Andrea Kahn, Ali Madanipour, Beverly A. Sandalack, Aykut Karaman

15. Uluslararası Kentsel Tasarım ve Uygulamalar Sempozyumu kapsamında ülkemizde bulunan Andrea Kahn, Ali Madanipour, Beverly A. Sandalack Elif Erdine'nin sorularını yanıtladılar.

Elif Erdine: Uluslararası Kentsel Tasarım ve Uygulamalar Sempozyumu’nun ana teması “Değişimde Kentsel Tasarım, Kentsel Tasarımda Değişim” olduğundan, sürekli bir değişim sürecinde olan günümüz kentlerinin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Süregelmekte olan “değişim”e kentsel tasarımın katkıları nelerdir?

Andrea Kahn: Bana göre sorduğunuz sorunun kentsel tasarımın genel doğasına ilişkin getirdiği bir bakış açısı var; adeta kentsel tasarımın birçok amacı yerine getirmek gibi bir hedefi olduğunu ve bu amaçların çok önemli olduğunu hissettiriyor. Eğer bu soru kentsel tasarımın etki alanına ilişkin bir ipucu veriyorsa, sanırım bu etki alanının oldukça geniş olduğudur.

Beverly A. Sandalack: Ben de kentsel tasarımı temize çıkarma eğiliminde oluşumuzu ilgi çekici buluyorum. Sanki yaptığımız ve tartıştığımız konuların önemli olduğuna kendimizi de inandırmaya çalışıyoruz kanısındayım. Dün yaptığım konuşmada da belirttiğim gibi, kentsel tasarım bir düşünce biçimi olarak ele alınmalı, kentsel gelişimin sağlanması açısından bir yaklaşım olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bu yaklaşım bağlamında hareket eden kişinin hangi disipline bağlı olduğu önemli değildir. Mimarlık disiplini, günümüzde de yaptığı gibi, kentsel tasarımı yapısında barındırabilir; aynı şekilde şehircilik ve peyzaj mimarlığı da kentsel tasarımla bütünleşebilir. Ancak eğer kentsel tasarımın bahsettiğim disiplinlerden yalnızca birine dahil olduğuna inanırsak, o zaman sahip olduğu gizligüçleri göz ardı etmiş oluruz. Dolayısıyla kentsel tasarımın sınırlarının oldukça belirsiz bırakılması gerektiğini düşünüyorum.

Kentte her zaman olduğu gibi günümüzde de çözülmesi gereken önemli sorunlar var. Ancak, disiplinler kendilerini bağımsız olarak tanımladıkça ve aralarındaki sınırları netleştirdikçe, ne yazık ki çözülmesi gereken sorunlar da oluşan bu sınırlar arasında kaybolup gitmekte. Fakat bana göre kentte dikkate alınması gereken en önemli meselelerden birisi kamusal alandır çünkü meydana getirilen tüm yapılaşmaların beraberce varolmasını sağlamakta ve birlikte yaşadığımız alanları tanımlamaktadır. Dolayısıyla kimlik sahibi olan, bir toplumun kültürünü içeren yerler kamusal alanlardır ve bu sebepten ötürü kentsel tasarımın odaklanması gereken çevrelerdir. Ancak daha önce de değindiğim gibi hangi disiplinin konuyu ele aldığının önemi yoktur.

EE: Günümüzde kentleri onları şekillendiren kapitalizm ve küreselleşme süreçlerinden bağımsız olarak düşünmek neredeyse imkansız gibi gözüküyor. Bu bağlamda kentsel tasarımın rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

BAS: Bana göre, kentsel tasarım ya da kentsel tasarım yaklaşımı, bir yeri özgün kılacak olguların anlamlandırılmasını gerektirmektedir. Mimarlık bazen çeşitli küresel stiller yoluyla kendisini ifade edebilir ve stilin “yer”le ilişkisi olduğu iddia edilemez. Fakat kentsel tasarım yaklaşımı, peyzaj, tarihsel gelişim, tipoloji ve morfoloji gibi kenti meydana getiren kuvvetlerin ilişkilerini araştırır; böylece tasarımcı o yeri özgün kılan gerilimleri açığa çıkarır. Aslında bu tasarım öncesi yaşanan bir süreçtir ve bu süreç sonunda oluşturulan tasarım önerileri yerel olanın önemine işaret eder.

EE: Bahsettikleriniz tasarım pratiğine ilişkin de fikirler vermekte. Peki genel mimarlık eğitimi bağlamında kentsel tasarım eğitiminin nasıl kavramsallaştırılması ve uygulanması gerektiğini düşünüyorsunuz?

