Bir Antakyalı olan Mimar Şerif Süveydan ile yaptığımız söyleşide, Antakya'nın geçmişi ve bugünü hakkında konuştuk.
Şerif Süveydan: “Antakya nasıl bir yerdi” gibi soruları genelde bir kayıp yaşandıktan sonra sorarız, öncesinde pek aklımıza gelmez. Yıllar sonra şehir eskiye benzemez olduğunda veya yerle bir olduktan sonra bu soru akla gelir. Bazen de soruyu tetikleyen bir çarpma anı olur. Çocukluğunuzdan beri görmediğiniz bir meyveyle, dünyada sadece Antakya’da görebileceğinizi size düşündüren nadir bir göz rengiyle, yöresel bir kelimeyle yeniden karşılaştığınızda geçmişin sizi bir anlığına felç ettiğini hissedersiniz. Çok uzun süredir görmediğiniz bir dost hemen arkadaki gölgeden çıkıp kolunu boynunuza atar. Proust buna istemsiz hafıza demişti. Evet istemsizdir ama geri döndüğüne göre artık şimdiyle karışmıştır. Dolayısıyla o da bir tür kurgudur. Bireysel olduğunda lezzetli bir deneyim anıdır. Nabokov ülkesini kaybettikten sonra oradaki hayatının neye benzediğini sormuştu, bir yerde Rusya’nın artık geçmişte kaldığını geçmişin de artık şimdinin hafif kaçık bir dostu olduğunu söylemişti. Bu gerçekten büyüleyici bir tarif. Geçmiş kolektif üretime ve resmi hikayeye dönüştüğünde çoğu zaman üzeri kalın bir klişeler katmanıyla örtülüyor. Şehrin hafızasını bu klişelere kurban etmemek önemli bir sorumluluk. Çocukken tabii biz bu tür soruları hiç sormazdık. Ben çocukken Antakya her şehir gibi bir şehirdi, biz de herkes gibiydik.
ŞS: Evet, özel bir yerde yaşıyormuşum hissiyle büyümedim. Antakya’da doğdum. 13 yaşından sonra Adana’da yatılı okumaya başladım ama her hafta sonu Antakya’ya dönüyordum. Sonra üniversite ve devamında daha seyrek gelmeye başladım ama şehirle bağım hiç kopmadı çünkü ailem, köklerim oradaydı.
Antakya aslında bir açıdan Türkiye’deki diğer taşra şehirlerine benziyordu ama bu manzaranın arkasında uzun ve görkemli bir geçmiş olduğuna işaret eden izler de arada fark ediliyordu. Uzak geçmişin canlı bir imgesi değil tabii ki. Mesela Roma’da olduğu gibi antik dönem izlerini modern Antakya’da dolaşırken çok hissedemezdiniz, oysa birkaç yüzyıl boyunca Antakya diğer antik çağ metropolleriyle yarışacak büyüklükte ve görkemde bir şehirdi. Bu görkemden geriye hemen hemen hiçbir iz kalmamıştı. Sadece Antik Çağ şehri değil 1. Haçlı Seferi’nin Kudüs’ten sonraki en önemli hedefi Antakya’ydı. Hıristiyanların ve sonrasında Müslümanların kuşatma hikayelerinde yüzyıllarca destan gibi anlatılan mekanların o gün neye benzediğini hiç bilmiyoruz. 200 yıl devam eden Antakya Prensliği’nin başkenti için de aynısı geçerli. 17. yy.’dan 19. yy.’ın sonlarına kadar Antakya’ya gelen seyyahların cevabını en çok aradıkları soru kitaplarda okudukları o eski şehrin nerede olduğu sorusudur. Yazdıklarına hızlıca göz gezdirdiğinizde görkemli Roma şehrinin nasıl olup da sıradan bir Osmanlı şehrine dönüştüğünü merak ettiklerini anlarsınız. 1930’lardaki Princeton kazılarının motivasyonlarından biri de bu kayıp şehrin keşfi gibi ilginç bir hikayeydi aslında.
Ben çocukken hikayeler mekânsal izlerden çok daha canlıydı, Antakyalıların şehre yeni gelen herkese anlatmayı çok sevdikleri ilk Hıristiyanlardan Habib-i Neccar’ın Kuran’da geçen hikayesi vardır mesela. Evet, herkes anlatır ama o hikayenin gerçek mekanda nereye denk düştüğü asla anlaşılmazdı.
Somut ipuçları açısından Habibi Neccar Dağı’nın sırtlarında sur kalıntıları veya dağın oradaki derin vadideki Demir Kapı zikredilebilir. Ya da bazı yerlerde su kemerlerinin ayakta kalmış son kalıntıları vardır, fakat bu kemerler zamanın ve doğanın izlerini o kadar yüklenmiştir ki insanın değil de doğanın tuhaf bir oluşumu gibi görünür. Açıkta kalanlar bu şekildedir genelde. Şehrin tarihi katmanları büyük oranda aşağıda bir yerdedir. Kazıldığında birden fazla katmanın üst üste yığılmış olduğu görülür. Tarih Antakya’da mecazi anlamıyla değil gerçekten jeolojik bir katmanlaşma halinde üst üste yığılmıştır. Çünkü bir dönemin şehri yıkılırken, diğeri doğrudan o yıkılanın üzerine kurulmuş. Antakya Müze Otel’in inşaatı için yürütülen kazılardan birinde bulunan mozaik panonun durumu bu açıdan işaret değeri yüksek bir örnekti benim için. 1. veya 2. yüzyıla ait çok iyi durumdaki bu eser işçilik açısından sonraki yüzyıllardaki mozaiklerden bence daha göz alıcıydı. Birkaç yüzyıl sonrasında Bizans dönemine ait pişmiş tuğladan lağım borularının doğrudan o muhteşem mozaik panonun üzerine döşenmiş olduğunu görmüştük. Roma döneminden itibaren afetlerde veya savaşlarda yıkıldıkça eski dönemin kalıntıları üzerinde, bazen üzeri toprakla örtülmüş eski yapıların üzerinde yeni şehir inşa edilmiş. Bazen de kalıntılardan kalan taşlar malzeme olarak yeninin inşaatında tekrar kullanılmış. Bu sadece Osmanlılara has bir uygulama değil, daha önceki dönemlerde de “spolia” olarak adlandırılan bir malzeme devşirme yöntemi. Antik dönemin yapılarının taşlarını ve bazı yapı parçalarını kendi yapılarına devşirmişler. Aslında malzemeyle birlikte hafızayı da taşıma yöntemi olarak düşünebiliriz bunu. Ama bir şekilde her dönem kendi şehrini doğrudan eskinin üzerine kurarak onun açık görünürlüğünü örtmüşüz. Eskiyi görebilmek için hem fiziksel hem de zihinsel olarak görünür manzarayı hafifçe eşelemek gerekiyor bu nedenle.
ŞS: Şehrin dışında bazı kalıntılar var. Eski su sistemlerinin veya surların son kalıntılarının dışında Samandağ-Çevlik tarafında Titus Tüneli gibi çok bilinen eserler veya eski şehrin kuzeyindeki kazılarda ortaya çıkarılan eski hipodrom vardır. Antakya kuruluşundan itibaren Samandağ-Çevlik’in konumundaki antik limanla beraber çalışan bir yerleşim. Çünkü o zamanın şehirleri güvenlik amacıyla hemen limanda yer almıyorlar, biraz daha geriye çekiliyorlar. Çünkü önemli bir nüfusun beslenmesi ve güvenliğinin sağlanması gerekiyor. Asi’nin Habibi Neccar Dağı etekleri bu iki ihtiyaç için daha uygun bir yer. Şehrin limanı Çevlik’te. Ve bir de Harbiye’de şehrin yayıldığı geniş bir sayfiye alanı var. Makro ölçekte çok geniş bir bölgeye yayılmış bir antik şehrin varlığından bahsediyoruz aslında. Bu geniş alanın çeşitli bölgelerinde görülebilecek kalıntılar var. Ama az önce de söylediğim gibi, bunu modern şehrin içerisinde, depremden önce de gezerken algılamanız pek mümkün değildi.
