“Balat’tan Gidenlerin Yerine Sessizlik Geldi”

Bu hafta Semtler ve İnsanlar söyleşi serisinin konuğu olan gazeteci Ersin Kalkan ile Balat'ı konuştuk.

Atadan Balatlı Ersin Kalkan ile Hanımeli Kahvesi’nde buluştuk. Yıllardır yazıp çizmekten yorulmamış bir kent aşığı buldum. İletişim ve kent sosyolojisi dersleri veriyor olmasını ve Balat – Fener Bölgesi’nin yaşadığı değişimi göz önüne alırsak sıkı bir sohbete hazırlıklı olunmalıydı. Öyle de oldu… Kendisiyle yüz yılda dört kent ailenin mensubu olarak sürgünü, terk etmeyi ve geride kalmayı konuştuk.

Cihan Keyif: Ersin Kalkan Balat’la ilişkisini nasıl şekillendirdi?

Ersin Kalkan: Başlangıçta Balat Ersin’i şekillendirdi demek daha doğru olur. Burada kozmopolit bir kültürün içerisine doğup, bu kültürle yetiştim. Toplumun, memleketin çeşitli yerlerinden gelenlerle de burası bir panayır yeri gibiydi. Balat beni yetiştiren ve şekillendiren bir hoca gibiydi. Şimdi gazetecilik yapıyorum, dünyayı geziyorum, üniversiteler okudum, kütüphaneler dolusu kitaplar devirdim. Tüm bunların ardından geri dönüp baktığımda Balat’tan öğrendiklerim toplam bilgimin yüzde 60’ını oluşturuyor. Balat yaşayan bir kütüphane gibiydi. Balat’ta yaşamak binlerce kitap okumaktan daha değerliydi. Balat Çarşısı’na çıktığınızda yedi dilin konuşulduğunu duyardınız. Sırpça konuşulurdu burada; Vodina Caddesi’nde oturanlar özellikle Kuzey Yunanistan’dan gelen bir halk, Balkan Savaşı sonrası buraya yerleştirilmişler. Arnavutlar vardı (eliyle köşeyi işaret ederek), buradaki marangoz Arnavut’tur, meşhur köfteci Arnavut’tur. Bulgarca konuşulurdu; Bulgar Kilisesi etrafında daha çok yaşarlardı. Döküm demirden yapılma, Stefan Sveti Kilisesi’dir adı, aynı zamanda Bulgarların milli kilisesidir. Fener Rum Ortodoks Kilisesi’ne karşı bağımsızlıklarını ilan ettiklerinde inat olsun diye Patrikhane’nin 100 metre ilerisine bu kiliseyi yaptırmışlardır. Zazalar yaşardı. Bir de çok enteresan Hristiyan Lazlar; Megreller ve Müslüman Lazlar yaşardı. Her ikisi de Lazca konuşurdu. Megreller kalmadı. Gürcüce ve Arap Ortodokslar dolayısıyla da Arapça konuşulurdu. Kiliselerinin bakımıyla ilgilenen hâlâ Arap Ortodokslardır.