BAS: Kentsel tasarım eğitimine birkaç açıdan yaklaşılabileceği kanısındayım. Bunlardan birisi kentsel tasarım konusunda özelleşmek isteyen kişilere yönelik olarak oluşturulabilecek tasarım programlarıdır. Başka bir yaklaşım ise kentsel tasarımı farklı disiplinlere eklemlenebilen bir yapı olarak ele aldığımız zaman ortaya konabilir. Bu durumda nesne her zaman kenttir, fakat özne mimarlık, şehircilik, ya da peyzaj mimarlığı olabilir. Eğer bu disiplinlerin tümü kentsel tasarım anlayışı çerçevesinde katmanlı bir yapıya sahip olursa, sanırım mimarlık açısından ideal bir durum ortaya konacaktır.

EE: Sizin de değinmiş olduğunuz gibi kentsel tasarımın disiplinler arası bir doğaya sahip olduğu ortada. Peki bu sistem içinde halk katılımını nerede konumlandırıyorsunuz?

BAS: Halk katılımının eğitim ile çok sıkı bir ilişki içinde olması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle Kuzey Amerika’da yaptığımız projeler sırasında gördüğümüz gibi, halk katılımı yalnızca projenin belirli gereksinimlerini yerine getirmek için yapılan rutin bir çalışmadan öteye gitmiyor. Çoğu zaman halkın da proje kapsamına alınmasını sağlamak için open house ya da benzeri bir uygulamaya gidiyoruz. Bana göre bu tip çözümler yararsız çünkü halkın yapılan çalışmayla gerçek anlamda bir etkileşime girmesine olanak vermiyor. Ancak, eğer halk katılımını eğitim için bir fırsat olarak değerlendirirsek ve insanların yaşadıkları yerlerle ilgili daha fazla bilgi sahibi olmalarını sağlarsak, o zaman halk alması gereken kararlara daha farklı bir bakış açısıyla yaklaşacaktır. Dolayısıyla kentsel tasarımın katılımcı yönü, kişilerin yalnızca tekil olaylarla tasarım sürecine katkıda bulunmalarını değil, çok daha içiçe geçmiş bir kurguyu gerektirir.

EE: Sayın Madanipour, sizin kentsel tasarım ve “değişim” arasındaki dinamiklere ilişkin görüşleriniz nelerdir? Sabahki konferansınızda da bu konuya değinmiştiniz…

Ali Madanipour: Konuşmamda kentsel tasarım ve değişimle ilgili vurgulamak istediğim nokta, günümüz kentlerinin sürekli değişen karakterlerinin şekillendirilmesinde kentsel tasarıma büyük bir görev düştüğüydü. Kentsel tasarımcılar kentlerin kimliklerinin gözle görülür hale getirilmesinde rol oynamalıdır. Endüstrileşme çağını incelediğimiz zaman görmekteyiz ki kentler bu dönemde geçmişe oranla çok daha hızlı bir biçimde büyümeye başladı. Başta bu durum beraberinde büyük kaygılara da yol açmıştı çünkü insanlar ilk defa karşılaştıkları önüne geçilmez büyüme karşısında ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Böylece gitgide kentleri şekillendirme konusunda çeşitli yaklaşımlar, fikirler ve ahlaksal tavırlar geliştirmeye başladılar. Günümüzde endüstrileşme döneminin bittiği iddia edilemez, fakat farklı bir yönde ilerlediği de açıktır.

EE: Sanırım artık kentlerin eskisi gibi endüstri hizmetlerine değil de sevis hizmetlerine dayalı bir gelişim gösterdiğini söyleyebiliriz.

AM: Kesinlikle, bunu ifade etmenin bir başka yolu da eskiden kentlerin çoğunluğunu mavi yakalı işçiler oluştururken, artık beyaz yakalı insanların çoğunlukta olduğudur. Sosyo-ekonomik yapıda meydana gelen bu değişiklik elbette kentlerin görünüşünü de etkilemektedir.

EE: Tüm kentlerin giderek metropolleştiği bu değişim/dönüşüm süreçlerinde, sizce kentin kimliği nasıl etkilenmektedir? Ya da metropolleşen bir kentin kimliği olabilir mi?

