“Aslında İşlerin Tersine Gittiği Zaman, Eski Yöntemleri Sorgulamanın Tam Zamanıdır”

Geçtiğimiz sene, Studio-X İstanbul’da bir konuşma yapmak üzere gelen SO-IL mimarlık ofisinin ortaklarından Jing Liu ile bir araya gelmiştik.

2008 yılında Florian Idenburg ile birlikte kurdukları SO-IL ofisinin son dokuz yılını anlatan “Solid Objectives: Order, Edge, Aura” isimli kitaba dair konuşmak üzere İstanbul’a gelen Jing Liu ile Gregers Tang Thomsen ve Selva Gürdoğan’ın yaptığı söyleşiyi sizin için derledik.

Gregers Tang Thomsen: İlk olarak belki bize kitabınızdan ve SO-IL’in kuruluş hikayesinden bahsedebilirsin.

Jing Liu: SO-IL’i Florian Idenburg ile birlikte 2008’de açtık. Florian ile Sanaa’nın Tokyo’daki ofisinde tanışıyorduk ancak profesyonel çalışma hayatımıza tesadüfen Amerika’da başladık. New York’ta bir ofis açma kararı tamamen kendiliğinden, hiç düşünmeden gelişti. New York’ta iş yapabilmek için bağlantılara sahip olmak, kentsel kodları ve yerli yüklenicileri anlayabilmek oldukça önemli. Dolayısıyla, önceleri New York ofisinin geçici olacağını, bir süre deneyeceğimizi ve en nihayetinde başka bir kente taşınacağımızı düşünüyorduk ama taşınmadık. Nihayetinde, New York bizim yeni evimiz, Birleşik Devletler de üçüncü ülkemiz oldu.

Yıllar yılı, büyümemek, akademi ile uygulama arasındaki dengeyi koruyabilmek adına çok dikkatli davrandık. Bu çabayı yansıtacak yeterli zamanımız hiç olmadı. Sesimizi, yaptığımız uygulamaların içinden yansıtmak, bulmak istedik ancak kendimizi yeterince ifade edebilecek kadar yerleştirme ve inşa edilmiş proje biriktirmemiz beş, altı yılı buldu. Tam bu dönemde kitap konusu açılmaya başladı. Yine aynı vakitlerde, iki ayrı kurumun yeni binası için düzenlenen iki ayrı yarışmayı kazanmıştık. İşler büyüyordu ve bu büyüme ile mimari pratiğimizin doğasının da değişmek üzere olduğunun ayırdındaydık. Uygulamalarımızın henüz olgunlaşmadığı dönemi belgeleyen bir kitap hazırlamanın daha iyi olacağına karar verdik. Geçtiğimiz bir buçuk yıl da bu kitap üzerine çalıştık.


Solid Objectives: Order, Edge, Aura, 2017

Selva Gürdoğan: Florian da sende de Amerikalı değilsiniz ancak ofisinizi New York’ta kurmayı seçtiniz. “Ana vatan”larınızla düşünsel veya fiziksel bir ilişki kurma kaygınız var mı veya hiç bunun üzerine çalışıyor musunuz?

1970’lerin başında, kurumsal mimarlık ve akademinin tamamen ayrı yollara sapması ve 1980-1990’lar boyunca gerçekleşen neo-liberalizmin yükselişi sonucunda bu iki alan birbirinden git gide uzaklaştı, aralarındaki iletişim kesildi. Amerika’ya ilk geldiğimizde uygulama ve akademi arasındaki ayrım ikimizi de çok şaşırtmıştı. Mimarlık yapmaya ilk başladığımızda ben Japonya’da, Florian da Hollanda’daydı. Her iki ülkede de inşaat endüstrisi ile akademi iç içedir. Birleşik Devletler’deki bu ayrılık, daha önceden denk geldiğimiz bir olgu değildi. Bizi asıl zorlayan, ana vatanlarımızdaki koşullardan çok, Birleşik Devletler’deki bu durum oldu çünkü mimari uygulamalarla olduğu kadar akademi ile de ilgileniyoruz ve ikisini daha yakın hale getirmenin yollarını arıyoruz. Bir yandan inşa ederken, diğer yandan sorgulayan bir sistem kurmaya çalışıyor olduğumuzu, ofisin adıyla da açıkça ifade ettiğimizi düşünüyorum.

