Baykan Günay ile Ankara Üzerine…

ODTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi Baykan Günay'la Ankara, kent planlaması ve yerel yönetimler üzerine söyleşi.

İrem Çağıl: Ankara’nın 80 yıllık planlama ve kentsel gelişim tarihine baktığımızda kentin çekirdek alanı Lörcher ve Jansen’in oluşturduğunu, Uybadin-Yücel ve son dönemdeki gecekondu ıslah planlarıyla da kentin genişlediğini görüyoruz. Şu andaki yapıyı daha iyi anlamak adına bu süreçleri kısaca değerlendirir misiniz?

Baykan Günay: Kentlerin çok genel yapılarını çekirdek alan ve çeper olarak tanımlamak olanaklıdır. Çekirdek alan olarak tanımlanan bölgede kentsel doku süreklilik ve yanyanalığa dayalı bir yol ağı ve yapı adalarından oluşmakta, tek tek parsellerde yapılan uygulamalara dayanmaktadır. Kentlerin merkezi iş alanları da çekirdek içinde varlığını sürdürmektedir. Batı kentlerinde 19. yüzyılın sonu ile 20 yüzyılın ilk döneminde oluşan çeper, gerek demiryolu gerek karayolları boyunca uzanan koridorlar boyunca oluşan banliyöler, toplu konutlar ve yeni kentlerden oluşmaktadır. Ankara’nın başkent olduğu dönemde ilk planlar (Lörcher, Jansen) ve 1950’lerdeki Uybadin-Yücel planı Ankara’nın çekirdek alanını biçimlendirmiştir. Kentin Ulus ve Kızılay’dan oluşan ikili merkez yapısı da bu planların belirlediği biçim içinde oluşmuştur. Bu planlar Ankara’nın jeomorfolojik yapısını (üç tarafı tepelerle çevrili çanak) kavrayamadıkları için kent kirlenme, ulaşım ve altyapı sorunlarının yanısıra ciddi boyutlarda merkez gelişimi sorunu da yaşamaktadır.

İÇ: Ahmet Oktay “Metropol ve İmgelem” adlı kitabında bir “Metropolleşme Süreci”nden bahseder. Oktay’a göre bu süreç içerisinde Cumhuriyet’ten 1950’lere kadar geçen zaman kendi içinde bütünlüğü olan bir dönemdir. Peki Ankara’nın şu andaki mevcut toplumsal yapıyla şehir arasında nasıl bir bağ kurabiliriz? Bu ilişkide şehir planlamasının rolü nedir?

BG: Cumhuriyetin temel hedefi teba ya da ümmet zihniyetini değiştirerek yurttaşı yaratmaktır. Roma’dan beri yurttaşın mekânı kamusal alandır. Cumhuriyet’in getirdiği tüm devrimler yeni bir insanı ve onun kentini yaratmaya yöneliktir. Giyimden davranışlara kadar bir dönüşüm hedeflenmiştir. Kentlerin ölçüleri ve mekânları çağdaş uygarlık düzeyine göre tasarlanmaktadır. Şehir parkları, şehir kulüpleri gibi mekânlar, Ankara’da Gençlik Parkı’nın yaratılması yeni insan ve onun kentinin göstergeleridir. Şu anda ise, basit bir örnek vermek gerekirse, parklar uygar insanı değil, hâlâ parkı ızgara mekânı gören bir zihniyeti temsil etmektedirler.

İÇ: Son dönemlerde Ankara’da yoğun bir şekilde süren yol ve kavşak çalışmaları nedeniyle gündeme gelen tartışmalar var. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz.

BG: Kentler, büyümeleri ya da dönüşmeleri sırasında kimi eşiklerden geçerler. Buna dayandırılan “eşik kuramı”, kentlerin jeomorfolojik, yapısal ve altyapıya ilişkin olarak karşılaştıkları eşik durumların aşılması sürecini tanımlamanın planlamanın en temel ilkesi olması gereğini vurgular. Cumhuriyet Ankarası ilk temel eşiği çekirdek alandaki yoğunluk artışları sırasında yaşamıştır. Uybadin-Yücel planı bunun belgesi olarak yık-yap dediğimiz süreci başlatmış, bunu altyapının yenilenmesi izlemiştir. Aka 1990 Planı kenti çepere açmanın sürecini başlatmıştır ve yenisi yapılmadığı için işlevini yitirmiş olsa da geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde ise Ankara’da planlama işlevsizleştirilmiştir. Kent planlamasının temel stratejileri dahi bulunmamaktdır. İmara açılmak istenen yerlerde bütünden kopuk mevzi planlar devreye sokulmakta ulaşım en kalabalık saatte tıkanan tüm kavşakları alt-üst geçitlerle çözmek olarak algılanır olmuştur. Daha önceki dönemde başlanan raylı sistemler gecikmeyle bitirilmiş, 15 yıldır yeni bir hat devreye sokulmamıştır. Günümüzde aynı partiye mensup bir belediye başkanı tarafından yönetilen İstanbul’da bir metropoliten planlama birimi bulunurken, Ankara’da oligarşik bir yapı, kenti plansızlığa ve özel otomobile mahkûm etmiştir.