Bu kadar çok dil bu kadar çok da kültür demek tabii ki…

Dil ile düşünüyoruz ve bu kadar dil demek bu kadar çok kültür demek oluyor. Bulgarlar ayrı yaşarlardı sadece. Osmanlı’da getto yoktu, tüm halkları aynı yerde ikâmet ettirir ve birbirileriyle karışmalarını sağlardı. Osmanlı’nın Anadolu’yla kurduğu ilk irtibatla ilgili bu… Halil İnalcık’tan okuyoruz ‘Devleti Aliye’de Osmanlı’nın kuruluş dönemini; Hristiyan Prenslikleri’yle nasıl harmanlandıklarını görüyoruz. Buradan öğrendikleriyle bunu yapıyor. Bizans’ta vardı mesela getto. Suriçi’nde asla Roman Katolikleri’ni istemiyorlardı. Onları Galata’ya yerleştirmişlerdi. Ermenileri de kesinlikle almazlardı. Ermeni yerleşimi 1456 – 57’de Fatih’in fermanıyla başladı. Az önce söylemeyi unuttuğum dillerden biri de Ermenice. Ermenilerin çok önemli bir kilisesi, Mucizeler Ayini’nin yapıldığı; Surp Praştegabat Kilisesi de Balat’tadır. Mucizeler Ayini hâlâ devam ediyor. Farklı zamanlarda üç farklı kilisede çıkan yangınlarda tüm kilise kül oluyor ama Meryem Ana ikonası yanmıyor. Buna mucize deniyor ve bunun için ayin düzenleniyor, Eylül’ün ikinci hafta sonu cumartesini pazara bağlayan gece sabaha kadar süren ayinlere Müslüman, Hristiyan Yahudi, herkes gelir ve dermansız hastalıklara yakalananlar o gece kilisede dua ederler. İyileştiklerini söyleyenler de var.

“Fener – Balat’ın 6 – 7 Eylül’de çok büyük yara almamasının sebebi gayrimüslimler ile Müslümanlar arasındaki iyi ilişkilerdi”

İç içe geçmiş bir yaşamdan bahsediyoruz. Bu sizin için bir şans olmuş diyebilir miyiz?

Böyle bir acayip seremoninin, ayinler toplamının içerisinden geçtiğinizde, biraz da bu seslere kulaklarınız açıksa o sizi şekillendiriyor, farklı bir hale getiriyor ve çok şey öğreniyorsunuz. Balat ile olan ilişkimin temelini de bu oluşturuyor. Oturduğumuz bu meydanda (Fener Meydanı) sünnet düğünleri yapılırdı. Çocuklar ata biner, Balat’a kadar yürünürdü… Yonca Mahallesi’nde Romanların faytonları vardı, onlar süslenir ve getirtilirdi. Fayton gelirse Eyüp’e kadar gidilirdi. Aynı meydanda Paskalya zamanı yumurta kırma yarışmaları yapılırdı. Rengârenk boyanan yumurtalar getirilir, oyunlar oynanırdı. Bu meydan bir şenlik meydanıydı. Şimdi bundan sonrası için de öyle şekillendirmeye çalışıyoruz… Arap Ortodokslar özellikle Müslüman komşularına Paskalya’da çörek ve yumurta götürür. Muharrem ayında da Müslümanlar onlara karşılık olarak aşure götürürler. Bu temas hâlâ sürüyor. Fener ve Balat’ın bu kadar Rum nüfus barındırıyor olmasına rağmen, 6 – 7 Eylül’de çok büyük bir yara almamasının sebebi bu. Balat’ta Agora Meyhanesi var, meyhanenin son sahibi olan Hristo Bey ile yaptığımız sohbette “Baba, sen bize fazla dokunmadılar demiştin ama 6 – 7 Eylül’de Agora yanmış” diye sormuştum. O da anlatmıştı; “Dışarıdan bindirmeli bir grup geldi, buradaki işbirlikçi birkaç tanesiyle beraber varlıklı olduklarını tespit ettikleri birkaç yere saldırmaya çalıştılar. Bir arbede çıktı; Balat esnafı bu gelen gruba taş, sopa, bıçak ne bulduysa saldırdı. O sırada da Agora yanıyor. Bu arada itfaiye gelene kadar insanlar söndürmeye çalışmış ama itfaiye altı saat sonra gelince Agora tamamen yandı”. Ayrıca ekalliyetten olanların kapılarına birer nöbetçi dikilmiş, komşular nöbetçi olmuş. Bunun sayesinde de yağma, tecavüz ve yangın Ayvansaray tarafındaki birkaç tanesini saymazsak merkezde olmamış. Kurtuluş, Tarlabaşı ve Pera’da felaket olmuştu.

