“Alman mimarlığı bugün, daha çok dünyadaki uluslararası gelişmelerle ilgileniyor”

İdil Erkol'un "İki Alman Mimarlığı 1949-1989" Sergisi küratörlerinden Hartmut Frank ile gerçekleştirdiği söyleşi.

İdil Erkol: “İki Almanya Sergisi”, iki Alman devletinin mimarlığını “bir bütün olarak” olarak ele alan geniş kapsamlı bir sergi. Projenin size gelişinden, sergiyi hazırlarken temel aldığınız veriler ve ana kararlardan kısaca bahseder misiniz?

Hartmut Frank: Serginin hazırlık aşamasının uzun bir hikayesi var. Bundan on yıl önce kurulan Alman Mimarlık Arşivi Federasyonu’nun (Federation der Deutschen Architektur Archive) 1999 yılında ses getirecek bir sergi ile tanıtılması düşünüldü. Yeni organizasyon için yeni bir sergi hazırlanması, bu serginin iki Alman devletinin, Demokratik Almanya Cumhuriyeti (Deutsche Demokratische Republik DDR) ve Almanya Federal Cumhuriyeti (Bundesrepublik Deutschland), bir bütün olarak ele alındığı bir retrospektif olabileceği üzerinde duruldu. Sergi ile ilgili birçok tartışmanın sonunda içeriğini hazırlama görevinin biri doğudan (Demokratik Almanya Cumhuriyeti), diğeri batıdan (Almanya Federal Cumhuriyeti) iki küratör tarafından düzenlenmesi gerektiğine karar verildi. Benim için işin başında belirlediğim çok önemli bir düstur vardı: “Mimarlığa dair sorular sorduğunuz sürece, hangi ülkenin olursa olsun, mimarlık her zaman karşılaştırılabilir”. Biz politikayı ve ekonomiyi işin içine karıştırmadan sadece mimari ürüne odaklandık, serginin senaryosunu ise mimarlığın değişmezleri üzerine kurduk. Bu yüzden yapılar kronolojik bir düzen yerine, konut, yenileme, endüstri gibi mimarlıkla ilgili on başlık altında toplanıyor. İncelediğimiz dönemin zaman aralığını ise İkinci Dünya Savaşı’nın bitimi (Prologue 1945-1949) ile Almanya’nın birleşmesi (Epilogue 1989) arası olarak belirledik.

İE: Alman mimarlığı için bu sergiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Serginin Alman mimarlığı ile ilgili bugüne kadar yapılmış en kapsamlı sergi olduğunu söyleyebilir miyiz?

Hartmut Frank: Alman mimarlığı için sergi kuşkusuz çok büyük önem taşıyor. Almanya’yı bir bütün olarak düşünürsek, sergi, bütünün iki parçaya bölündükten sonra nasıl bir gelişim izlediğini gözler önüne seriyor. Sergiye bu gözle bakınca bunun bir “laboratuvar” çalışması olduğunu söylemek yanlış olmaz. Demokratik Almanya Cumhuriyeti ve Almanya Federal Cumhuriyeti’ne iki ayrı devlet yerine bir “bütün” ün iki parçası olarak bakması açısından da bir ilk olan bu sergide, Alman mimarlığının önemli bir döneminin özetini okunabilir.

İE: Serginin 2003 yılında açıldığını düşünürsek, bu nitelikte bir sergi için gecikmeden söz edebilir miyiz? Bu gecikmenin sebebi ne olabilir?

HF: Gecikme demek yanlış olmaz ama koşullar göz önüne alındığında bu anlamda bir serginin gecikmemesi de düşünülemezdi. Sadece iki devletin mimarisinin karşılaştırmalı olarak ele alınması fikri bile uzun süre tartışıldı. Sergi fikrinin gelişmesi, temanın kesinleşmesi ve içeriği oluşturma ve malzeme toplama çabaları gerçekten çok vakit aldı. 1999 yılında ortaya atılan fikri 2003 yılında hayata geçirebildik.

İE: Serginin iki küratöründen birisiniz. Diğer küratör Simone Hein ile nasıl bir çalışma sistemi belirlediniz? Birlikte çalışırken ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

HF: Simone Hein, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde (DDR) yaşamış, DDR hakkında birçok araştırması bulunan bir sanat tarihçisi. Dolayısıyla hazırlık aşamasında yaşadığımız zorlukların başında, meslek farklılığı ve mesleklerin getirdiği farklı bakış açılarından kaynaklanan anlaşmazlıklar geliyordu. Bu tartışmaların hazırlık aşamasını uzatan önemli bir faktör olduğunu söyleyebilirim. Serginin çıkış noktası, ana kararları ve sistematiğine karar verildikten sonra sıra yapıların belirlenmesine geldi. “Gerçek olan”ın “inşa edilen” olduğu düşüncesiyle, tasarım aşamasında kalmış projeler yerine inşa edilmiş olanlar tarandı, aralarından seçim yapıldı ve seçilen yapılar ile ilgili detaylı döküman araştırmasına geçildi. Tabi bütün bu süreç içinde Simone ile anlaşmazlığa düştüğümüz çok nokta oldu ve sonunda dengeyi bulduk.