AM: Bence kimlik sadece kişinin başka bir kişiden nasıl farklılaştığını değil, aynı zamanda onunla nasıl benzeştiğini de içerir. Örneğin burada hepimiz kendimizi üniversiteye bağlı insanlar olarak tanımlıyoruz, yani bu konuda benzeşiyoruz. Ancak aynı zamanda kimimiz öğretmen, kimimiz de öğrenci olduğumuz için farklılaşıyoruz. Dolayısıyla kimlik olgusunu benzeşme ve farklılaşma arasında oluşan gerilimlerin meydana getirdiğini söyleyebiliriz. Çoğu zaman insanlar kentin kimliğinden bahsederken, o kenti diğerlerinden özgün kılan özellikleri göz önünde bulunduruyor, ancak aslında başka yerlerde görüp çeşitli simgelerle bağdaştırdıkları yapıları da görmekten hoşnut kalıyor. Bu anlamda kentsel tasarımın rolü kenti bu gerilimler içinde ele alıp çözümler üretmek olmalıdır. Elbette çözüm üretmenin birçok yolu var; örneğin bazı kentsel tasarımcılar kapalı siteleri kent için olumlu bir gelişim olarak değerlendirirken, özellikle Türkiye’de kapalı site kavramına karşı çıkan çok sayıda tasarımcı ve eleştirmen var. Demek istediğim kentsel tasarımın kentin sorunlarına vereceği cevaplar çok çeşitli ve birbirinden çok farklı olabilir.

EE: Peki sizce kentsel tasarımcılar halkın da proje sürecine katılımında nasıl bir rol oynayabilir?

AM: Bir yeri şekillendirirken, o yerle ilişkili olabildiğince çok insanı projeye dahil etmenin ideal bir durum olduğu ortadadır. Fakat belirttiğim gibi, bu ideal bir durumdur. Günümüzde Amerika’da ve Avrupa’da birçok düşünür halkın katılımının ne zaman, nasıl ve hangi koşullarda meydana geldiğini tartıştığı gibi gerçekten böyle bir katılımın gerçekleşip gerçekleşmediğini de sorgulamaktadır. Fakat her ne kadar sorgulasak da, bence artık bu olgu adeta ahlaki bir değer haline geldi. Sizin de sorunuzda çok güzel ifade ettiğiniz gibi kentsel tasarımcılar insanları tasarım sürecine dahil etmenin yollarını bulmalıdır. Ancak ne yazık ki bu durum çoğu zaman gerçekleşmiyor. İnsanlar sadece katılımdan bahsediyor, fakat bir de şöyle bir durum var ki katılımı tamamen göz ardı etmektense en azından sözünü etmek de ilerleme kaydetmek için faydalı olabilir.

EE: Peki kentlerin metropolleşme süreçlerinde rol oynayan dinamikler olarak kapitalizm ve küreselleşme kavramları ile kentsel tasarımın nasıl uzlaşabileceğini düşünüyorsunuz?

AM: Bana göre küreselleşme değişmekte olan kentlerin doğasını meydana getiren bileşenlerden birisi. Artık kentler kendilerini küresel ağın içinde konumlandırmak istiyor ve bu sebeple birbirleriyle yarışıyor. Bu anlamda kentsel tasarım kentin kimliğini belirleyen ve yönlendiren araçlardan biri olmalıdır. Örneğin, “İstanbul’a gelin, İstanbul rüya gibi bir kent,” demek İstanbul’un kimliğini şekillendirmenin bir yoludur. Eğer böyle bir strateji izlenecekse, o zaman kentsel tasarımcılar istenilen kimliği oluşturmalı, onu bir marka haline getirmeli ve pazarlamalıdır. Dolayısıyla küreselleşmenin kentin geçireceği değişim konusunda bu tip bir etkisi var.

EE: Kabul etmek istesek de istemesek de bu durum günümüz kentlerinin gerçeği gibi gözüküyor.

AM: Bunu pragmatik bir yaklaşım olarak da değerlendirebiliriz. Başka bir durum da artık kentlerin sahip olduğu kimliklerin de küreselleşme sürecine katılması. Bazı kimseler bu durumu kimliğin gerçekten vurgulanması olarak değil de o yerin sahip olduğu değerlerin pazarlanması olarak değerlendirmekte ve eleştirmekte.

EE: Tüm konuştuklarımızı göz önünde bulundurduğumuzda, kentsel tasarım eğitimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

AM: Biz Newcastle’da kentsel tasarım eğitimini disiplinlerin kesişmesi olarak ele alıyoruz. Bir disiplinde özelleşmek her zaman olası, ancak kişinin uzmanlığını geliştirerek kentsel meselelerle de ilgilenmesi ve böyle bir birikimle tasarım yapması daha farklı bir durum. Dolayısıyla kentsel tasarım eğitimi varolan disiplinlerin eğitimlerine eklemlenebilir ve bu şekilde kişilerin bakış açılarını geliştirebilir. Genelde kentsel tasarımı mimarlar büyük ölçekli olarak görüyor; şehir planlamacıları ise kenti güzelleştirme çabaları olarak değerlendiriyor. Ancak “yer” dediğimiz olgu yapılan bu ayrımlardan çok daha karmaşık ilişkileri barındırıyor.