Biz daha mütevazı bir şehir olan eski Antakya’da yaşıyorduk, büyük oranda son 150 yıla ait bir katman denebilir buna. O da kendine has sürprizleri ve derinliği olan bir şehirdi. Tabii bütün dünya şehirleri gibi ucuz turizmin tehdidi altına girmişti. Medeniyetler şehri, üç dinin kardeşliği, gastronomi söylemleri sanılanın aksine uzun geçmişi olmayan yakın zamana ait kurgulardır. Bu son katmandı, diğerlerinin üzerini örten, onlardan bir parça alan, çok uzak geçmişin izlerini belli belirsiz taşıyan, eski görkemli günlerinden uzak, uzun zaman önce fakir düşmüş, biraz pejmürde ama yine de neşeli bir şehir. Tabii 6 Şubat depremleriyle son katman da ortadan kalktı. Ve bugün yeni katmanın nasıl oluşturulacağı konuşuluyor.
ŞS: 16 ay söylenince biraz kısa gibi. Ama şimdi bakınca bana 16 yıl gibi geliyor. Bir yandan çok şey oldu, bir yandan da bazı konularda herhangi bir ilerleme kaydedemedik. Çok şey derken ne kastediyorum? Bir kere 16 ayda şehir merkezini neredeyse bir tarla haline getirdik. Çok sert ve hoyrat bir enkaz kaldırma ve moloz taşıma süreci yaşadık.
ŞS: Valinin açıklamasına göre enkazın %95’i 2024 Ocak aybaşı itibariyle kaldırılmıştı. Şu an yıkım ve enkaz kaldırma çalışmaları hız kaybetmiş görünüyor. Bir yandan şehir dışına gitmek zorunda kalan çok geniş bir nüfus var. Antakya şehir merkezi çok sert bir şekilde etkilendi bu süreçte. Yakın coğrafyadaki şehirlerin -mesela İskenderun’un, hatta Malatya ve Maraş’ın- aynı ölçüde etkilendiğini söyleyemeyiz. Tahribatın en yoğun ve sert şekilde hissedildiği yer Antakya şehir merkezi. Siyasetçiler ve meslek profesyonelleri, hep birlikte, şehrin nasıl yeniden canlandırılacağı konusunda kapsayıcı bir perspektif geliştirmekte zorlandığımızı düşünüyorum. Merkezi idarenin bakış açısı daha çok hukuki tanımlar kapsamında hak sahipliği statüsünü kazananlara “ne kadar sürede ne kadar konut üretiriz, bu konutları nerede ve nasıl inşa edeceğiz” gibi tartışmalarla sınırlı kaldı. Bir de sürekli kendini dayatan bir hizmet üretme telaşı içinde alel acele yapılanlar var. Kamu idaresinin uzun vadeli strateji üretecek kurumsal kapasitesi olmadığı için bütüncül yol haritamız yok. Fakat tek neden kapasite eksikliği değil, belirsizlik bizzat idareciler için kullanışlı olduğu için de bütüncül ve kapsamlı yol haritası yok. Yerel siyaset son derece zayıf. Bütün bunları hesaba katınca belirsizlik koşulları hala devam ediyor.
ŞS: Mayıs ortasında.
ŞS: Aslında bu çok önemli bir konu. Şöyle, biz en son ziyaretimizde Antakya’daki bazı hak sahipleriyle önceden haberleşip, buluşmaya gittik. Bu ziyarete giderken hiç beklemediğim şekilde bomboş bir alan içinde kayboldum, dikkat edin labirent gibi sokaklarda değil neredeyse hiçbir binanın kalmadığı bir yıkım boşluğu içinde yolumu kaybettim. Antakya’da Asi’nin batı yakasında 1960’lardaki ilk gelişim dalgası içinde kurulmuş Akevler adında bir mahalledeydi gideceğimiz yer. Bu mahallenin kuruluşu Antakya’nın eski sanayi tesislerinden Akiş Fabrikası’nın öncülüğünde inşa edilen konutlara dayanıyor. Aslında aşina olduğum bir mahalle orası. Mahallenin biraz ilerisinde Asri Mezarlık tarafına doğru teyzemin evi vardı, çocukken çok sık gidip gelirdim. Enkaz kaldırma sürecinin ardından bu sefer gittiğimde orayı tanıyamadım. Mekansal referansları yok olmuş bir çöl, bir moloz çölü. Bizde iş bitirmeye odaklı bir durum var ya, nasıl bitirdiğinizin bir önemi yok ama bitirdiniz işte. Şehrin yıkılmış mahallerini merkezi idare eliyle bölgelere ayırarak enkaz kaldırma firmalarına ihale etmenin ve hakedişi taşıdığınız tonaja göre hesaplamanın ne kadar büyük bir faciaya neden olduğunu bu vesileyle bir kere daha düşündüm.
ŞS: Hesabı merkezi idareye veriyorlar sadece. Zamanla yarıştıkları için sahada kendilerine sorun çıkarabilecek her şeyi silip süpüren çılgın bir dozer mantığı ile geçmişler şehrin üzerinden. Bu sırada kent peyzajı veya eski apartmanların bahçeleri ne durumda gibi sorular tali meseleler olarak kalıyor. Evet, binalar hasarlı ve yıkık, tamam, ama enkazı kaldırmanın ve taşımanın pek çok yolu var. Geride hiçbir iz kalmamış. Yol izi yok, kaldırım izi yok. Kenardaki peyzaj yok, ağaç yok. Bu hoyratlığın bir örneğini depremden önce annemin oturduğu evde de yaşadık. Asi’nin tarihi tarafında ama 1960’ların başlarında inşa edilmiş görece eski bir apartmanda oturuyorduk. Binanın önünde iki tane ağaç vardı: biri sedir, diğeri palmiye. Resmi hasar tespit raporunda binanın ağır hasarlı olduğu için yıkılmasına karar verildi. Valiliğin internet sitesinde duyuru yapıldıktan sonra yıkım ve enkaz kaldırma için gelen dozerlerin yaptığı ilk iş apartmanın önündeki palmiye ve sediri sökmek olmuştu, çünkü işlerini zorlaştırıyormuş. Sosyal medyada infiale neden oldu söküm. Uzaktan da olsa tanıştığımız için memnun olduğum Mustafa Kemal Üniversitesi’nin değerli akademisyenlerinden botanik uzmanı Yelda Güzel’in harika bir paylaşımını gördüm sökümün yapıldığı gün. Sedir gibi bir dağ bitkisiyle palmiye gibi bir çöl bitkisinin yan yana durabilmesini Antakya’nın sembolü olduğunu söylüyordu.² Yelda Hanım tabii benimkinden çok daha zarif bir üslupla söylemişti bunu. İki ağacı, bizim için işaret değeri olan bir sembolü hoyratça kimseye sormadan yok edebiliyorsunuz, oysa biliyoruz ki biraz ihtimamla o bina ağaçları yerinde tutarak da yıkılabilirdi. Sosyal medyada ortaya çıkan infialinden sonra yıkım firması özür mektubu yayınlayarak oraya iki palmiye dikti. Yelda Güzel “artık gerçekten çok yoruldum” demiş paylaşımında, hem bu iki ağacın yan yana durmasının sembolik değeri hem de yorgunluğumuz için yapılan tespitin olağanüstü derecede isabetli olduğunu düşündüm o an.
Tarihi merkezde tescilli yapıların bulunduğu dokunun kaldırılması ve enkazın taşınması meselesi koruma çevrelerinde konu edildi. Çünkü biliyorsunuz tescilli ya da tescilli olmasa da geleneksel nitelikli yapılar kaybedilirse tekrar yerine konması mümkün olmayan pek çok yapı unsurunu barındırıyor. Bu konuda koruma uzmanları çağrılar, duyurular yayınladı. Ben de destek olmaya çalıştım bu duyurulara. Ama benzeri bir tavır aslında şehrin diğer tarafı için de geçerli. Sonuçta orada yaşayan insanların aşina olduğu ağaç sıraları, peyzaj unsurları, bahçe duvarları, ufak binalar vardı ve çoğu yok oldu. Şu an Antakya’nın o bölgesi herhangi bir hava fotoğrafında bir şantiye alanı olarak görünüyor. Evet, enkazı 1 yılda kaldırarak dünyaya gücümüzü gösterdiğimiz için övünebiliriz. Ama geçmişin bütün izlerini bu kadar hızla gözden çıkaracak kadar zengin miyiz? Üstelik bu molozu ne yapacağımızı, nasıl yeniden değerlendireceğimizi hiç düşünmeden bulduğumuz ilk yere yığdık.