Balat için bu çokkültürlülükten hâlâ bahsedebilir miyiz?

Kültür bir şekilde devam ediyor ama kültürü sahneye koyacak aktörlerde azalma oldu. En son 1974 Kıbrıs olaylarından sonra baskılar arttı. Bir de bizim “Derin Devlet”imiz muntazam çalıştı. Buradan ve başka yerlerden oluşturdukları “milli savunma birlikleri”yle birlikte insanları taciz ettiler, hainlikle suçladılar ve buradan gönderdiler. Şu an çok az sayıda Rum komşumuz var; 8 – 10 hane kadar. Arap Ortodokslar 70 – 80 aile kadar, Müslüman Gürcüler var, onlar semtin çok eskileridir ve şehirlilerdir. Yusufeli’nden göçüp buraya gelmişlerdir. Balat kısmında çok az sayıda kalan Yahudi aile var; onlar anılarının ve mezarlarının bekçileri ve en fedakâr olanlar. Bütün konforlarından ve sosyal ilişkilerinden feragat ederek, bu Sinagogları korumak için Balat’ta kalanlar. Bir de Yahudiler açısından hiç bitmeyen ve sık sık pişirilip önümüze konan Antisemitizm var. Antisemitizm, Yahudiler açısından tüm bu ötekileştirmenin, dışlamanın bir hayaleti durumunda. O sürekli canlı ve ayakta tutulur ve fırsatı bulunduğunda da hemen ortaya çıkarılır.

Tüm bu giden insanların yerine kimler geldi?

Sessizlik… İnsanlar gitti ama mülkiyetler değişmedi. O bakımdan önce sessizlik geldi. Onlar gidince çarşıdaki sesler azaldı. Çeşit azaldı, müzikler azaldı ve rüzgârların dolaştığı evlerde uğultular başladı. Bu da komşular için kabus oldu çünkü gidenlerin hepsi komşuların rüyalarında kabusa dönüştü. Onlarla rüyalarında karşılaştılar. Yeni gelenler önce bu evlere girmeye cesaret edemediler ama sonra kapılarını kırıp oturmaya başladılar, işgaller başladı. Gidenler bir kısım satıp gitmişlerdi, büyük kısım ise satmadan gittiği için hukuk mücadelesi verdi. Satmayanlar hep, bir gün düzelirse geri döneriz, diye hayal ettikleri için satmadan gitmişlerdi, her yaz göçtükleri köylerine gidip evini tamir edenler gibi…

İşgallerden sonra ne oldu?

Nilüfer Narlı’nın UNESCO Projesi kapsamında yaptığı alan araştırması verileri doğrudur. Nüfusun yüzde 56 – 58’i Batı Karadenizli’dir. Kastamonu’nun İnebolu ve Karabük’ün Safranbolu ilçelerinden gelen çok sayıda aile var. Nüfusun yüzde 25’lik kısmını ise Rize, Trabzon ve Artvin civarından gelenler oluşturuyor. Bunların aralarında 130 – 150 yıllık aileler de var ama büyük kısmı gayri Müslimlerden sonra geldiler. Güneydoğu ve Doğu Anadolu’dan gelen Kürtlere, Siirt’ten gelen Arapları da eklersek yüzde 100 tamamlanmış olur. Son grup buraya en son gelenlerdir.

Tüm bu etkenler demografik olarak farklılaştırdı Balat’ı ama asıl önemli olan Balat nasıl yoksullaştı?

Gayri Müslümlerin gitmesi ve sahilin 1986’da yıkılmasıyla birlikte burada iş imkânları sıfırlandı. Dalan döneminde sahildeki dokların ve tersanelerin yıkılmasıyla Balat tamamen sessizleşti. Tabii bir de Haliç’in kirliliği eklenince iyice çöktü. Haliç’in ortasında çöp adaları vardı ve kokuyordu. Müslüman şehirliler de buradan kaçmaya başladı. Aslında daha öncesi de var; Ağustos 1980’deki yangın. 1980 yılında kimyevi madde barındıran bir fabrikada yaşanan yangın patlamalara neden oldu. Patlamaların etkisiyle camları kırılan evlerin içlerine ateş topları düştü ve toplamda 56 ev yangında kül oldu. 240’a yakın ev de hasar gördü. Bizim evimiz de öyle yandı.