İÇ: “Ankara Çekirdek Alanının Oluşumu ve 1990 Nazım Planı Hakkında Bir Değerlendirme” adlı çalışmanızda Milano ve Madrid gibi Avrupa kent örneklerini vererek bu şehirlerdeki çekirdek alanı ve çeper gelişimini inceliyorsunuz. Avrupa kentlerinde çekirdek yapı her zaman korunan bir öğeyken bizde bunun tam tersi bir tutum gözlemliyoruz. Şu anda Ankara’nın çekirdek yapısıyla ilgili neler söylenebilir?

BG: Avrupa kentlerinin çekirdek alanları 18 ve 19. yüzyıllarda oluşmuş ve hem mülkiyet yapıları hem imar hakları kesinleşmiştir. O dönemde gelişen kapitalist toplumun yeni işlevlerine (firmalar, bankalar, diğer mali kuruluşlar, meslek hizmetleri, vb.) göre tasarlanan bu kent dokusunun yol sistemi de bu yeni kapasiteyi kaldıracak standartlardadır. Dönem ulus-devletin olanakları ile desteklenmiştir ve yaratılan kent yaklaşık iki yüzyıl sonra da korunarak varlığını sürdürmektedir. Ülkemizin gelişmesi farklı bir devingenlik göstermiştir. Hızlı kentleşmenin yaşanmadığı dönemde geliştirilen yoğunluklar, hızlı büyüme ile dönüşmeye açılmış, plancılar yeni gelişme alanları açmak yerine mevcut dokudaki imar haklarını artırmayı yeğlemişlerdir. Bunun sonucunda duyarsız yerel yönetimlere korumayı Cumhuriyet öncesi bina ve dokulara indirgeyen düşünce de eklenmiş ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinin özgün dokusu neredeyse yokedilmiştir. Dahası yol sistemleri de yetersiz kaldığı bugünkü ulaşım sorunları tetiklenmiştir.

İÇ: Avrupa kentlerinde şehir çeperlerindeki yerleşimin referansını çekirdek yapıdan aldığını görüyoruz. Çayyolu, Batıkent, Eryaman gibi Ankara’nın çeper yerleşimlerine baktığımızdaysa böyle bir bağlantı kuramıyoruz. Bunun yerine her biri birbirinden bağımsız kendi iç dinamiği olan yerleşimler görüyoruz. Bu durumda Ankara’nın bütüncül bir planı olmamasının rolü vardır denilebilir mi?

BG: Ankara’nın son bütüncül planı 1970’lerde hazırlıkları başlayan ve 1984 yılında, işlevini bitirdiğinde onaylanan 1990 planıdır. Sözü edilen Çayyolu, Batıkent ve Eryaman gibi çeper yerleşmeler bu planda öngörülerek gerçekleştirilmiştir. Burada kanımca temel sorun bu yerleşmelerin bağımsızlığı değil, bağımsızlıklarını sağlayacak kent yapılarının kurgulanamaması olmuştur. Kooperatifler aracılığıyla geliştirilen bu yerleşmelerde, kooperatifler, kapılı cemaatlar (gated community) olarak gelişmiş, bir yerleşmenin kalbi olan merkezler oluşamamıştır. Bunun sonucunda, örneğin Bahçelievler’deki (başarılı bir örnek olarak niteliyorum) gibi kamusal alanlar ortaya çıkmamıştır. Dolayısıyla çeper yerleşmelerin probleminin, bütüncül planlama eksikliğinden değil, bütüne giden bir planlama anlayışından kaynaklandığını düşünüyorum.

İÇ: Orhan Pamuk İstanbul adlı romanında edebiyatçı olma serüvenini yaşadığı kent üzerinden anlatırken, kentin ruhsal ve edebi dünyasının oluşmasındaki merkezci rolünden bahseder. Ankara’da doğup büyüdüğünüzü, Ankara’da çalıştığınızı gözönüne alırsak, İstanbul kadar imgelem zenginliği içermeyen, -en azından bir zamanlar- sağlam bir kimliği olan bu kara kuru şehrin sizin kimliğinizin ve şehircilik anlayışınızın oluşmasında ne gibi etkileri olmuştur?

