Süperkent Çanakkale dosyası kapsamında, Çanakkale'deki önemli yarışmalarda yer alan Nevzat Oğuz Özer'le Gelibolu'yu ve Yarımada'yla ilgili deneyimlerini konuştuk.
1988’den beri Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Bina Bilgisi Bilim Dalı’nda öğretim üyeliği yapan, birçok yarışma projesinden ödülleriyle ve jüri üyelikleriyle de öne çıkan bir isim Nevzat Oğuz Özer. Çanakkale’yle ilgili özellikle 1998 tarihli Gelibolu Yarımadası Barış Parkı Uluslararası Fikir ve Tasarım Yarışması’nda ekibiyle aldığı üçüncülük ödülü ve geçtiğimiz yıl Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı Odak Alanları Fikir Projesi Yarışması’ndaki jüri üyeliği sebebiyle görüşlerini talep ettiğimiz Özer’le Gelibolu hakkında keyifli bir sohbet yaptık. Ayrıca Nevzat Oğuz Özer ve ekibinin Gelibolu Yarımadası Barış Parkı Uluslararası Fikir ve Tasarım Yarışması’ndaki projesine de buradan ulaşabilirsiniz.
Nevzat Oğuz Özer: Yarışmanın jüri üyelerinden, İgnasi de Sola Morales Rubio “Bu yarışma, projelerin bir çoğunda çizilmiş olan üzücü sonuçlara gidilebileceği konusunda güçlü bir uyarılar bütünüdür” demişti. Bu bakış aslında jürinin genel olarak bakışını da ifade ediyor. Dolayısıyla jüri minimalist olanları ve alana en az müdahale edenleri seçti. Yarışmaya 119 tane proje katıldı. Yarışmanın bir Barış Parkı tasarlama hedefi bize komik geldi. Şöyle düşündük: “Barış zaten orada vardı. Bunu sembolize etmeye, duvarlara yazmaya gerek yoktu. Barış, orada, doğrudan hayatın içindeydi”. Ağını onaran bir balıkçı barışı farketmeden zaten yaşıyordu. Biz konseptimizi oradaki insanlara, onların yaşadığı günlük hayatın üzerine kurduk. Alçıtepeli Salim Mutlu’nun kendi olanakları ile kurduğu müzeden çok etkilendik. Burada yaşayan insanlar bunu yapıyorsa, bu insanlara güvenilir diye düşündük ve tüm yarışma senaryomuzu yerel halk üzerine kurguladık.
Ben o sırada askerliğimi yapıyordum. Uzatma oldu zaten yarışmada. 6 – 7 ay sürmüş olması gerek.
Çok iyi hazırlanmış bir yarışmaydı. O yarışmaya kadar, hatta sonrasında bile bu kadar iyi hazırlanılmış bir yarışma çıkmadı diyebilirim. Uluslararası bir yarışma olduğu için dünyanın her yerinden projeler vardı. Norveçli bir ekip birinci, Hollandalı bir ekip ikinci oldu. Üçüncü biz olduk. Bu arada bu yarışmanın kotarılmasında büyük emeği olan Raci Bademli’yi de rahmetle anmalıyız.
Olmaz ama, yarışmaya katılan projeleri ve ekipleri yarışmadan önce görse idim korkar yarışmaya katılmazdım. Ekipler müthişti, yapılan işler çok iyiydi. Biz ise genç bir ekiptik. Hem sunum olarak hem de ekip olarak en naif proje bizim projemizdi.
Evet bununla başladı. Daha önce bir bağlantımız yoktu. Hatta ilk olarak alanı görmeye bu yarışma için gittik. İlk gittiğimizde iki gün kaldık, yarışma sürecinde birkaç defa daha gittiğimizi hatırlıyorum.
Şartnameye ilk baktığımızda nasıl bir proje olacağını hayal etmiştik zaten. Ağaçlar çok önemliydi bizim için. Bu sebeple de peyzaja yönelik bir proje yapmaya karar vermiştik. Alt kimliği peyzajla oluşturmaya çalıştık. Üst kimlik ise yerel halkla ilgiliydi.