EE: Demek ki kente bakış açımızı değiştirmemiz, bir anlamda genişletmemiz gerekiyor.

AM: Evet, artık kente daha farklı bir hassasiyetle yaklaşmamız gerekiyor. Ancak burada gerçekleştirilmesi zor olan nokta insanları bu bakış açışına sahip olacakları biçimde nasıl eğiteceğimiz, çünkü elbette önümüzde sınırlı miktarda zaman var ve bu zaman zarfında istediğimiz herşeyi öğretemeyiz.

EE: Söylediklerinizden yola çıkarak, küreselleşme ve kimlik olgularının beraberce varolabildiğini söyleyebilr miyiz?

AM: İnsanlar bu iki kavramı birbirlerinin zıttı gibi görüyor, ancak bence her zaman bu şekilde kavranmak zorunda değil. Aslında bu konu, onu ele aldığımız kent bağlamında incelenmeli. Örneğin küreselleşmenin kendisini en çok hissettirdiği kentlerden olan New York ya da Londra’da iseniz, küreselleşmenin yaşanması gereken en doğal süreç olduğunu düşünürsünüz ve kendinizi tehdit altında hissetmezsiniz. Kimliğinizin küreselleşmenin etkisi ile yok olduğunu düşünmezsiniz. Ancak kimliğin çok önemli ve belirgin olduğu bir yerde iseniz, o zaman küreselleşmenin o yerin kimliğini alıp götürdüğünü sezersiniz. Yani aslında konuya yaklaşımınızı belirleyen onu nerede incelediğinizdir. Örneğin Batı devletleri pragmatik bir yaklaşım içerisine girerek küreselleşmenin getirdiği dinamikleri kolayca kendi kültürleriyle bütünleştirdiler ve bunu yaparken de hiçbir konuda endişe etmediler. Fakat konuyu bir de ideolojik olarak düşünürsek, o zaman ortaya bambaşka sonuçlar da çıkabilir.

EE: Sayın Kahn, sizin kentsel tasarım ve “değişim” kavramına ilişkin fikirleriniz nelerdir?

Andrea Kahn: Bence “değişim”, “istek” demektir. Kentsel tasarım her zaman çeşitli değişimleri gerçekleştirmek için istekli olmuştur, ancak çoğu zaman güdülen bu istek tercih edilen sonuçları doğuramamıştır. Bana göre bu durum değişimin ne anlama geldiğini, etrafımızı çevreleyen dünyayı nasıl algıladığımızı ve dünyayı değiştirme gücümüzü sorgulamamızı da teşvik ediyor. Bir yandan değişimi arzu etmeliyiz çünkü değişim dünyaya iyimser bir tavırla yaklaşmamızı sağlar; öte yandan da geri çekilip değişimin gerçekte ne olduğunu ve hangi koşullarda gerçekleşebileceğini sorgulamalıyız.

EE: Bu anlamda baktığımız zaman değişmekte olan kentler ve kimlik ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Andrea Kahn: Ben kimliğin salt benzeşme ve farklılaşma üzerine kurulu olduğuna inanmıyorum. Kimliğin çeşitlilik anlamına geldiğini düşünüyorum. Nasıl hepimizin üstüste yığılmış birçok kimliği varsa, yerin de çok çeşitli kimlikleri olabilir çünkü yer süreç demektir. Kimliğin bir başka önemli özelliği de insanların kentin kimliğini tanımladığı kadar, kentin de insanların kimliğini tanımladığıdır. Bu karşılıklı ilişkiyi yeteri kadar farkında olduğumuzu sanmıyorum.

EE: Sizin kentsel tasarımda halkın katılımına ilişkin fikirleriniz nelerdir? Halk katılımının Amerika’daki uygulanışını nasıl buluyorsunuz?