2008 yılında SO-IL’i kurduğumuzda insanlar, ülkedeki mimarların neredeyse üçte birinin işini kaybettiği bir dönemde nasıl olup da ofis açtığımızı soruyordu. Şunu çok iyi biliyorduk ki, ne zaman bir buhran olsa veya nerede işler tersine gitse, işte o zaman eski yöntemleri sorgulamanın tam zamanıdır. Daha yeni kurulmuş bir ofis olarak zaten sıfırdan proje almanız mümkün değil ve bu durum da dipten yükselmek, statükoyu sorgulamak için iyi bir fırsat.


SO-IL, Pole Dance, 2010

Selva: Akademi ve kurumsal mimarlığı bir araya getirme yolundaki ilk başarılı projeniz hangisiydi?

2008’de ofisi kurar kurmaz, MoMA PS1 yarışması için önerilmiştik. Yarışmanın kavramsal çerçevesi “sürdürülebilirlik” üzerineydi. Ekonomik krizin hemen sonrasıydı, tüm kültür kurumlarının ciddi sorular sorduğu, sürdürülebilirliğin de büyük mesele olduğu bir dönemdi. “Tekrar inşa etmeye başlamadan önce nasıl yeni bir anlatı oluşturabiliriz?” gibi sorular soruluyor ve bu diyaloğa herkes dahil olmak istiyordu.

Sürdürülebilirlik, genelde çok fazla sorgulamadan kabul edilen, basit bir fikir. Sürdürülebilirliği, yalnızca bir şeyler inşa ediyor olmanın biraz daha ötesinde, sosyal yansımaları da olan bir çerçevede ele almak istedik. Sonuç olarak da adını Oskar Schlemmer’ın Bauhaus zamanlarında gerçekleştirdiği dans performansından alan “Pole Dance” adlı bu projeyi 2010 yılında tamamladık. Schlemmer’in koreografisi ve kıyafetleri insan vücudunun, insanın ve uzam yaratma zekasının uzantıları gibiydi. Biz de aynı düşünceyle, modernizmin bir uzantısı olarak neo-liberal küreselleşmeden ve bu akımın bugün bizi nereye yönlendirdiğinden bahsetmek istiyorduk.


Oskar Schlemmer, ‘Pole Dance’ 1927

 Öte yandan, bizden bir yıl önce PS1’i kazanan MOS, oldukça ağır bir yapı oluşturmuştu. Her şeyi sorgulayan ve her daim karamsar duran o entelektüellerden olmak istemiyorduk. Dahası, hemen hemen herkes gibi buhran sonrası oluşan kasveti de üzerimizden atmak istiyorduk. Sonuç olarak, tekil ve yayılmacı bir altyapı olan Kartaca ızgara planını daha güçsüz, eğlenceli ve somut hale getirerek sorgulamaya karar verdik ve sörf tahtası zemini üzerinde duran yetmiş beş direkten oluşan bir ızgara kurduk. Direkler yere sabitlenmemişti, çok uzundular ve fiberglastan yapılmışlardı, bu nedenden ötürü havada salınıyorlardı. Tüm ızgara, kendi başına ayakta duramayan, elastik direklerden oluştuğundan, direkleri birbirlerine ile sabitlemeye karar verdik. Izgara plan üzerinde sabitleyici halatlar kullanılsa dahi, direklerin çok uzun olmasından ötürü rüzgarda salınıyor ve insanlar bu direkleri itip çekebiliyordu. Adeta kendi kendine dans eden projeye biraz da bu yüzden “Pole Dance” ismini verdik.

Umuma açık oluşu ve bugüne kıyasla o zamanlar çok tanınmadığımızdan ötürü bu Pole Dance, adımızı duyurabilmemiz açısından önemli bir platform haline geldi. Amerika Direk Dansçıları Federasyonu (United States Pole Dance Federation [USPDF]) bizimle iletişime geçti. Bizi arayıp bir performans gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceklerini sordular. Denemek için geldiler ancak dans etmenin düşündüklerinden daha zor olduğunu fark ettiler. Yeni bir koreografi planlayıp üç hafta boyunca antrenman yapmak durumunda kaldılar. Muhteşem bir deneyimdi!