ŞS: Aslında bu sürece iki taraftan bakılabilir. Bir taraf sosyal politikalarla ilgili, bir taraf ise fiziksel yeniden inşa sürecinin planlamasıyla. Afet sonrasında şehrin iyileşme stratejisinin literatürdeki tanımı “post-disaster recovery”. Bu konuda dünyada ve hatta ülkemizde çok geniş bir literatür var. Bu geniş literatürün şehir planlamayla, kamu yönetimiyle, mimariyle, sosyal politikalarla ilgili bölümleri var. Antakya’ya maalesef bu perspektiften yaklaşmıyoruz. Daha çok afet sonrasında yeniden inşaat projeleri olarak bakıyoruz. Yani “şimdi bu binaları nasıl inşa edeceğiz?” ya da “bizim burada hemen hızlıca şu kadar konut inşa etmemiz gerekiyor” gibi aciliyet kapanına sıkıştırılmış iyi irdelenmemiş sorular etrafında bakıyoruz konuya.
ŞS: Evet, yapı ölçeği. Bence bu ciddi bir sorun. Literatürün neredeyse tamamı afet sonrası iyileşme deyince sosyal bağların yeniden kurulması sorununa öncelik veriyor. Çünkü afete maruz kalanlar eski sosyal bağları, mekânsal ilişkileri kopmuş, referanslarını kaybetmiş bir insan olarak çıkıyor o travmadan. Şimdi o kaybettiği bütün ilişkileri yeniden kurması gerekecek. Muhtaç konumundan çıkması, kendi kaderine hakim olması gerek. Bu sadece ona bir ev tahsis etmek ve sonra da şu kadar zamanda şu kadarlık borcunu ödeyeceksin demekle çözülemeyecek bir sorun. Onun kendi hayatında aldığı kararlarda yeniden muktedir olduğunu da hissetmesi gerekiyor. Kamunun belki de öncelikli görevi bu olmalı. Bu perspektif içinde tabii her disipline düşen farklı roller var. Bir de tabii sivil toplum kanalı, kamu idaresinin dışında neler yapabilir sorusu var. Aslında Antakya’da etkin bir sivil toplum organizasyonu var. Depremden sonra pek çok inisiyatif devreye girdi. Bence çok olumlu çalışmalar yapanlar da oluyor. Mesela hafıza konusuna örnek olması açısından Nehna’nın kurduğu Beledna adındaki interaktif hafıza haritası var.⁴ Bu harita aslında bir tür Google Maps gibi bir şehir haritası. Şehir haritasına nokta koyuyorsunuz, deprem öncesinde o konuma ait fotoğraf ve fotoğrafın hikayesini yazıyorsunuz. O anının hikayesini içeren kısa bir yazıyı çevrimiçi yayınlıyorsunuz. Çok güzel bir girişim.
ŞS: Yok değiller. Ortodoks Hristiyan cemaatinden Antakyalılar’ın öncüsü olduğu depremden önce kurulmuş bir sivil organizasyon. Buna benzer kendi mecralarında devam eden çok olumlu çalışmalar var. Bizim esas kamu idaresi tarafında eksiğimiz var bence. Çünkü afet sonrası iyileşme olarak tanımladığımız sürecin en önemli ayaklarından bir tanesi İngilizcede “community engagement” denen toplumun işe dahil olması, eklemlenmesi. Bu dahil olma sürecinin kurgulanması gerekiyor. Bunun nasıl olacağı aslında kamu idaresinin asıl büyük sorusu. Ve bunun için aslında belki de mahalle organizasyonlarıyla başlayan daha büyük bir organizasyon gerekiyor.
ŞS: Evet, bahsettiğiniz gibi katmanlı bir organizasyon yapısı. Mahalle organizasyonları bu şekilde etkin olabilir. Antakya aslında bunu sağlayacak sosyal ilişki ağlarına sahipti. Ancak şu an bu mahalle organizasyonları idare açısından potansiyel tehlike olarak görülüyor. Siz bu insanlara kendilerini ifade edecek bir platform veya karşılarında resmi muhatap bulacakları bir mecra sağlamıyorsunuz. Onlar da kendi imkanlarıyla bir araya gelip haberleşmeye ve seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Bu ortamı da hemen potansiyel bir tehdit olarak görüyorsunuz. Oysa bunun yerine “biz öyle bir organizasyon oluşturalım ki Antakya’da mekansal kararlar dahil olmak üzere bütün kararları orada müzakere ederek, istişare ederek çözmeye çalışalım” diyebilirsiniz. Bu insanlar her defasında e-devletten gelen bir mesajla ya da resmi makamdan gelen bir evrakla şok yaşamasınlar. “Şu tarihten itibaren kira yardımı kesilmiştir,” ya da “şu tarihte TOKİ kura çekiminde size çıkan evin şu ödemesini şuraya yapın.” Ya da mesela, “x parselindeki mülkünüz şu nedenle hazineye devredilmiştir, ve bilmem ne bölgesine dahil olmuştur.” İnsanlar bunca sorunla uğraşırken bir yandan da sosyal medya gruplarında “Antakya’nın şu mahallesi, şu sokağı rezerv alanına dahil edildi mi, edilmedi mi?” veya “evim rezerv alanında mı?” veya “bu ev için ne kadar ödeyeceğiz, kimlerle komşu olacağız?” gibi cevapsız soruların peşinde koşuyor. Deprem travmasını atlatmaya çalışan insanlar için bu ağır bir yük değil mi?
ŞS: Söylediğimiz gibi meslekten olmayanların bile aşina olduğu kentsel alan, tarım alanı, tabiat koruma alanı, tarihi sit alanı, sulak alan vs. gibi bazı alan tanımlarımız var. Afet öncesindeki kentsel alanı ve yakın çevresini kabaca tanımlayarak başlayalım.
Aslında Antakya tarih boyunca merkezdeki çekirdeğin taşrayla yoğun bağlar kurduğu bir şehir oldu. Kentin çevresi çok verimli bir coğrafya, bu verimlilik belki de şehrin onca badireyi atlatmasının ana faktörü. Asi havası ve Amik’ten başlayarak Samandağ’a kadar çok geniş toprak alanlarını idare eden seçkin zümre, büyük toprak sahipleri Antakya merkezinde oturuyorlardı. Jacques Weulersse adlı Fransız bir kent coğrafyacısının 1934 yılında yayınladığı güzel bir Antakya monografisi var.⁵ Bu uzun makale şehrin 1934 yılına ait ayrıntılı bir sosyal ve mekânsal panoramasını veriyor. Tabii metnin kolonyal idarecinin konumundan baktığını akılda tutarak okursanız çok faydalı olacaktır. Antakya dışarıdan bakıldığı yekpare gibi görünen ama kendi içinde bölünmüş ve ihtilaflı (etnik, dini) sosyal gruplardan oluşan bir şehir o zaman (barış içinde kültür mozaiği kurgusunun temelsiz olduğuna işaret eden derinlikli gözlemler var metinde). Ve merkezdeki Antakyalılar yakın kırsal alandaki köylerin sahipleri. Bölgede ne üretiliyorsa köylüyle beraber üretiyorlar. Eşitsiz de olsa bir gelir paylaşımı oluyor. Dolayısıyla Antakya şehir merkezi uzun geçmişi boyunca kırsal alanıyla çok yoğun teması olan, çevreyle beraber yaşamış ve beraber evrilmiş bir şehir. Ticareti de zaten büyük oranda bu ilişkiler içinde organize olmuş. Öte yandan Antakya bir tür kavşak noktası olmasına nedeniyle geçmişte nakliyeciliğin güçlü olduğu bir şehir (en azından Suriye iç savaşına kadar). Bir de kısmen tarımsal üretime ve zanaata dayalı küçük sanayi vardır.
İskenderun’un aksine Antakya’da büyük sanayi ve lojistik tesisi yoktur mesela. Buna rağmen depreme kadar Antakya’nın İskenderun’dan daha kalabalık bir nüfus barındırıyor olması enteresan bir durumdur. Tabii ilin idari merkezinin Antakya’da olması belki bir faktördür ama tek başına açıklayıcı olamaz. Çok uzun zaman boyunca yakın çevresi (özellikle Amanosların doğusu) için zanaat, küçük sanayi, tarımsal sanayi, nakliye sektörlerinin yoğunlaştığı bir merkez olarak çalıştı Antakya.
Tam da bu noktada parantez içinde şunu söylememe izin verin.