“Heredot Cevdet tiplemesine ilham olan Titreme Süreyya, meydanda toplanan insanlara hikayeler anlatırdı”

Demografik yapının değişmesinden sonra nasıl kültürel farklılıklar ortaya çıktı?

Kültürel çöküşü getirdi. Büyük bir kaos yaşandı aslında. Birden bire kültürün taşıyıcıları yok oluyor. Önce sesler sonra müzikler sonra da her şey kesiliyor. Bir bocalama ve kesinti süreci yaşandı ve bu halen sürmekte. Şehrin devamlılığı ve kültürün sürekliliği şehrin olmazsa olmazıdır. Yoksa Latin Amerika’da olduğu gibi sürekli kesintiye uğrar. Şehrin sahipleri dediğimiz, şehrin denetleyici ve yürütücüleri; belediyeler ve denetleyici diğer kurumlar işlerini layıkıyla yapmamışlardır. İstanbul aslında köklerini kaybetti. Kentin bilgisini taşıyacak kimse kalmadı. Titreme Süreyya diye bir adam vardı, mesela. Hasan Kaçan’ın Heredot Cevdet tiplemesindeki adamdır aslında. Mühendis bir adamdı, akşamcı, kalender… Meydanda toplanırdık, siyah beyaz televizyon vardı ve yayın belirli bir süreydi. Akşamları toplandığımızda bir hikâye anlatmaya başlardı Lale Devri’nden, Kanuni’den… Anlatırken çok heyecanlandığında sesi titremeye başlardı. Osmanlıca da bilirdi, Victor Hugo’nun bir kitabını getirir bize okurdu. Bunlar da kaybolup gittiler. Apartman yaşamı ve banliyöler bizi atomize ediyor ve parçalıyor. Küçük yaşamlar, bol tüketim sonra yok oluş… Bugün yaşanan kültürel kaosun sebebi de 1940’lardan itibaren insanların yerlerinden edilmesiyle başladı.

Bugün ülke genelinde bir kültürel kaostan bahsedilebilir mi sizce?

Türklerin bitmeyen göçebe alışkanlıkları kültürel savruluşlara neden oluyor. Baba tarafım Kavalalı, Kavala’dan İzmir’e İzmir’den de Erzurum’a yollanmışlar. Erzurum’dan buraya gelmişler. 100 yıllık göç yoluna bakar mısın? Dört ayrı şehir dolaşıyor, yolculuk yapıyorsun. Yangın sonrasında da burayı terk etmek zorunda kaldık.

Bu yenileme sürekli olarak devlet eliyle gerçekleştiriliyor Türkiye’de, sürece bırakılmıyor…