Gregers: Türkiye’de de aynı problem mevcut; akademi ile pratik arasında yeterli çakışma mevcut değil. Bu iki dünya arasında köprü kurarken, ne yapmanız gerekiyor sence? Siz bunu nasıl kuruyorsunuz?

Sadece yapıyoruz; mümkün olduğunu gösteriyoruz. Biz her daim eğitim verdik, ofisi açmadan önce de üniversitelere gidiyorduk. İster iptal edilmiş bir proje, isterse ticari bir proje olsun, ilk andan itibaren olayın bir bina inşa etmekten daha fazlası olduğunu ve içinde daha fazla hikaye taşıdığını anlatmaya çalışıyoruz her zaman. En azından Birleşik Devletler’de, aynı anda hem pratik hem pragmatik olmak konusunda bir sıkıntının olmadığını görebilmeleri için yeni nesle yeterli cesareti verebildiğimize inanıyorum.


Blueprint at Storefront, New York, 2015

Eğitim vermek her zaman kolay olmadı. Ofiste çok yoğun olduğumuz bazı anlarda okulda zaman geçirmek çok yanlış bir şey gibi görünüyor ancak bir yandan da gelecek nesillerle, farklı inançlar ve farklı ideolojilerle yüzleşmenin bizim için oldukça yararlı olduğunun bilincindeyiz. Okulda olmak yalnızca kendinizi değil başkalarını da dinlemenize yardımcı oluyor. Yalnızca kendi yaptığınız işler ile kimliğinizi bulmaya çalışırsanız tek duyacağınız ses kendi sesiniz olur.

Akademide veya dışarıda, sürekli olarak sınırlarımız dışına çıkabilecek bireysel, mimari, yapısal diller arıyoruz. İstanbul’a ziyaretimin sebeplerinden biri de bir şekilde birbiriyle bütünleşebilen, bazen aradaki sınırların bulanıklaştığı birçok ayrı şehri içinde barındıran bu şehri anlayabilmek.

Selva: 2008’de ofisi kurduğunuzda ekonomik kriz vardı. On yıl sonra günümüzde, Trump yönetiminin getirmiş olduğu başka türlü bir kriz var. Bu krizin size herhangi bir etkisi oldu mu?

2008’den bugüne kişiliklerimiz ve inandığımız şeyler değişmedi. 2008’de de aynen bugün olduğu gibi, problemleri görmezden gelmeden ele alabilmenin yollarını bulmak istiyorduk. Bu yaklaşımın değiştiğini zannetmiyorum. SO-IL’de on üç ayrı milletten çalışan var. Herkese elimizden geldiğince destek vermek ve yardımcı olmak istiyoruz. Özellikle Orta Doğu’dan gelen bazı vatandaşlar için koşullar çok zor, yasaklı birkaç kişi bile var.


Breathe, MINI Living, 2017

Çocuğumu Washington’daki yürüyüşe götürmüştüm. Bir otobüs ayarlayıp, bütün çalışanlarımıza yürüyüşe birlikte gitmeyi teklif etmiştik. Elimizdeki projelerin son teslim tarihleri sebebiyle yalnızca ofisin yarısı gelebildi. Ben ve birçok birey için bu süreçlerden geçmek iyi bir şey. Şok edici bir olay ile karşılaşıldığında her bireyin deneyimlediği birkaç evre var: İlki inkâr, hemen ardından kabullenme, onun ardından da bireyin kendini yansıtması, eylemde bulunma ve örgütlenme geliyor. Tüm bu evreleri atlattığımız bugünlerde, Trump’ın başkan olması ile sonuçlanan bu süreçte neyi yanlış yaptığımızı bulmak için kendimizi sorgulayabileceğimiz evredeyiz.