Bu merkez önce Suriye Savaşı’yla ağır bir darbe aldı. Sonra da depremi yaşadı. Şehrin bundan sonra nasıl ayağa kalkacağı, hatta yeniden ayağa kalkıp kalkamayacağı sorusu hala ortada duruyor bence. Tarihte bir defa, iki defa, hadi söylendiği gibi yedi defa olmuş olanın sekizinci defa mutlaka tekrar edeceğini söyleyemeyiz. Şehir bir kere daha aynı iktisadi ve sosyal etkinliğini kuramayabilir. Bina inşa edebiliriz ama şehir yeniden bölgesel bir merkez olarak ayağa kalkabilecek mi? Bence bu kritik bir soru.
Parantezi kapatıp devam edelim.
Depremden önce Antakya kırsal alanlara doğru bir yağ lekesi gibi genişliyordu. Güney ve güney batı tarafında gelişimin önünde çeşitli eşikler olduğu için kuzeye ve daha çok batıya, Amanos Dağları’na doğru gelişim vardı. Pek çok benzer örnekteki gibi yeni yol kuşakları bu mekânsal gelişimin itici faktörü oldu. Son 60 yılda şehrin serüveninde batıdaki birkaç yol kuşağının etkisine değinebiliriz. Fatih Caddesi birinci kuşaktır. Fransız dönemindeki o ışınsal planlamanın ilk çeper yoludur. İkinci kuşak için 75. Yıl bulvarı diyebiliriz. Üçüncü kuşaksa çevre yoludur. İskenderun Yolu’nu şehrin içerisine girmeden Samandağ’a bağlayan otoyol (2018’de açıldı galiba). Tarihsel olarak her kuşak yolu yeni bir yapılaşma dalgasının kıra doğru yayılmasının aracı haline geldi. Bir zamanlar şehir merkezinde bulunan terminalin ve küçük sanayinin dışarı taşınması, çevre yolu üzerinde büyük bir alışveriş merkezi yapılması, merkezde eski Akiş fabrika alanında inşa edilen AVM gibi yatırımlar Antakya’nın ekonomik yaşamını sekteye uğratan gelişmelerdi. Çevre yolu açıldıktan sonra bazı idari binaların (adliye mesela) oraya taşınması, ardından o kamu binalarında çalışanlar için yeni kapalı siteler yapılması, her zaman olduğu gibi TOKİ konutlarının bir köşede belirmesi, iyi niyetle başlamış olsa da sonuçları son derece tartışmalı Hatay Expo kampüsünün inşası çeperde sorunlu bir kentsel gelişimin başlangıcıydı. Sonraki tabii Antakya’nın ekonomik ölçeğine göre kapalı siteler inşa edilmeye başlandı ve sonra yüksek çevre duvarlı özel okul kampüsleri, yine çevre duvarlarıyla korunan tuhaf kamu binaları. İstanbul’un hikayesini küçük ölçekte yaşayan bir Antakya vardı. Bir sonraki aşamada tabii o eksende çok yakın zamana kadar zeytinlik olan arazilerin inanılmaz emlak bedelleriyle satılmasına tanık olduk. Depremden hemen önce bir tesadüf sonucu o bölgede 5 dönümlük bir arazinin 100 milyon liraya el değiştirdiğine şahit olmuştum.
ŞS: Tarım arazisiyken bir buçuk veya iki gibi yüksek emsal oranlarıyla imar gelmiş. Bu inanılmaz bir yapı yoğunluğu. 2 emsal bildiğiniz gibi Mecidiyeköy yoğunluğu civarındadır. Aslında şehrin desantralizasyonu, dengesini kaybetmesi bence depremden önce başlamıştı zaten. Şimdi yeni planlar konuşulurken merkezdeki idari işlevlerin yine çepere taşınmasından olumlu bir karar olarak bahsedilmesi beni şaşırtıyor. Bu kararın yanına bir soru işareti koymak lazım.
Ama şimdi depremden sonra olan daha vahim ikili bir süreç işliyor. Birincisi Amanos Dağları’nın yamaçlarında, Gülderen’de, Dikmece’de, Toygarlı’da TOKİ aracılığıyla inşaatı devam eden deprem mahalleleri. İkincisi de şehir merkezi tamamen çölleştiği, dizginsiz bir gayrimenkul spekülasyon sahası haline geldiği ve tarihi merkezdeki doku da neredeyse kaybolmaya yüz tuttuğu için, çeperde bu sefer konteyner kent, çadır kent, konteyner çarşı vesaire gibi son derece niteliksiz yeni geçici yapıların oluşturduğu şehrin yeni ekseni. İskenderun Yolu’ndan başlayıp Çevre Yolu’na devam edin. Samandağ çıkışına kadar takip edebileceğiniz yol boyunca sefalet görüntülerinin yanında lüks yeme içme birimlerinin, marketlerin, seyyar satıcıların, sefil künefecilerin yan yana sıralandığını göreceksiniz. İstanbul’da E5 kenarı ucuz plaza mimarisinin Antakya ölçeğinde lüks yeme içme birimlerinde hayat bulduğu, sefalet manzaralarıyla birlikte sıralandığı yeni bir mekânsal kullanım türü yeni trendi belirliyor. Örneğin biz şu an şehir merkezindeki birkaç mahallenin nasıl tasarlanacağını hararetle tartışırken merkezin hayatını da belirleyecek yeni mekânsal kullanım alışkanlıkları çeperde biçimleniyor. Amanos Dağları’nın yamaçlarındaki TOKİ konutları ve yeni ticari ekseniyle. Özetle şehrin geçmişinden miras aldığı kır kent ilişkisi olumsuz bir şekilde bozuluyor, kent merkezi boşalırken çeperdeki kırda yeni ve Antakya ile ilgisi olmayan yeni bir şehir hayat buluyor.
Açıkçası bu tuhaflık şehirlerimizin modern gelişim hikayesine bakıldığında hiç de yabancı değil. 1960’lardan itibaren mesela İstanbul’da kısıtlı planlama alanlarında toplu konut alanlarını tartışırken E5’in hemen yanında ötede beride asıl şehir olağanüstü bir sefalet manzarası içinde oluşuyordu. 1960’lardan 90’lara kadar manzara buydu. Bir yandan kırdan şehre çılgın bir nüfus akışı varken ve bu ani talebe yetecek kent arazisi üretme kapasitesi yokken çözüm üretememişiz. Gözümüzü yummak daha kolay gelmiş. Ama bu sırada çok sınırlı nüfusun erişim imkanı olan bir bölgede lüks konutları ya da bahçe şehir kavramını tartışabilecek vakit bulmuşuz. O sırada az ötede insanlar kendi çözümlerini kayıt dışı bir ekonomi ve sosyal ilişki ağı içinde üretmiş. İşte bu sorun göz ardı edilemeyecek boyuta ulaştığında tepki veriyor ve “ipini koparan şehre geliyor” diyoruz. Şehir plancısı Oğuz Işık ve Melih Pınarcıoğlu’nun onun Nöbetleşe Yoksulluk adlı kitabında⁶ -ya da Latife Tekin’in romanlarında – anlattığı türde bir şehirleşme süreci yaşanmış çeperde. Plansız olması tamamen gelişigüzel olduğu anlamına gelmiyor. O kendi organizasyon biçimlerini kendiliğinden oluşturuyor. Arazi tahsis sistemini devlet yapamadığı veya yapmadığı için boşluğu gayri resmi organizasyonlar dolduruyor. Onlar kendi iştirak modellerini oluşturuyorlar, ulaşım modeli oluşturuyorlar, dolmuş mesela. Satış birimleri oluşturuyorlar, işporta gibi. İlhan Tekeli ve Yiğit Gülöksüz’ün ünlü kitabı 50 yıl önceden bu süreci analiz ediyordu.⁷
ŞS: Oluşuyor, evet. Hem yerel hem de merkezi kamu idaresinin kapasitesinin sınırlarıyla ilgili bir sorun bu. Çok dar bir çevrenin dahil olabildiği bir planlama operasyonu yürütüyorsunuz. Hadi kötü niyet demeyelim, organizasyonsuzluk sonucu diyelim. Bu düşük kapasite nedeniyle zorunlu olarak sürece dahil etmediğiniz insanların kendi başlarının çaresine bakarak kendi çözümlerini üretmelerine izin vermek zorunda kalıyorsunuz. Basit bir örnek: depremden sonraki (2023) yaz aylarında il genelindeki hemen hemen bütün ilçeler insanlara kendi parsellerinde 5 sene geçerli olmak üzere kendi geçici barınma yapılarını izinsiz inşa etmelerine izin verdi. Herhangi bir izne ihtiyacınız yok. Bu izni vermelisiniz, çünkü afetzedenin evi ve işyeri yıkılmış, kendi parselinde istediğini yapmasına göz yummaktan başka çare üretemiyoruz. Tıpkı gecekondu gibi. Hiçbir izin ve standart olmadığı için korkunç bir dağınıklık içinde devam ediyoruz. Çeperde bunlar olurken merkezi daha da felç edecek şekilde “rezerv alan” ve “riskli alan” gibi terimlerle karmaşık bir hukuki sorun yumağı yaratmış durumdayız.