Kıyı yollarına karşı çıktık. Kıyı şeridi doğal hayat açısından çok önemliydi. Günlük hayat kavramımız vardı bir de. İnsanlar gidiyor ve bir gün kalıyor, ama yerli halk sürekli orada. Yarımadanın ortasından giden bir yol bulduk. Çıktığı noktada da Toprak Mahsülleri Ofisi’nin binaları vardır. Tam bir tarım yolu aslında. Bu yol, bizim için çok değerliydi ve projemizin omurgasını oluşturdu. Tüm kıyı yollarını kaldırmayı önerip, o yoldan dik yollar çıkarak (zaten vardı yollar) onlarla bütün Yarımada ulaşımını sağlamaya çalıştık.
Alanı gezerken bir İngiliz Mezarlığı’na giden yol keşfettik. Mezarlığın adı galiba Redoupt idi. Bu yol bize çok ilham verdi. Ağaçlı bir yol. Ağaçlar rüzgardan yatmış. Ancak yolu çok iyi tanımlıyorlar. Anayoldan ayırarak sizi mezarlığa götürüyor. Çok sakin bir mezarlık. Peyzaj dilinin oluşmasında yani alt kimliklerin tasarlanmasında bu yol, bize ipucu verdi. 2014 yarışması esnasında Ömer Yılmaz ile tekrar aynı yere gittik. 17 yıl önceki yolu ne yazık ki göremedim. Ağaçları kötü gördüm. Üzüldüm.
Yarışma, belirlediği bazı alanlarda parkın önemli aktivitelerinin çözümlenmesini istiyordu. Yani yer seçimini kendi yapmıştı. Kilye Koyu’nda parkın kapısı ve merkezi, yarımadanın en güney ucunda Seddülbahir ve Abide tarafında etkinliklerin yapılacağı bir forum, Conk Bayırı ve çevresinde de anı alanları – savaş alanlarının tasarlanması isteniyordu. Kilye Koyu’nda bir kapı yaptık ama daha çok sembolik bir kapı; bir duvar inşa ettik. Alçak bir bahçe duvarı. Arkasına da zeytin ağaçları ektik. Bu kapıda bir ziyaretçi merkezi ve konaklama yerleri de isteniyordu. Bunları reddettik. Kalınacak yerler için mevcut yerleşmeleri önerdik. Mevcut bina stoğunun kullanılmasını önerdik. Dolayısı ile evet hiçbir yapı önermedik. Şu anda Kilye Koyu’nda yamaçda bir müze – ziyaretçi merkezi var. Bizce yeri doğru değil.
98 yarışmasında yer almış insanlar bu yarışmada da yer aldılar; Murat Balamir, Cem İlhan ve Ben her iki sürecin de içindeydik
1998 – Barış Parkı Yarışması aslında bugün alanın karşı karşıya kaldığı tehlikeleri öngörmüştü. Bugün Yarımada’ya olan ilgi artmış ve ziyaretçi sayısı da buna paralel olarak önemli ölçüde artmıştı. 2007’deki ziyaretimde ziyaretçi sayısı bu ölçüde değildi. Yarımada için müthiş bir yük. Ne yazık ki mevcut koşullarda organize edilemiyor. Bu organize edilebilir bir şey aslında. O yük, hiç kuşkusuz Yarımada’yı tahrip ediyor. Bu tahribat nasıl engellenebilir ya da kanalize edilebilir: Bu yarışma o amaçla açıldı: nasıl mimari bir çözüme dönüştürülebilir diye… Oradaki tartışmalarda geldiğimiz nokta; ziyaretçinin Yarımada’ya ulaşmadan yönlendirilmesi gerekliliğiydi. Fakat yetkililer tarafından bunun çözülemediği söylendi. Biz de yarışmayı bu akın varken nasıl kurgularız diye açtık. Bir yöntem önerisi olan Devrim Çimen’in projesini de bu anlamda birinci olarak seçtik. Devrim Çimen’in diğerlerinden en büyük farkı bir yöntem tarif etmesiydi. Sadece yarışmanın kapsamında olan odak alanlarında değil Yarımada’nın her yerinde uygulanabilecek bir davranış biçimi…
Tabi ki seçilen malzemeler ve mimari tavır önemli ama bu kadar büyük bir alanda siz eğer bir yöntem önermezseniz dahası bir yönetim biçimi önermezseniz bir çözüme varamazsınız.