Andrea Kahn: Aslında ben halk katılımına karşı olduğumu söyleyebilirim. Bunun sebebi katılıma inancımın olmaması değil, ancak katılımın çeşitli çevrelerce kötüye kullanıldığına çok şahit olmamdır. Bir keresinde Amerika’da katıldığım bir konferansta şöyle bir soru sorulduğunu anımsıyorum: “Eğer halk yeni kentsel tasarım projelerine iddia edildiği kadar katılıyorsa, neden ortaya çıkan projeler hep birbirinin aynı oluyor?” Katılım kavramı genellikle katılımcı malzemenin projeyle kaynaşmasını sağlayan tasarımcının bu malzemeyi objektif olarak irdelelemesi gerektiğini akla getiriyor, ancak aslında bu durum hiçbir zaman gerçekleşmiyor. Demek istediğim, tasarımcı proje sürecine o proje ile ilgili olabildiğince çok sayıda insanı dahil etmek isteyebilir, fakat bunu yaparken diğer insanların fikirlerine hiçbir zaman tarafsız kalamayacağının da bilincinde olmalı.

EE: Sizce kentsel tasarımın küreselleşen kente nasıl bir etkisi ya da katkısı olabilir?

Andrea Kahn: Bence kimliğin kavramsallaştırılma biçimi “yer” olgusunu nasıl tanımladığımızı da değiştiriyor. Bu anlamda sermayenin tüm dünyada akışına dayanan küreselleşme “ölçek” kavramını da dönüştürdü ve bu dönüşüm “yer”in tanımında da çeşitli değişikliklere yol açtı. Günümüzde yerin aynı anda birçok ölçekte okunabilmesine neden oldu. Bence bu konu tasarım eğitimini de gözden geçirmemizi ve “yer”, “mekan”, “ölçek” gibi temel kavramları yeniden yorumlamamızı gerektiriyor. Aslında bu terimleri kullanırken anlamlarını bildiğimizi düşünüyoruz, fakat gerçekte bu çok önemli terimlerin içinde gömülü olan fikirler sürekli değişiyor. Tüm bu değindiklerimle vurgulamak istediğim nokta, ekonomik döngülerle beslenen küreselleşme sürecinde kentin yeniden ölçeklendirildiğidir. Tarihsel süreçleri incelediğimiz zaman kentlerin her zaman yerel olmayan ağlarda konumlanmış olduğunu gözlemlemekteyiz, ancak günümüzde bu ağlar geçmişe göre çok daha karmaşık ve içiçe. Dolayısıyla ben ölçeğin tek bir tanıma sahip olduğuna inanmıyorum. Bu yüzden de tasarım stüdyolarımda asla “kentsel ölçek” terimini kullanmam, çünkü bu terim gerçekten de böyle tekil bir ölçeğin varolduğu fikrini veriyor. Bana göre “kentsel ölçek” olarak betimlenen olgu metropolün, küreselin, yerelin içiçe geçtiği bir alandır. Bu kavramlar birbirlerini tamamlar, birbirleriyle bütünleşir.

Aykut Karaman: Ben de bahsettiğiniz konunun kimlik için de geçerli olduğu düşüncesindeyim. Tıpkı “yer” gibi, “kimlik” de katmanlı bir yapıya sahip; geleneklerimiz, sosyo-kültürel alışkanlıklarımız ve üretim biçimlerimiz kimliğimizi meydana getiren tüm katmanların içine yayılmıştır. Bu yüzden düşündüğümüz ve ürettiğimiz her şey kimliğimizle bir yönden örtüşür. Dolayısıyla küreselleşmenin kimliği tehdit edici bir unsur olduğuna inanmıyorum. Kimlik, doğası gereği, çok güçlü bir yapıya sahiptir. Eğer bir yerin kendine ait bir kimliği yoksa, işte o zaman küreselleşme tehditinden söz edilebilir.

Andrea Kahn: Size katılıyorum. Benim eklemek istediğim şöyle bir nokta var ki, ekonomik küreselleşmeyi sosyo-kültürel küreselleşmeden ayırd etmemiz ve küreselleşme terimini kullanırken çok dikkatli davranmamız gerekiyor. Şu anda terim birbirinden farklı birçok süreci kapsamış durumda.

Aykut Karaman: Katılım meselesi de mimarlık ve genel olarak tasarım gündemini uzun süredir meşgul ediyor. Konuyla ilgili olarak bugün geldiğimiz nokta, bir projede etkisi ya da katılımı olan herkesin bir miktar da olsa çıkar sağlaması gerektiğidir. Yalnızca gelip projeye bakmanın ve fikirlerini belirtmenin katılım olarak değerlendirilmesine karşıyım. Eğer kentin bir bölgesi değiştirilecek ya da dönüştürülecekse, bu yeni durumdan birçok kişinin etkileneceği açıktır. Bu kişilerin projenin içinde ekonomik kar açısından da yer alması gerekir; gerçek katılım budur.