İE: Serginin hazırlanma aşamasından devam etmek istiyorum. Serginin içeriğini hazırlarken yapılara ait yazılı ve görsel malzemeye ulaşmanız kolay oldu mu? Türkiye’de –özellikle yakın geçmişe ait- kapsamlı bir arşiv çalışması bulunmadığından yapılara ait bilgilere ulaşmakta çok zorluk çekiliyor. Almanya için de böyle bir sorun var mı? Ya da iki Alman Devleti arasında bu açıdan bir fark var mıydı?

HF: Malzemeleri temin etmenin kolay olmadığını belirtmem gerekir. Başlarda amacımız projelere ait orijinal çizimlere ulaşmak ve onları sergilemekti, fakat malzemelere zarar geleceği düşüncesiyle, başta Bauhaus Akademie olmak üzere ulaşabildiğimiz hiçbir kaynak elindekileri sergi için vermeyi kabul etmedi. Bunun üzerine bilgiye ulaşma ve bir kopyasını alma yoluna gittik. Kapsamlı bir arşivi olan Batı tarafında istediğimiz belgelere ulaşmak çok kolay oldu, ama Doğu’da tam tersi çok zorluk çektik. İki devletin arşivleme sistemleri arasındaki fark, eldeki fotoğrafların kalitesinden de kolayca kıyaslanabilir. Bu sebeple sergide, Doğu’dakilerin aksine Batı’daki yapılara ait daha detaylı ve profesyonelce çekilmiş fotoğraflar dikkatinizi çekebilir.

İE: Bu iki devletin mimarisine gelecek olursak, Batı arayış içindeyken, Doğu gelenekselden vazgeçmiyor, daha tutucu davranıyor sanırım. Aralarındaki farklardan, benzerliklerden kısaca bahsedebilir miyiz?

HF: Aslında iki devletin mimarlarının düşünce yapısı arasında büyük bir fark yok. O dönemin mimarlarını düşünecek olursak; aralarında batıda eğitim alıp siyasi görüşleri yüzünden doğu tarafına göç eden ya da doğuda eğitim alıp batı tarafında yaşamayı tercih edenler var. Dolayısıyla Alman mimarlığı içiçe geçmiş bir yapıya sahip.

Daha çok mimarların ortaya koydukları ürünler arasında “proje tipi” bakımından büyük bir farktan söz edilebilir. Örneğin Doğu’da daha çok konut grupları, kültür merkezleri (Kulturhaus) üzerine örnekler verilirken, Batı’da kültür merkezine rastlamak pek mümkün değildir. Buna karşın Batı’da endüstri ve büro yapıları en çok tasarlanıp uygulanan proje tipleri olarak sayılabilir.

Mimari ürünleri karşılaştırınca, aslında bu iki devletin mimarisinin büyük benzerlikler taşıdığını gördük. Bu durum sergi gezildiğinde ziyaretçi tarafından rahatça okunabiliyor. Ortaya çıkan bu benzerlik bence anlaşılabilir bir durum. Akla hemen şu sorular geliyor: Değişen siyasal olaylar karşısında mimar niye ve nasıl düşünce biçimini değiştirebilir? Ya da güncel bir başka soru üzerinden gidersek, Avrupa Birliği oluşumu ile artık mimarlığa ülke özelinde bakamayacak mıyız? İleride “Avrupa mimarlığı”ndan mı söz edeceğiz? Bu gerçekten cevaplanması zor bir soru.

İE: Sizce Bauhaus ekolünün bu iki devletin mimarisine nasıl bir etkisi oldu? Zannediyorum bu konu, özellikle 1950’lerde çok tartışıldı ve Bauhaus’un Alman mimarisi üzerindeki etkisini reddeden büyük bir kesim vardı.

HF: Avangard duruşundan ötürü Bauhaus her zaman en çok konuşulan mimarlık hareketi olmuştur ama yine de bu konunun diğer ülkelerde Almanya’dan daha çok konuşulduğunu söyleyebilirim. Bauhaus’un Alman mimarisine ve tabi ki bu serginin odaklandığı döneme de etkileri olmuştur ama Bauhaus, mimariyi etkileyen onlarca faktörden sadece biridir. Ama yine de batının doğuya göre daha daha çok Bauhaus etkisinde kaldığını söyleyebiliriz. Amerika’ya gidip dönen Gropius, Mies van der Rohe gibi mimarlar batıda modern bir çizgide yapılar inşa ederken; buna karşın doğuda ise geleneklere daha bağlı bir mimari anlayış hakimdi.

İE: İki Alman mimarlığı arasında yazın ve düşünce alanında nasıl bir etkileşim oldu? “Interbau”dan ve Alman mimarlığına katkısından söz edebilir miyiz?