ŞS: Evet. Bütün bu hikayenin özeti şöyle. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde afetlerden sonra, afetlere müdahale için oluşturduğumuz bir yasal çerçeve var. 1959 tarihli 7269 sayılı afet yasası temelde afetler karşısında devletin kurumlarının sorumluluklarını tarif ediyor, bu arada bu sorumluluklarını yerine getirmek için kamulaştırma gibi kararların nasıl uygulanacağını belirliyor. Haberlerde filan duyduğumu hak sahipliği kavramının tarifi de bu yasada. Çok kabaca söylersek bu yasayla devlet afetzedelere en azından bir konut ya da bir işyeri inşa edip uygun geri ödeme koşullarıyla teslim etmek zorunda. Söz konusu afet konutları kâr amacı olmayan, geri ödemesi yıllara yayılacak şekilde planlanan yapılar. Bakanlık bu yasa kapsamında kamu arazilerinde veya uygun kamu arazisi yoksa kamulaştırma kararı alarak TOKİ’nin koordinasyonuyla deprem konutları inşa ediyor. TOKİ’den önce imarla ilgili Bakanlığın birimleri tarafından yürütülüyordu bu süreç, fakat sonradan TOKİ sürecin ana yürütücüsü, taşeron firmalara ihale veren kurum oldu. Bu birinci kategori.
ŞS: Hak sahipleri için TOKİ’nin inşa ettiği Afet Konutları diyebiliriz bu kategoriye. Her hak sahibi için devlet en az 1 deprem konutu uygun geri ödeme koşullarıyla vermek zorunda. 6 Şubat depremlerinden sonra Hatay’daki hak sahibi sayısının olağanüstü yüksek olması ve devletin arazi üretme imkanlarının sınırlılığı nedeniyle yeni bir uygulama devreye girdi. Devlet şehir dışında yeterince yeni arsa üretemediği için kent merkezindeki mülkiyet haklarını askıya alan rezerv alan tanımını uygulamaya koydu. Bu uygulamanın dayandığı yasal çerçeve ise (6306 sayılı) kentsel dönüşüm yasası olarak bilinen ve en son Kasım 2023’te revize edilerek meskun alanları da kapsam içine alan yasa. Aslında bu yasa afet öncesinde olası afetten etkilenecek bölgeler için yapılmıştı ve şehir dışındaki iskan edilmemiş alanları rezerv alan olarak belirleme imkanı veriyordu, ancak artık şehir merkezinde de rezerv alan ilan edilebiliyor. Ben bakanlık bürokratlarının halk sunuşlarındaki açıklamalarını özetliyorum burada, niyet okumak gibi bir becerim olmadığı için “rezerv alan” olarak ünlenen uygulamanın gerekçesini bu şekilde izah ettim.
Pek çok şehir plancısı ve kent aktivisti rezerv alan uygulamasının istismara açık olduğunu söylüyor haklı olarak. Çünkü bakanlık veya altındaki resmi birimler bir bölgenin rezerv alan kapsamında olduğunu ilan etmek zorunda değil. Bu nedenle itiraz davası da açılamıyor. Bir sabah kapınıza asılan evinizin rezerv alan’a dahil olduğu bilgisini içeren resmi bir evrakla size tahliye için 15 gün süre tanındığını öğrenebiliyorsunuz. Basında infiale neden olan pek çok olayda bu durum yaşandı. Yarattığı belirsizlik nedeniyle afet koşullarını süreklileştiren bir uygulama bu. Kamu idaresinin kötü niyetli ve şeytani amaçları olduğunu iddia etmeyeceğim ben burada ama niyet ne olursa olsun gözümüzün önündeki sonuçları söylemekle yükümlüyüz.
Antakya’daki rezerv alan, Asi Nehri’nden başlayan ve sınırları batıda çevre yoluna doğru belirsizce genişleyen bir bölge. Valiliğin internet sitesinde (2024) Mayıs sonunda yayınlanan proje alanları ile sınırları görebilirsiniz. Merkezin hemen dışında geniş bir bölgede sahada hızla kotarılmak üzere planlanmış geniş bir konut ve işyeri inşaatının proje sunumları görülebilir. Riskli alan ise şehrin doğusunda tarihi Antakya merkezindeki bölgeyi tarif ediyor. Aslında riskli alan tanımı afetten önce riski azaltma amacıyla uygulanan bir karardır. Antakya’da afet sonrası ilan edildi ironik bir şekilde.
ŞS: Evet riskli alan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile 5 Nisan 2023 tarihinde ilan edilen şehir merkezindeki eski kentin sit alanı ile büyük oranda çakışan bölge.
ŞS: Risk, realize olmuş zaten. Bence bu tür kararların maksadını başka bir yerde aramak lazım. Kabaca anlatırsak süreç şöyle işliyor sanki. Her afetten sonra çözülmesi güç sorunlara daha büyük bir balyozla müdahale etme iştahımız büyüyor. Çünkü temel sorunun irade eksikliği olduğu kanısı giderek daha belirleyici hale geliyor her defasında. Türkiye’nin zaten bir süredir siyaset ve kamu idaresi organizasyonu da bu yaklaşıma daha meyilli hale gelmiş durumda. Riskli alan ve rezerv alan meselesi bunun başka bir veçhesi aslında. Yani deniyor ki, “kardeşim bizi uzun tartışmalarla meşgul etmeyin, bu konularda aksiyona ihtiyacımız var.” Sanki bugüne kadar bir aksiyon sorunu yaşamışız gibi. Aslında öyle değil. Meseleye biraz mesafe koyup baktığımızda hiç öyle değil. Bu tavır giderek daha vahim bir hal alıyor. Her defasında daha da büyüyen ve asla tatmin edemediğimiz daha sert bir müdahale arzusu duyuyoruz.
İstanbul’dan ilginç bir örnek vereceğim burada. Süleymaniye Kentsel Yenileme Alanı bu uygulamanın küçük bir örneği. Bildiğimiz kadarıyla herkesin endişeyle beklediği büyük İstanbul depremi henüz yaşanmadı. Ama Süleymaniye’deki tarihi mahalleler o meşum İstanbul depremi olmuş gibi şu an dümdüz. Çünkü ıslah edilmesi gereken riskli alan olarak tanımlanan ve daha iyi hale getirme hayalini kurduğumuz o bölge, kentsel dönüşüm uygulaması kapsamında boşaltıldı. O bölgenin sorunları yeteri kadar düşünülmeden büyük bir kısmı kamulaştırıldı ve ardından yıkıldı. Tamamen dümdüz ettiğimiz bu tarihi bölge İstanbul’da UNESCO’nun tarihi miras listesine dahil edilen bir alan. Bildiğim kadarıyla henüz İstanbul’da deprem olmadı ama Süleymaniye’de deprem olmuş gibi. Antakya’da da aynı süreç şu an devrede. Öncelikle bütün hukuki tanımların ötesinde bu uygulamaların esasına, en temelde toplumsal sözleşme perspektifinde yaptıklarımızın ne anlama geldiğine bakmamız gerekiyor. Antakya’nın tarihi merkezinde yaşayan insanlara ne vaat ediyoruz? Yakın geçmişte izlediğimiz yöntemler iyi çalıştı mı?