BAS: Bu konuyu gündeme getirmenize çok sevindim çünkü bence de artık katılım kavramının içeriği gittikçe belirsizleşmeye başladı. Tartışıldığı zaman, herkes katılımın “iyi” ve küreselleşmenin “kötü” bir olgu olduğunu söylüyor, ancak durum çok daha karmaşık. Dürüst olmak gerekirse, halkın vermeye yetkisi olmadığı kararları almasını doğru bulmuyorum. Tasarım konusunda biz uzmansak tasarım kararlarını bizler almalıyız, ancak tabii ki halkın hayatını etkileyecek olan kararlarda onların da fikirleri alınmalı. Kendi alanımızdan ödün verdikçe onu daraltmış da oluyoruz. Günümüzde katılım kavramı gitgide yozlaşmakta çünkü demokrasi ile aleladelik içiçe geçmiş durumda.

Andrea Kahn: Ben de dediklerinizle ilgili olarak geçen sene New York’ta yaşadığım bir deneyimi aktarmak istiyorum. 11 Eylül olayları sonrasında İkiz Kuleler’in yerine inşa edilmesi gündemde olan 6 tasarım önerisiyle ilgili düzenlenen konferans “Dünyanın En Büyük Şehir Toplantısı” olarak adlandırıldı. Toplantıyı düzenleyen grup kendi deyimleriyle “katılımcı olaylar”ın gerçekleşmesini sağlamak için bilgisayar teknolojisinden faydalandı. New York’taki en büyük konferans merkezine 5.000 kadar kişi geldi; bu kişiler her birinin üzerinde birer bilgisayar olan 10-15’er kişilik masalara oturdular. İnsanlar akıllarındaki soru ve sorunları bilgisayar aracılığıyla iletmeye başladılar. Bir noktadan sonra ise en çok aktarılan sorular büyük bir ekranda görüntülendi ve bunlar üzerine tartışıldı. Bu durumun halk katılımı olduğu düşünülüyordu. Peki çoğunluğun üzerinde durmadığı konulara ne oldu? Ne yazık ki onlar tartışılmadan göz ardı edildi. Konferansın genel kurgusu hatalıydı çünkü farklı ya da azınlıkta olan konuların görüşülmesine olanak vermiyordu. Daha sonra verdiğim bir seminere katılan Aşağı Manhattan Gelişim Kuruluşu Tasarım ve Planlama Departmanı (Design and Planning Department for the Lower Manhattan Development Corporation) 2. Başkanı, bir öğrencinin yönelttiği “O konferansta elde ettiğiniz verileri gerçekten de kullandınız mı?” sorusuna şöyle cevap verdi: “Elbette elde edilenler faydalıydı ancak soruyu nasıl çerçevelediğiniz çok önemlidir.” Yani soruyu doğru şekilde yönelttiğiniz sürece, istediğiniz cevabı da almış oluyorsunuz.

Aslında bu konu bir açıdan da eğitimle ilgili düşünmemizi gerektiriyor çünkü halkın eğitilmesi katılım açısından çok önemli. Amerika’dan ayrılıp Fransa’daki arkadaşlarımın yanına gittiğim zaman gördüğüm ve çok şaşırdığım bir durum tasarım ve kentleşme konularında Fransızlar’ın ne kadar eğitimli olduğudur. Mimarlık temeli olmayan insanlar projeler ve kent hakkında konuşabiliyorlar. İşte bu noktada kişi “Evet, burada halk tasarıma katılıyor,” diyebiliyor. Amerika’daki problem ise insanların bırakın tasarım disiplinini, kendi fiziksel çevrelerini anlamaktan bile uzak oluşlarıdır.

AM: İngiltere’de meydana gelen ilgi çekici bir olay Prens Charles’in tasarım konularına yaptığı müdahaleydi. Charles’ın tutumu karşısında basın olsun, uzmanlar olsun çoğu kişi halkın eğitilmesi gerektiğine inanmaya başladı, böylelikle tasarım konusunda söz söylemek ve yorum yapmak sadece Charles’a düşmeyecekti. Bu önemli nirengi noktalarından birisidir, çünkü bu tartışmalardan sonra tasarım üzerine çok daha fazla sayıda televizyon programı ortaya çıktı.