HF: Interbau ile, Le Corbusier ve Alvar Aalto başta olmak üzere birçok dünyaca ünlü mimar Almanya Federal Cumhuriyeti’ne gelip tartışmalara katıldı, çalışmalar yaptı. Doğu bu etkinliklere daha kapalı bir tutum sergiledi. Doğudaki mimarlar mimarlık ile ilgili gelişmeleri yerel ve yabancı gazete ve dergilerden takip etti. Burada esas ilginç olan, özellikle iki devletin mimarlarının birbirleri ile olan iletişiminin engellenmesi idi. Diğer komşu devletlerle bağımsız bir şekilde bilgi alışverişinde bulunan iki devletin, özellikle birbirleri ile iletişim kurması çok zordu. Mimarlar uzun bir süre bu şartlar altında çalıştılar.

İE: Her dönem özel bir yeri olan “Berlin”den bahsetmek gerekir sanırım. Berlin özelinde bakarsak 1949-1989 yılları arasında geçen 40 yılın şehre getirdikleri nelerdir?

HF: İki devletin kurulmasından sonra Berlin şehri, doğudaki Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin içinde bir ada konumunu aldı. Demokratik Almanya Cumhuriyeti DDR ile sınırlı olduğu halde Almanya Federal Cumhuriyeti’ne ait olan Batı Berlin; politik ve ekonomik olaylardan uzak, hem Batı’nın anlayışı ile birçok yapının inşasına hem de önemli iki büyük organizasyona ev sahipliği yaptı. Bu iki organizayondan biri Le Corbusier, Aalto, Niemeyer, Baldassari gibi birçok bilinen mimarın davet edildiği Interbau (Internationaler Bau) etkinliği idi. Diğeri ise IBA (Internationale Bau Ausstellung) adı verilen uluslararası yapı sergisi idi. Bu önemli etkinliklerden sonra Berlin, önce kapsamlı bir planlama hareketine ve sonrasında da büyük bir inşaya şahit oldu.

Doğu Berlin ise DDR’in başkenti olmanın getirdiklerini taşımakla yükümlüydü ve başkent olması sebebiyle Doğu Berlin’de birçok yapı inşa edildi.

İE: Sizce Alman mimarisi bundan sonra ne yöne doğru gidecek? Tipik bir Alman mimarisinden söz edilebilir mi?

HF: Sergiden kolaylıkla okuyamayacağımız birşey bu. Bu konuda birşey söyleyebilmek için öncelikle iyi bir analiz yapmak gerekiyor. Örneğin sergide fotoğraflarını gördüğümüz DDR’daki yapıların büyük bölümü artık yerlerinde yoklar. Duvarın yıkılmasından sonra özellikle DDR’daki binalar yıkıldı ve şu anda da faaliyet gösteren çok az DDR mimarlık ofisi var. Bu sebeple DDR’ın geleneksele daha yakın duran mimarisinin bittiğini, bu dönemin kapandığını söyleyebiliriz. Artık önemli sorunlara çözümleri Batı mimarlığı buluyor.

Alman mimarlığı bugün, daha çok dünyadaki uluslararası gelişmelerle ilgileniyor. Alman mimarlar önemli işlerini de Almanya için değil, başta Çin olmak üzere Asya veya diğer Avrupa ülkelerinde kurdukları büyük ofislerinde gerçekleştiriyorlar. Almanya’da son on yılda ekonomik sebeplerden ötürü çok fazla bina inşa edilmedi. Tabi bu bir geçiş dönemi ama yine de şunu söyleyebilirim ki ileride spesifik bir Alman mimarlığından değil, Avrupa mimarlığından, uluslararası bir mimarlıktan söz edilecek. Öyle zannediyorum ki bir süre sonra bir yapıya baktığımızda İspanya, İtalya ya da Alman mimarisi olup olmadığını ayırt edemeyeceğiz.

İE: Zaman ayırdığınız için teşekkürler.

HF: Ben teşekkür ederim.

Etiketler

1 Yorum

  • hayati-binler says:

    Âmennâ, Muharrem Hilmi beyi tebrik ediyorum. İfade edilenlerin kahir ekseriyetine katılıyorum. Böylesi vâsi tabanlı tahlillere ihtiyacımız var. Teşhis ne kadar doğru olursa tedavi de o kadar doğru olur çünkü. Tebrikler ve Teşekkürler Sayın Şenalp.
    Not: Günümüzde metinde sözü edilen medeniyet tasavvuru. ben idraki, fena-beka telakkisi maalesef büyük nisbette bozulduğundan mabetler, gerek siluet gerekse sair cihetlerden vahşi kapitalizmin boyunduruğu altında geriye doğru ötelenmektedir. Bu ve benzeri hususlarda yapmış olduğum konuşmanın videosunu müdakkik enzarınıza arz ediyorum:

    https://goo.gl/l1oh0L

Bir yanıt yazın