Evet, devlet eliyle yapılıyor. Bir de bitmeyen bir yolculuk var. Bir Ermeni tanımıştım. 10 dönüm araziye çiçek ekmişti. “Neden çiçek ektin de ağaç ekmedin bu koca araziye?” diye sorduğumda bana “Biz ne zaman bir yere ağaç diksek oradan göçertildik” dedi. 1909’da Adana’dan göçertilmişler, İzmit – Bahçecik’e sonra oradan bağlar bahçeler yapıyorlar. 1915 oluyor, ailenin bir kısmı İstanbul’a sığınır bir kısmı göç yollarına düşüyor. Burada hiç bitmeyen bir yolculuk var. İstanbul, Bursa, İzmir, Adana ve Edirne’deki nüfus değişimlerine baktığımız zaman birçok şey aydınlanıyor. Ankara’yı buna katmıyorum çünkü 1920’lerden sonra kurulmuş bir şehir. Hem bitmeyen yolculuklar hem de endüstrinin dayatmaları değişimlere neden oluyor. Kara ve denizyolu olmaması dolayısıyla mallar denizden geliyordu, Haliç bu bakımdan da çok önemliydi. Soğuk hava depoları da bu bakımdan buradaydı. Un kapanı, yemiş kapanı, hal, balık mezatı hepsi buradaydı. Bunun yanında Haliç, 1936 yılında sanayi bölgesi ilan edildi, enerji ihtiyacı için Santral kuruldu. Tersaneler de dolayısıyla buraya kuruldu. Burası tıpkı Barselona, New York’un liman bölgesi ve Londra’nın Dockland bölgeleri gibi kirlendi. Buradan yerleşikler savrulmaya başlandı şimdi ise tekrar geri dönüş yaşanıyor. Bu arada mutenalaşma dediğimiz şey de yaşanıyor. Bizde kent farklı şekilde yapılanıyor, meydanların konumları, kentin cami etrafında konumlanması Avrupa şehirlerinden daha farklı bir özellik içeriyor.

“Burayı Cihangirleştirmek isteyen devlet haricinde başka gruplar var.”

Buradaki mutenalaşma nasıl yaşandı?

Burada iki farklı proje yürütüldü. Birine Habitat sonrasında karar verildi. Heyetler bu bölgeyi, Zeyrek’i, Süleymaniye’yi, Samatya’yı ve Yedikule’yi gezdiler. Tabii ki büyülendiler. Ama özellikle bu bölgeden çok etkilendiler çünkü bu bölgenin tarihi eser envanteri çok geniş. Habitat’tan sonra İstanbul, Dünya Kültür Mirası listesine eklendi. Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Merkezi’nden görevliler geldi ve Dünya Bankası’yla beraber İstanbul, İstanbul Teknik ve Yıldız Teknik Üniversiteleri projeye katıldı. Japonya’dan Avustralya’ya kadar birçok mimar projede yer aldı ve 1261 evin tek tek kimliği çıkarıldı. Önce 250 evi restore etme kararı alındı ancak bütçe ancak 126 ev ve sosyal alanlar için yeterli oldu. Sonrasında o proje zaman zaman akamete uğradı. Refah Partisi, proje Avrupa Birliği’nce de desteklendiği için “Burası Patrikhane’ye verilecek ve bölge Vatikan yapılacak” diye propaganda üretti, eski Ergenekon ekibi de buna katıldı ve insanlar, geriye kalan 1200 Rum’un İstanbul’u alacağına inandırılmaya çalışıldı. Bu mümkün değil ama korkutmak lazım insanları, korkutarak istediğini yaptırırsın çünkü insanlara. İki sene buradaki ofis kapalı durdu, insanlar çalışmadılar. Sonradan iş tatlıya bağlandı ve proje tamamlandı.

Diğer proje nasıl oldu?

Bir süre sonra Tarlabaşı ve Sulukule başladı. 2006’da itirazlara rağmen Balat’ı yenileme alanı ilan ettiler. Tarlabaşı’nın yüzde 64’ü hazine ve işgaldi. Sulukule’de hazine arazisi yok, işgal oranı ise yüzde 55… Ama burası o kadar kolay değil… Bir dernek kuruldu, sıkı bir mücadele başlattılar. Sekiz yıllık yargı sürecinin ardından Yargıtay gerekçeli bir karar aldı. Ama yine de tehlike geçmiş değil çünkü burayı Cihangirleştirmek isteyen devlet haricinde başka gruplar var. Bunlar da yeni sömürgeciler. İnsanların hayalleri ve umutlarına çökmek istiyorlar. Devletten daha tehlikeliler, büyük parayla geliyorlar. İnsanlara yalvarıyorum satmayın evlerinizi diye.

Etiketler

Bir yanıt yazın