Andrea Kahn: New York’ta da şu anda aynı konudan bahsedilmekte çünkü İkiz Kuleler basında öylesine yer aldı ki, mimarlık ve kentsel tasarım konuları da birdenbire gündemde en çok konuşulan meseleler oldular. Fakat bana göre insanların şu anda merak ettikleri, gelecek büyük kentsel projede halkın tepkisinin nasıl olacağıdır. Ortada asılı duran soru, “Kentte başka büyük çaplı proje yapılacağı zaman, o proje de basında yer alacak mı? Yoksa sadece İkiz Kuleler’e özgü bir durumla mı karşı karşıyayız?”

Bence kentsel tasarımla ilgili devletin sorumluluk almadığı ülkelerde sürecin ilerlemesi çok daha zor oluyor, çünkü projeler o denli geniş kapsamlı oluyor ki yeterli miktarda tasarımcı ilgisini ve desteğini elde etmek neredeyse imkansız hale geliyor. Örneğin Hollanda’yı ele aldığımız zaman görmekteyiz ki Hollandalılar tüm kurumlarının da desteğiyle ülkelerini inşa etmek konusunda çok istekli ve başarılılar, çünkü geçmişte orada olmayan bir toprak parçasına sahipler. Adeta kendi toprak parçalarını yaratma üzerine tarih yazmışlar. Elbette kendi toprağını yaratan bir ülkede o toprağın üzerine inşa edilecek projelerle ilgili hassas davranılması kadar doğal bir durum olamaz. Hollandalılar’da gözlemlediğim bu hassasiyeti başka ülkelerde görmüyorum ne yazık ki.

AM: Hollanda deneyimi çok ilgi çekici çünkü bütün ülkeyi tüm detaylarıyla düzenliyorlar ve idare ediyorlar.

EE: Hollandalılar’ın fiziksel çevreleri ile ilgili yürüttükleri çok kapsamlı araştırma projeleri de kentlerin gelişiminde büyük rol oynuyor.

AM: Evet. Hollanda’da sadece kentsel araştırmalara adanmış bir merkez var. Bakanlıkların ve büyük kentlerin finansal desteğiyle kurulmuş bu merkezde Hollanda’nın fiziksel çevresiyle ilgili her türlü bilgi bulunmakta. Eğer araştırma yaptığınız konuda kaynakları yoksa, en geç 48 saat içinde gerekli bilgileri toplayıp size iletiyorlar. İngiltere’deki üniversitelerden de araştırma için bu kuruma başvuruda bulunuluyor. Hatta İngiliz hükümeti bile resmi görevlilerini kurumun faaliyetlerini incelemeleri için Hollanda’ya gönderiyor. Hollanda’yı diğer ülkelerden farklı kılan çok sistematik çalışmaları; ne yazık ki İngiltere’de sektör çok daha bireysel işliyor.

Andrea Kahn: Sistematik yaklaşımın her zaman istenilen sonuçları doğuracağı söylenemez, ancak çalışma alanını daha farklı bir çerçeveye taşıdığı kesin.

AM: Benzer bir kuruluş Almanya’da da var, ancak ben Hollanda’dakinin daha iyi yürüdüğü kanısındayım. Almanya’daki kuruluş yaklaşık 30 yıllık; Hollanda’da ise yalnızca 3-4 senedir devam etmekte.

Andrea Kahn: Aslında kişi halkın katılımına “Hayır” dememeli, ancak sağlanması gereken durum politik güçlerin kentte söz sahibi olmasına engel olacak süreçlere izin vermektir. Ne yazık ki bu da çoğunlukla imkansız gözüküyor. Eğer kenti yönetmekte olan güçlere karşılık gelebilecek bir kuruluş yaratılabilirse, o zaman halkın kentsel tasarıma sağlıklı bir biçimde katılımı sağlanmış olur. Yukarıdan indirilen sistemlerin kente ya da halkın yaşamına olumlu bir katkısı olamaz.

Aykut Karaman: Ben de artık yukarıdan indirilen sistemlerin sorunları çözebileceğine inanmıyorum. Bunun yerine idare etme (governance) kavramı artık ön planda olmalıdır. Demek istediğim, eşit seviyedeki farklı aktörlerin aynı platformda buluşup tartışmalarına olanak veren, fakat onları yönetmeye çalışmayan bir sistemdir.

EE: Gerçekten de kentsel tasarımda artık yönetimden (government) değil de idareden söz etmemiz gerektiği konusunda çeşitli fikirler ortaya atılıyor.

Aykut Karaman: Evet, konuya bu bakış açısıyla yaklaştığımız zaman, uzmanlar ve katılımcılar arasında tek yönlü bir ilişkinin olması gerekmediğini, tersine her iki tarafın da aynı amaç doğrultusunda karşılıklı ilişkilerle yönlendirilebileceklerini görürüz.

