilişiklenen meydanı, bu sefer bir kaç adacık daha ekleyerek zenginleştirmeye çalışmışlar. Kitle boşluk etkisini adacıklar oluşturarak zenginleştirmek istemişler. Lakin Ölçek ve oransal ilişkilendirme çalışmaları acaba yapılmış mı? projenin tam halini göremesem de ortaya çıkan görsellerden böyle bir çalışma yapılmadığı fikri bende belirmiştir. Sanki birisi eline bir kalem almış ”şuraya grup ağaçlar koy, suraya da koy” diye yuvarlaklar yapıp, modeli yapan kişinin eline tutuşturmuş gibi.
Bence taksim meydanı projesinin ağaçlandırması, gezi parkına eklemlenen yeşil alanlarla mümkün olmalıydı. Parçalara ayrılmış, lekelenmiş bir meydan toplanma özelliğini yitirmiş bir meydandır. Ayrıca ekstra altyapı işleri demek, otomatik sulama sistemi çekilecek herbirine, drenaj kesinlikle olmak zorunda, betona hapsedilmiş bu zavallı ağaçların toprak kısmındaki suyu tahliye etmesi gerek ki,kökler çürümesin, nefes alabilsin, hayati eylemlerini gerçekleştirebilsin. Her toplumsal olayda, müdahelede tomasıydı, tazyikli suyuydu, gazıydı bu ağaçların zarar göreceğini bir ben görmüyorumdur herhalde. Gezi parkını en azından eylemlerde aç kapa yaparak, müdaheleler sonucu oluşabilecek zararlardan koruyorlardı bilinçsizce. Ayrıca Bu ebatta ağaçları transplantasyonla getirip burada yaşar halde tutmak gerçekten zor iş. Muhtemelen bu ağaçların yarısı büyüklüğünde ağaçları getirip sık sık dikerek bitkisel kitle etkisi yaratmaya çalışacaklar. Sık sık dikilen ağaçlar büyümek yerine birbirleriyle alan savaşı yapıp duracaktır. Bir süre sonra da galip gelen hayatta kalırken, diğer ağaç sünüp gidecektir. Bu boyutta ağaçların kök sistemi belli bir hacme ve derinliğe ihtiyaç duyacaklardır. bunun icinde zeminin altına doğru ilerlemeleri, betonarme yapı ve zemin altındaki fonksiyonlardan dolayı mümkün olmayacaktır. Bu yüzden yukarıya doğru toprak alanı artırmaları gerekecektir. bu da göz seviyesindeki perspektifi ve bütüncül algılamayı bölecek bir durumdur.