Deprem konutları, rezerv alan, riskli alan vs. bütün tanımları bir kenara koyup düşünelim. Yakın geçmişteki afetlerde denediğimiz yöntemler ne ölçüde başarılı oldu? Büyük kaynaklar harcadığımız bu müdahalelerin sonuçlarına baktığımızda ne tür sorunlarla karşılaştık? 2020 İzmir ve 2011 Van örnekleri mesela. Buralarda depremden sonra inşa ettiğimiz çevreler yaşadı mı? Ne tür sorunlarla karşılaşılıyor? Bu kadar kaynak aktardık ama harcadığımız kazandığımıza denk geldi mi? Çok basit ve temel seviyede bir mühendislik aklı bile bu tür bir muhasebe yapmayı gerektirir. Bir üretim sistemi varsa verimlilik ve fayda-zarar hesabına bakarsınız, geri bildirim yaparsınız. Biz bunları yaptık ama sonuç böyle oldu, bir dahaki sefere bunların yerine şunları deneyelim dersiniz mesela. Dünyada üretilmiş geniş literatür çoğunlukla bunu söylüyor zaten.
Şimdi Antakya’da benzer sürecin yürüyor olması beni düşündürüyor. Çünkü burada konu aslında hep söylenen toplumsal katılımın nasıl sağlanacağı sorusuna gelip dayanıyor. Aslında katılımın belki de en organik ve dolaysız versiyonu geleneksel şehirlerdeki katılım yöntemi. Kent arazisinin ölçeklendirilmiş bir biriminin tahsis edilmesiyle o birim üzerinde sınırlı hak sahibi haline gelen insanların kararları. Bu birimler belli sosyal organizasyonlar çerçevesinde örgütlendiğinde mahalle mahalle organize olarak özgün yaşam alanlarını oluşturabiliyorlar. Orada da belli regülasyonlar ve kısıtlar oluyor tabii. Talepler ve kısıtlar oluştuktan sonra küçük ölçekli yapı ustaları gibi hizmet erbabının sürece dahil olması mümkün oluyor. Modern öncesi çağda geleneksel şehirde merkezi idarenin müdahale imkanlarının sınırlı olması belki de bir avantaja dönüşüyor bu açıdan.
ŞS: Evet organik gelişen süreçler bunlar. Diğer canlı türlerinin habitatları gibi. İstanbul’da mahalleleri yok eden büyük yangınlarda da benzer süreçler var. İstanbul sert bir modernizasyon süreci yaşamadan önce 19. yy.’ın sonlarından başlayarak yangınlarla yavaş yavaş patchwork gibi bu dönüşümü yaşamıştı. Bence İstanbul’un dikkatle incelenmesi gereken dönüşüm süreçleri bunlar. Zamanında sorunlu görünse de belki o süreçleri daha serinkanlı bir şekilde düşünebilecek ve tartışabilecek durumdayız artık. Mahalle yangında yok olduğunda sokak hattını yeniden düzenlemek, eksik kamusal donatıyı temin etmek ve kent toprağını yeniden küçük müdahale birimlerine pay etmek, bazı yapı standartları getirmek akılcı bir çözüm. Her şeyi ben kontrol edeceğim ve ben inşa edeceğim demekten daha makul. Şehirler büyük oranda anonim üretimlerdir, biz giderek daha kökten çözüm hayalleri içinde makul olanı kaybediyoruz. Merkezi otorite büyüdükçe ve tartışmasız müdahale tekeli haline geldikçe giderek daha büyük bir problemle karşılaştık. Bunu nasıl organize edeceğiz? Bu kadar kompleks bir yapıyı nasıl yeniden üreteceğiz? Ve bence 1960 sonrası mimarlık camiasının ana büyük tartışma konularından biri bu.
Bu bir üretim ve kavrayış modeli. Madem fabrikaları, siloları devasa üretim tesislerini hızlıca inşa edebiliyoruz, verimliliği geçmişte hayal bile edilemeyecek şekilde artırabiliyoruz, neden Taylor’ın iş modeliyle şehirleri de inşa etmeyelim? Dilerseniz bu modele sosyalist bir ideoloji kılıfı da giydirebilirsiniz. Ancak sonuç değişmiyor, merkezi komuta kontrol sistemi tarafından idare edilen bir karar mekanizmasına göre üretim ve uygulama yapalım diyorsunuz. Bu fikir çok kısa süre içinde iflas etti. Charles Jencks 1972’de Pruitt-Igoe’daki blokların dinamitle patlatılması hadisesi için “Modern mimarlığın öldüğü gün” demişti. Oysa aradan geçen süre içinde o blokların sorununun mimari üslup meselesi olmadığını gördük. Çin’de milyarlarca dolarlık yatırımla Paris sokakları ve anıtlarının birebir kopyalandığı bir şehir inşa edilmiş, daireler yeterince alıcı bulmayınca bu “boş Paris replikası” dünyada haber olmuştu. Bu binaların modern mimarlık üslubunda olduğunu söyleyemeyiz herhalde. Aynı üretim modelinin farklı bir kılıf içinde takdimi olabilir.
Gayrimenkul geliştirme şimdi bu sürecin başka bir yüzü haline geldi. Daha sevimli görünen ama esasen yine aynı üretim modeline bağlı, müdahale ölçeğini büyütme konusunda asla doyurulmaz bir iştaha sahip büyük organizasyonlar bunlar. Siz yamaca yayılmış otel veya konut yerleşimini küçük bir köy gibi tasarlayabilirsiniz, ama o köy olmayacaktır. Buna belki de sınırlı sayıda ve konumda izin verilebilir ama her seferinde göreceğiz ki bu uygulamalar canlı bir şehir dokusu üretmeyecektir.
Modern mimarlığın ilk iflasının nedeni üslup sorunu değil, üretim modeliydi. Sürece bağlı, çok katmanlı ve çok aktörlü olması nedeniyle tasarımın çözüm getiremeyeceği bir problemi nasıl tasarlayacağız? Problemi mimari üslup veya kütle artikülasyon problemi olarak gördüğümüz sürece bu sorunun üstesinden gelemeyeceğimiz açık. Ben öğrenciyken organik kent dokusunu andıran biçimsel karmaşıklaşma yöntemleri deneniyordu. Bugün de hala o yöntemlerin soluk kopyalarıyla devam ediyoruz. Tekil yapı ölçeğinde anlamlı olabilecek bu yöntemler geniş kentsel dokunun oluşumunda çalışmaz. En vahim hata meseleyi bir mimari üslup sorunu olarak görmek.
Şimdi aynı sorunla Antakya’da karşı karşıyayız ve diyoruz ki “artık meseleyi anladık, emin olun bu sefer daha iyi olacak.” Bu konudaki tutkumuz hiç bitmiyor. Şehir kompleks bir sistem ve kompleks bir sistem bozulsa da çalışır. Saat gibi bir şey değil. Yani bir tür habitat düşünün. Habitatın bir kısmı yandıktan sonra uygun koşullar varsa rejenere oluyor. Bir yerde tıkanıklık vardır, sistem bozuk gibi görünür, doğru düzgün çalışmaz, sürekli aksarmış gibidir ama başka seviyelerde yine de iyi çalışır. Şehir de buna benzer bir habitat aslında. Böyle kompleks bir strüktürü olduğu için biz onu kusursuz bir tasarım objesi haline getirmeye çalışırken, çalışmaz hale gelmesine de neden olabiliyoruz bazen. Bugünlerde smart city gibi tanımlar icat ediyoruz. Sürdürülebilirlik, yapay zeka, akıllı şehir gibi terimler de yeni teknokrasi anlayışının kullanışlı aparatları haline geliyor, en uç örneklerinde Arabistan çöllerinde akıllara ziyan paralarla ütopik kampüsler kurmanın söylemsel gerekçesi oluyor. Şehirler geçmişte de yeterince akıllıydı zaten, akıllıydı ki yaşar kaldılar. Bizzat tasarlamadığımız ve kontrol etmediğimiz her sistemin zekadan yoksun olduğunu düşünmek bizim gibi profesyonellerin sıkça düştüğü bir yanılgıdır.