EE: Bu verimli söyleşi için hepinize çok teşekkür ederim…

Etiketler

5 yorum

  • ibtihal-ahmedoglu says:

    Osmanli doneminde Istanbul mimarisi altin donemini yasiyordu her nekadar cumhuriyet sonrasi estetik degerini kaybetsede DUNYA BASKENTI ISTANBUL O mistik havayi daima kendisinde barindiracagina inaniyorum . Son donemlerdeki altyapidaki gelismeler de Istanbulun gelecegine fener tuttuguna inaniyorum en azindan umit var diyebiliriz fakat yine bu biz mimarlarin calismasiyla gerceklesir , sloganimiz “ISTANBULU YASATALIM” olursa gerisi kolay ….

  • omer-yilmaz says:

    Konuyu azıcık dağıtmak pahasına: Son dönemdeki iyi gelişmeler bir yanda dursun, yok değiller. Ama İstanbul’un tüm cumhuriyet dönemi kayıpları kadar kaybı var son 10 yılda. Bunun farkında olmak lazım.

  • yasar-adanali says:

    Fazla mimar-merkezli bir bakış olmuş sanki.. Bu filmlerdeki İstanbul temsiliyetini açıklamak için ‘Cumhuriyet döneminin mimari bir dil üretememesi’ tezini kullanmak bence hatalı, en azından eksik. Edward Said ve oryantalizm eleştirisine başvurmak gerekir diye düşünüyorum. Bütün bu filmler oryantalist bir görsel dil kullanmakta, oryantalist bir hikaye anlatmakta. ‘Batı’ ile ‘doğu’ arasında keskin bir sınır çizip, kesinlikle uzlaştırılamaz ontolojik ve epistemolojik ayrımlar iddiasındadır. ‘Orient’ / Doğu zamanda asılı kalmıştır, insanları, gelenekleri, zihniyeti belli kalıplar içinde bu filmler için anlamlıdır. Occident’in / Batının anti-tezidir ve modernleşme açısından gerisindedir. Cami, hamam, kaotik çarşı ortamı, çarşaflı kadınlar, bıyıklı ve göbekli erkekler, barbar polisler bu kalıbın ürünleridir. Ve asıl sorun bu temsiliyet ‘masum’ değildir.

  • kurtulus-turgay says:

    @YasarAdanali : Said, oryantalizm çalışmalarında daha çok Ortadoğu ve Hindistan üzerinde durmuştur. Konunun entelektüel yönünü Adorno ve Benjamin’in ‘Kitle Kültürü’ ve ‘Kültür Endüstrisi’ bağlamında değerlendirmeyi çok daha doğru bulurum.

    Batılı olmayan bir modernliğin etki alanında ağır bir estetik ameliyata yatan İstanbul’un fiziksel sureti, mekansal formları ve içinde yaşayanların sosyo-kültürel haleti ruhiyesi Mimar’lar tarafından şekillenmekte. Merkezi konumdalar. Bazı iktisadi politikalar çerçevesinde bir emlak lobisi yönetiminde devam eden ve özgün kent kimliğine büyük hasarlar veren anti-demokratik dönüşüm hareketi, her şeye rağmen yerel kültürel bir estetik üsluba sahip olursa değer kazanacak. Naçizane naif bir görüş..

  • yasar-adanali says:

    İstanbul’un fiziksel suretinin sıkıntıları ve yerel kültürel bir estetik üsluba sahip olmasının faydası noktasına katılıyorum. Ayrıca yazıdan ve kolajlardan da son derece keyif aldım. Elinize sağlık!

    Vurgulamak istediğim, bugün İstanbul Osmanlı kimliğinin ötesinde veya onun devamı olarak özgün bir mimari üretmiş olsaydı bile yukarda bahsi geçen filmler için (en azından izlediğim birçoğu için) önemli ve görünür olmayacaktı. Çünkü bu filmler İstanbul’u ve Türkiye’yi ‘batı’ kimliğinin ötekisi olarak ve son derece özcü bir şekilde ele alıyor, dertleri de o zaten. Bu öteki de ‘şark’tır. Ama nüanslı bir şark değil, aksine son derece kaba, geçişken olmayan bir şark. Dolayısıyla İstanbul dekorunu yeniden üretirken de sürekli genellemelerden faydalanıyor. Böylesine genellemelere başvuran bir anlatım dili için de İstanbul ‘dekoru’nun ‘tarihi’ İstanbul ötesi bir anlamı olamıyor haliyle..

Bir yanıt yazın