Sanırım hepimiz süreç içerisinde kendimizi nasıl ılımlı hale getirebileceğimizi, nasıl düzen sağlayabileceğimizi ve somut olarak neler yapabileceğimizi öğreniyoruz. Benim bu dönemde öğrendiğim şeylerden biri bu. Çin’den geliyorum ve bizde demokratik süreçler yok, özgürce konuşabilme hakkımız da yok. Bu nedenle başkanlık seçiminin New York’ta, kamusal alanda neler ortaya çıkarabildiğini izlemek benim ufkumu açtı.

Selva: Özellikle de diyaloğun her daim eleştirel olduğu Birleşik Devletler’de…

Hiçbir platformda, yüzde yüz eleştirel nitelikte bir ortam bulamazsınız. Bunun için belirli bir ölçüyü tutturmak gerekiyor. Ticari sanat dünyasında bile hala iyi bir şeyler yapmaya çalışanlar var ve bunların çoğu da kamusal kuruluşlar. Bu da yapılması kolay bir iş değil.


Kukje Gallery, 2012

Ofisimizi New York’ta açtığımız için birçok galeri ve müze ile çalıştık ve fark ettik ki mimari Amerika’da bir lüks. Florian da, ben de sosyalist ve komünist ülkelerden geliyoruz ve bilmeden bu eşitsizliği kolaylaştıranlardan biri haline gelmiş olmamız gerçeği bizi her zaman biraz huzursuz etmiştir. Ne var ki, son zamanlardaki politik atmosfer nedeniyle, bu kültür sanat platformunda daha da değer bilen insanlar olduk. Biliyorsunuz, bu işler -platformun belki de daha büyük bir kısmı-  paraya dayalı diyebilirsiniz ama burası diyalog içine girebilmek ve insanları davet edebilmek için hala oldukça üretken olan bir platform.

Sonuç olarak belki de bu duruma kucak açarak, kültürel kurum ve müze binaları hakkında bir kitap yazmalıyız. Biliyorsunuz, Trump tek seferde bütün kültürlerden kurtulmak istiyor.

Selva: Yeni bir kitap projesi daha var sanırım?

Projelere çalışırken fark ettik ki yeni bir şeyler yapabilmek adına sınırları zorlamayı seviyoruz. Çalışırken, Birleşik Devletler’deki diğer tüm endüstriler gibi, inşaat endüstrisinin de aşırı düzenlenmiş, hatta kurumsallaşmış olduğunu fark ediyorsunuz. Yalnızca belirli kataloglardan, belirli endüstrilerden ürünler seçebiliyorsunuz. Sınırların dışına çıkıp bir şeyler yapabilmek oldukça zor. Hemen hemen her bir projemizde, bizim için önemli olan, bilhassa insanlarda herhangi bir tepki oluşturacak mimari bir etki yaratmak için müşterimizi veya yükleniciyi çıldırtmak durumunda kalıyoruz. İşte, yeni bir kitap projemizde bu hikayelere odaklanmak istiyoruz.

Etiketler

3 yorum

  • enisekocaman says:

    Ampülü Tesla mı buldu Edison mu tartışmasını hatırlattı bu metin. Fotoğraflarda Pierre Corbusier’den çok daha kendinden eminmiş gibi görünüyor.

  • faruk-ozgokce says:

    Le Corbusier’in yaptığı her bina için kitap, makale yazdığı için eleştirildiğini de duymuştum. Derdi mimarlık yapmaktan çok mimarlık satmak gibi gelmişti bana.
    Kuzenini hiç bilmiyordum açıkçası, burada okuduğumda da en çok dikkatimi çeken Hindistan’da kalması. Kendi yolunu çizip tasarımları o yöreyle birleştirmesi. Bence oldukça cesurca.
    Çekingen, içine kapanık biri izlenimi uyandırmadı bende. Daha çok sürekli arayış içinde, insanların şöhretinden daha çok önemsediği ve aradığı şeylerin olduğu, kendinden emin bir insan izlenimi…

  • salih-bekin says:

    Le Corbusier bu işin şov kısmında gibi geliyor. Zaten akılda kalanda genelde şov kısımları oluyor , Pierre Jeanneret daha kararlı ve tasarımın omurga yapısında durun kimlik, emin adım atan kişi gibi.

Bir yanıt yazın