Evet. Eşim (Yasemen Say Özer), ben ve bir arkadaşım (Batur Baş), toplam 3 kişiydik. Peyzaj mimarı olsa olurdu belki ama yarışmada öyle bir zorunluluk yoktu. Daha sonra çıktı bu durum, özellikle Peyzaj Mimarları Odası’nın yarışmalarda da olmaları gerekliliği konusunda baskın duruşları sayesinde…
Ne demek lazım bilmiyorum. “Mimarız biz ama binalara karşı çıkıyoruz” oluyor. Denetimsiz. Ne bir plan var, ne bütüncül bir strateji var. Bu yarışmada amaçlanan bütüncül yaklaşım maalesef şu anda uygulanmıyor. Parça parça, lokal müdahaleler yapılıyor. Bunun bir elden yönetilmesi çok önemli. Bu yeni yasayla ortaya çıkan Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı, Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı bu anlamda olumlu bir gelişme. Tek elden yönetilmesi anlamında. Bunun tabi ki sonrasında sonuçlarını izlemek ve görmek lazım.
Tabii ki… Şu anda Milli Parklar, Orman Bakanlığı’na bağlı. Orman bakanlığı da bu konuda uzmanlaşmış bir bakanlık. Buradaki orman alanlarının yönetimi Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devredildiğinde nasıl olacak bekleyip göreceğiz. Tek elden olması doğru diyebiliyorum şu anda sadece.
Biz aslında benzer bir süreci Kadıköy’de yaşadık. Metro geldiğinden beri, buraya ulaşım kolaylaştı. Metronun yapım aşamasında insanlar “Bypass” mı geçecekler, yoksa burada vakit mi geçirecekler diye düşünüyorduk. Sonuçta insanlar daha çok vakit geçirmeye başladılar ve bu sebeple ulaşımın kolaylaşması tahribatı da arttırdı diyebiliriz. Benzer bir süreç de Gelibolu’da yaşanacaktır diye düşünüyorum. Çanakkale Köprüsü’nün yapılması da bu alandaki yükü ve tahribatı arttıracaktır.
Bence yarışmaların suçu yok. Önce bir organizasyonun yapılması ve problem noktalarının bulunması ve tek elden müdehale edilmesi gerekiyor. Yarışma bir sonuç aslında. Mesele tasarım probleminden çok, bir yönetim ve istikrar meselesi aslında. Bu eğer idare edilmezse, o alan mahvolur ve oluyor da.
Benim için Yarımada’daki en başarılı anıt Ahmet Gülgönen’inki. Aslında pek beğenmiyorlar ama… Neden başarılı bulduğumu da söyleyeyim: Bir büyük alanı çok noktasal ancak güçlü bir şekilde tanımlıyor. Her yerde görmüyorsunuz. Ancak önemli noktalarda ortaya çıkıyor ve çıktığında da kendini gösteriyor ve sonra tekrar kayboluyor. Savaşın önemli noktalarını insanlara çok anıtsal bir şekilde ifade ediyor. Bu kadar büyük bir alanda bir mimari dil tanımlayabiliyor. Çok büyük kitleler, kabul edilemezmiş gibi geliyor insana fakat, ben etkileyici buluyorum. Çevresine olan yabancı duruşu da değerli buluyorum. İri bir blok ve yazıyla anlatılan bir hikaye. Başka nasıl anlatılır ki? Tarihte de hep öyle olmamış mı? Hep yazı ve yazıt ile yaşananlar gelecek nesillere aktarılmış. Unutulmasın diye…