ŞS: Tabii, mekansal açıdan buna bir perspektif getirmek lazım. Vaktiyle ben öğrenciyken ODTÜ’de Raci Bademli (hem şehir planlama bölümünün değerli hocalarından biriydi hem de Karayalçın döneminde Ankara Belediyesi’nin İmarı Dairesi başkanlığını yürütmüştü) kentsel planlamanın temel açmazlarından birini basit bir şekilde formüle etmişti: Türkiye’de insanların damarlarında kan yerine beton akıyor demişti, herkes bir yerlere beton dökme arzusu içindeyken, siz onlara “bir dakika, bir dakika” diyorsunuz sürekli. Zamanı durdurup plan yapma imkanınız yok. Yani siz soluklanma aralığı ararken oralarda başka bir şey doğuyor. Kağıt üzerinde iyi çalışan imar plan paftaları yapıyorsunuz, nüfus projeksiyonunuz şu kadar filan. Bambaşka bir şey realize oluyor o sırada orada. Ve siz buna yönelik strateji geliştiremiyorsunuz. Antakya’nın Çevre Yolu’ndaki hikaye de bu aslında. Dinamik bir soruna yönelik okuma ve stratejik müdahale gerektiren bir konu. Ve bizim oturup bu sırada işte yeni şehir renderları falan filan yapmaktan daha öncelikli sorunumuz bu. Saha raporu, gözlem raporu çıkarıyor olmanız lazım. Sahra raporlarına göre değişen müdahale stratejileri üretiyor olmanız lazım.
ŞS: Evet, bu tür bir süreci dar bir kadroyla yürütemezsiniz. Aynı konuşmada Raci Hoca bunu da söylemişti. O dönemde Ankara İmar Dairesi’nin koordinasyon ve operasyon sorunları var. Çok sayıda insanı sürece dahil edecek kompleks bir operasyon gerekiyor. Belki üst ölçeklerde kurgulanmış bir hikayeye dışarıdan çok sayıda aktörü dahil etmeyi becermek, onları ikna etmek gerekiyor. Herkesin birbirinden habersiz olduğu darmadağınık bir organizasyonsuzluk içinde hiçbir güç buna yetmez. Bir konu bu. İkinci konu da şu. Kararların erişimi kısıtlı kapalı bir masada alınması. Kritik kararları olabildiğince az kişinin dahil olduğu kapalı bir masada aldığımızda çözümün daha kolay olacağı fikri genelde baskın geliyor. Konuyu bir üst mercide halledelim diyoruz. Sonra diğerlerini nasıl razı edeceğimizi düşünürüz. Bu fikrin iyi niyetli ve kötü niyetli versiyonları var. Ama niyet iyi olsa da bunun çalışmayan, verimli sonuç üretmeyen bir model olduğunu artık anlamış olmamız lazım. Çünkü kentle ilgili her kararı geniş bir müzakere masasında arka arkaya konuşarak, müzakere ederek almadığınız zaman sorun giderek daha çetrefilli hale geliyor. Biliyorum, bu çok zahmetli bir iş ama başka çaresi yok. Bundan kaçtığımız her seferinde tekrar aynı duvara toslayacağız. Geniş bir katılımla açık bir ortamda karar almadığımız zaman yeterli güvenilirliği sağlamıyoruz. Bunu dışarıdan gelen ve kolayca delinecek bir karar olarak görüyor insanlar. Ve o kararların alındığı mekana erişimi olmayanlar mutlaka nüfuzlu bir tanıdık sayesinde o masaya erişimi olan kararı delen birinin hikayesini duyuyorlar. Doğru veya yanlış bu söylentiler kulaktan kulağa hızla yayılıyor ve böylece o kararın geniş halk nezdinde itibarı kalmıyor.
Diyelim ki bir senaryoda, Antakya’nın tarihi merkezinde bir arkeopark oluşturma kararı aldınız. Bu karar doğrultusunda şehir merkezindeki bir bölümdeki konutları ve işyerlerini transfer ediyorsunuz. Bu kararın kendi içinde teknik gerekçeleri olabilir. Bu spekülatif senaryoda kararın gelecekte doğru ya da yanlış çıkmasını hiç tartışmıyorum. Sadece bu kararın açık bir müzakere masasında alınmadığı zaman o karardan etkilenen insanların bu meseleyi nasıl göreceğini düşünelim. Şuradaki kişinin bakanlıktaki yakını vasıtasıyla kendi haklarını koruduğu ve evini kurtardığı söylentileri hızla yayılacaktır. Şahit olduğum örnekleri tek tek sıralayabilirim burada ama gerek yok. Bu söylenti bir kere tedavüle girdikten sonra önünü alamazsınız. Ve pek çok örnekte görüldüğü gibi yeterince saygınlığı olmayan kararlar ilk fırsatta delinir. Hele aynı insanlar geçmişte bizzat karar mercileri tarafından pek çok yasağın delindiğine, şu veya bu konuda birilerinin imtiyaz elde ettiğine defalarca tanık olmuşlarsa… Kapalı karar makamına erişimi olanlar öncelikle kendi işlerini gördükleri için çeperde bu kararların uygulanmadığı durumda yaptırım getirme konusunda daha isteksiz olurlar. Çünkü otorite için de her yaptırımın bir maliyeti vardır. İçinden çıkılmaz bir meseleyi kendi haline bırakmak bazen daha kolay bir yoldur. Ve bizim imar felaketimizin gördüğüm kadarıyla en temel sebebi budur.
Açık bir müzakere ortamında her kafadan bir ses çıkma ihtimali hepimizi endişelendiriyor, bu şekilde karar alınmaz diyoruz. Asla sonu gelmeyen acil durum koşullarında hızlı karar almak ve asla sonu gelmeyen gerekçelerle kararların teknik bir söylem kılıfına sokularak gerekçelendirilmesi ve daha kısıtlı erişimi olan bir makamda alınması tek ve kaçınılmaz çözüm gibi görünüyor. Oysa bu yöntem ikna ve organize edebildiği aktör sayısının kısıtlı olması nedeniyle operasyon imkanlarını azalttığı için sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Merkezi müdahale tekelini daha güçlendirme arzumuzun nedeni de aynı.
Bir de bu tuhaf manzara içinde karar merciiyle masaya oturup bizim akıl ettiğimiz o mutlak doğruların en azından bir kısmını gerçekleştirme imkanı arama heyecanı var. Teknik kadroların ve profesyonellerin bir kısmı da çeşitli gerekçelerle bu mucizevi ihtimalin peşinde olabiliyor. Oysa problem temelde tanımı itibariyle teknik bir problem değil.
Şehirlerimizin imarıyla ilgili bazı temel sorunları sakin bir kafayla yeniden düşünmemiz lazım: neden uygulanabilir planlar yapamıyoruz? Neden kağıt üzerindeki yasa ve yönetmeliklerle uygulama arasında hep kapatılamaz bir uçurum oluyor? Yasalar ve yönetmeliklerimizde boşluklar olduğu söyleniyor ama ben hiç emin değilim. Başka ülkelerle kapsamlı bir karşılaştırma yapmak lazım ama bizim imar yönetmeliklerimizin şekil şemail yönünden sıkı olduğunu düşünüyorum. Peki yönetmelikler kağıt üzerinde şeklen son derece sertken neden uygulama pratikte bu kadar kontrolsüz, kuralsız ve düşük nitelikli?
Her konuda kötü olduğumuz söylenemez, bazı konularda dünya ortalamasının üzerinde işler yapabiliyoruz. Ama özellikle imar ve inşaat dünyası bizim tercihlerimiz nedeniyle kuralsız, dağınık bir yağma alanı. Siyasetçilerden teknik personele, iktisadi elitlerden meslek profesyonellerine kadar yayılan toplumun imtiyazlı kesimleri bu başı bozuk yağma ortamında istediğini avlayabildi geçtiğimiz yüz yıl içinde. Bu nedenle değiştirme konusunda özel bir çabaları yok. Diğerleri de kendi paylarına düşenleri topladılar, boşlukları fırsata çevirdiler. Her kuralsız ve kaotik yaşam alanında olduğu gibi umduğunun ötesinde kazananlar ve kaybettiğini düşünenler var. Baş döndürücü kazanç hikayeleri hepimizi baştan çıkarıyor, öyle olunca bazen makul kazançlar da kayıp gibi görünüyor insanların gözünde. Davranışları bozan, regüle edilmemiş, standartları zayıf, rekabete kapalı kötü koşullu bir piyasa bu. Bir an düşünün, araba ithal ve ihraç ediyoruz, benzer şekilde bina da ithal ve ihraç edebilseydik inşaat piyasamızın standartları bu kadar düşük olur muydu? Koşullar gereği bu ürün yere bağlı, en fazla malzeme ithal edebiliyorsunuz ama inşaat üretimi tekil malzemelerin temininden çok daha kompleks bir süreç. Kapalı ve standartları düşük bir piyasada üretim yapıyorsunuz, baş döndürücü kazanç ihtimalleri var. Çünkü ürünün metrekaresi arttıkça ne olursa olsun fiyat da bir şekilde yükseliyor. Bu durumda neden üreticileri standartlara uymaya zorlayalım? Hep beraber kazanıyoruz, tabii eşit dağılmıyor, bazıları kapalı karar mekanizmalarına kolay eriştiği için çok daha fazla kazanıyor, siyaset zaten bu elitlerle iç içe, meslek profesyonelleri bozuk piyasa standartlarına kendini uyarlıyor, dar elit istediğini bir şekilde aldığı için kalanlara fazla ses edemiyor. Değirmen ağır aksak da olsa bir şekilde dönüyor. Herkes memnunken neden sorun çıkaralım? İşte afet bize belirli aralıklarla gerçekleri hatırlatıyor, inşaat piyasanız verimsiz ve düşük nitelikli üretim yapıyor diyor. Borsadaki balonların patlaması gayri-maddi bir kayıp yaratırken inşaat piyasasının hormonlu şişkinliğinin patlaması ilave olarak fiziki yıkım da yaratıyor.
Peki çözüm ne? Radikal bir çözüm ve iyileşme için bu ülkenin siyasetinin mi değişmesi gerekiyor? Hayır, topu taca atmak için bir mazeret bu. Şili ve Meksika gibi sosyal ve ekonomik açıdan bizim klasmanımızdaki ülkeler, inşaat piyasasını başarılı şekilde yönetebiliyor. Henüz ülke içinde asayiş sorunlarını çözmekte bile zorlanan, sayısız problemle boğuşan ülkeler bunlar. Dolayısıyla çözüm için radikal siyasi değişimleri beklemeye gerek yok. Hepimize kaybettiren mevcut yöntemleri bir kenara bırakmalıyız. Ve bunu yaparken bazılarının söylediği gibi imar kararlarının daha kapalı şekilde sözde teknik kriterlere göre alınmasına değil aksine daha açık müzakere ortamlarında açık verilerle ve arşivle desteklenerek geniş katılımla alınmasına ihtiyacımız var. Meslek profesyonelleri bu bozuk piyasada mesleklerini düzgün icra edemedikleri için bu işin bir uzmanlık alanı olduğunu hatırlatıyor ve yetki alanlarının genişletilmesini talep ediyor. Başka çözüm yok, bilime kulak verin diyorlar mealen. Ancak 100 sene öncesinde değiliz. Her şehirde birkaç mimar ve mühendisin olduğu, Barbaros Bulvarı açılacakken veya Beyazıt Meydanı konuşulurken uzmanların bir masa etrafına sığabileceği kadar az sayıda olduğu, o insanların da koskoca bilmem ne okulunda kürsü sahibi koskoca bilmem ne bey olduğu dönemlerde yaşamıyoruz artık. Ayrıca İngilizcede layman denilen meslekten olmayan insanlarla meslek sahipleri arasındaki eski itibar ve pozisyon uçurumu da yok. O eski güzel günleri geri getiremeyiz. Hoş, güzel miydi, çok iyi kararlar mı verdi o nesiller, ondan da hiç emin değilim. Profesyonellerin araçsallaştırdıkları bilim söyleminin işlemesi ve sonuç vermesi zor. Hadi biraz daha açık söyleyeyim, imkansız. Halk cahil olduğu ve siyasetçilere kandığı için değil, koşullar başka olduğu için.
Sonuçta genel bir muhasebe yaptığımızda topluca kaybettiğimizi söylemek lazım. Bundan sonrasının nasıl olacağı bize bağlı.
ŞS: Vakit kaybettik ama kaybın neresinden dönersek kardır. Kapsayıcı ve kurucu bir idari mekanizmanın tesisi sanırım öncelikli bir ihtiyaç. Antakya’da bu şehri yeniden ayağa kaldıracak bir meclis oluşturmamız lazım desem bazılarına komik bir hayal gibi görünecek eminim. Ama Hatay’ın bir idari birim olarak var olmasını sağlayan ilk kurumun bir meclis olduğunu hatırlatmak isterim. Bildiğimiz gibi Hatay kelimesi dönemin siyasi ve diplomatik argümanlarını desteklemek üzere önerilmiş bir kurguydu, öyle veya böyle biz ne dersek diyelim başarıya ulaşmış bir kurgudur. O günün şartlarında toplumun çok daha bölünmüş ve birbirine karşı önyargılı olduğunu hatırlamak gerek.
Normalde meşru temsil adresi tabii ki belediye meclisidir. Ancak şu koşullarda yerel yönetiminin kapasitesinin son derece düşük olması nedeniyle karar verme ve uygulama sorunu var. Merkezi idarenin belediyeye alan açması ve destek olması gerekiyor. Meclisin temsil imkanlarını artırmak için ikinci bir halk toplantı salonuyla birlikte çalışması gerek. Tabii ikili meclis tek başına iş göremez, bu iki kurumu bir planlama ofisinin saha desteklenmesi gerekiyor. Ve bu tabii bu kurumun Hatay Expo gibi yerde değil, şu koşullarda şehir merkezinde, yaya olarak erişilebilir bir yerde olması lazım. Community engagement olarak tarif ettiğimiz şey böyle gerçekleştirilebilir.
ŞS: Evet, merkeze çok uzak, yaya olarak erişimin mümkün olmadığı bir yerde kuruldu. Aslında Hatay Planlama Merkezi biraz İPA’ya benzer bir kurum olarak kuruldu. Olumlu bir başlangıç. Ama etkin değil. Çünkü yanında siyasi bir güç yok. Hatay planlama merkezinin ürettiği verilerden siyaset üretecek yerel siyasetçiler hiç olmadı. Asıl eksiği bu. Yoksa teknik açıdan bir eksiği olduğunu düşünmüyorum.
HPM’nin saha gözlem raporları bence önemli bir başlangıç. Ancak bu yayınların periyodik hale gelmesi, daha kapsamlı olması gerekir. Bu tür raporlar olmadan strateji belirlenmesi güçtür. Oradan yol haritası ve aşamalı bir strateji ortaya çıkar. Problem kapsamlı ve derinlikli bir şekilde tarif edilmişse, toplumsal rıza ve destek belli düzeyin üstündeyse ve anlaşılıyorsa teknik çözüm mutlaka bulunur. Önemli olan imkanlarımızı nasıl bir karar doğrultusunda seferber edeceğimizi belirlemek. Biz ne istiyoruz? Dünyanın her yerinde bu kararın billurlaştığı yer halk meclisleridir. Bunun adına siyaset deniyor, burada pek az olan şey de bu.
Az önce sözünü ettiğim kurumsal yapı sivil toplumu da sürece daha iyi katkı koyacak hale getirebilir. Bildiğiniz gibi ben Ortak Akıl-Antakya Platformu’nun üyesiyim. Ancak herhangi bir sivil toplum kuruluşunun kamunun görevlerini üstlenerek kurumların yerine geçmesi mümkün değil. Biz süreci gözlüyoruz ve destek olmak için elimizden geleni yapıyoruz. Yürütmekte olduğumuz araştırmanın sonuçlarını önümüzdeki aylarda kamuoyuyla paylaşacağız.
Antakyalıların önemli katkılarından biri sürecin kaydedilmesi olabilir.
Depremin ardından bu felaket karşısında ne yapılabilir diye düşündüğümde aklıma ilk gelen şeylerden biri 99 depremlerinden sonra neler tartışıldığına bakmak olmuştu. Açıkçası o dönemde deprem sonrasındaki süreci yakından takip etmemiştim. Kayıtları az olmakla beraber o dönemde yapılan çalışmaların değerlendirmelerine, analizine, kayıtlarına bakmak benim açımdan zihin açıcı oldu.
ŞS: Zordu tabii, kayıt imkanları da daha zordu. Şimdi çok daha kolay. Gözlemlere dayanan metinler yazmak kayıt yöntemlerinden bir tanesi, çünkü yazarken düşüncelerinizi derleyip toplayabiliyorsunuz. Olabildiği kadar geniş bir perspektif kuran monografiler, değerlendirme ve inceleme yazıları yazılması gerekiyor. Ansiklopedik bilgiyi aktarmanın ötesinde veriye dayanan ama kişisel perspektif de içeren değerlendirme yazılarının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hata yapmaktan, yanılmaktan korkmayalım. Benim de şu ana kadar yaptığım bazı değerlendirmeler hatalı çıkmış olabilir çünkü süreç dinamik ve akıyor.