BG: İstanbul’da katıldığım bir uluslararası toplantıda, yapılan konuşmaları dinleyen yabancı konuklardan bir tanesi “sanırım bütün iyi adamlar Ankara’dan geliyor” gibi bir ifade kullanmıştı. Buna karşılık ODTÜ’de eğitimlerini gördükleri halde Ankara’yı inkâr eden Ersin Özince (İş Bankası Genel Müdürü) ve Merkez Bankasını dahi İstanbul’a taşıyalım diyen Ali Babacan (Dışişleri Bakanı, Ankaralı esnaf çocuğu) gibileri de bulunmaktadır. İstanbul’un bir bölüm aydını bir türlü Osmanlı’nın yıkılmasını ve Ankara’nın başkentliğini hazmedememiştir. Ben bir dönemin Ankara kenti ile özdeşleşen, Cumhuriyet döneminin ve laik toplumun kurup yeşerttiği iki kurumun, Ankara Koleji ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin mezunuyum.

Bu, 1940’lı yıllarda başlayan metamorfoz sürecinde Ankara Koleji “Bozkır’da yeşil bir yuva”, “bilgi yuvası” olarak gelişmiş, burada atılan adımlar, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde gerçekten “Bozkır’da yeşil yuva”yı yaratmıştır. Bu yuvalar hem yeşildir, hem de yeni bilginin, yeni insanın kaynağıdır. 1940 ve 1950’li yıllarda Ankara’nın kalbi Yenişehir’de atar. O dönemlerin çocukları için bir tarafında Ankara Koleji, diğer tarafında Atatürk Lisesi bulunan Sıhhiye-Kızılay ekseni sosyal yaşamı belirler. İki Lise’nin izcileri Kızılay’da borazan yarışı yapar. Ulus Sineması, Büyük Sinema ve Ankara Sineması’na gidilir. Basketbol’da ise Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Moda gibi Istanbul takımları arasındaki yarışın benzeri Ankara’da Kolej ve Mülkiye salonlarında sürer. 1960’larda kentin büyüme ekseni kaymıştır. Sıhhiye-Kızılay ekseni Kavaklıdere’ye doğru kayar, Ankara’nın yeni bilgi odağı da Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne. Yeni okul gençlerin hayallerini süslemektedir. ODTÜ sanki doğal olarak gidilmesi gereken bir yer niteliği kazanmıştır. Dolayısıyla kişiliğimi İstanbul’un doğası, parası ve altın sayılan taşı toprağı değil, bu kara kuru şehirin havası oluşturmuştur. Dahası Ankara yeşili tüketen değil, üreten bir kenttir.

İÇ: Bir akademisyen olarak şehirdeki değişimin toplumsal yanlarını kendi öğrencilerinizde, onların şehre bakışında, projelere yaklaşımlarında görebiliyor musunuz? Şu anda Ankara’da okuyan ve Şehir Bölge Planlama bölümünde okuyan öğrencilerin şehirle kurdukları ilişki nasıldır? Şehirle kurulan-kurulamayan ilişkinin planlamacı kimliğine yansımaları nasıl olmaktadır?

BG: Üniversite eğitimi salt bilgi kuramına dayandırılamaz. Belki de bir metamorfoz sürecidir. Dolayısıyla birinci sınıftan başlayarak üzerinde en çok durduğum konu nasıl yurttaş olunur, birey nedir ve toplum nedir soruları üzerinde kurgulanır. Bu Cumhuriyet’in ilk yıllarında da yapılandır. Şehir planlaması meslek alanında ise soyutlama süreçlerine ve soyutlamaya önem veririm. Nesne nasıl kavranır, önemli olanla önemli olmayan nasıl ayırtedilir ve gerçeğe yeniden nasıl dönülür sorularının yanıtlarını veren bir öğrenci artık basit bir teknokrat değildir. O, nasıl düşünüldüğünü kavrayıp, konunun felsefi tarafını da yorumladığında metamorfozun son halkası olan yetişkin bir meslek adamı olacaktır. İlk ve orta öğretimin koşulladığı beyinlere yeni bir biçim vermek eğitimin temelidir. Ne yazık ki günümüzde ülkemiz kentleri öğrencilerimiz için çok öğretici değil. Kötü örneklerle besleniyorlar, soyutlama yeteneklerini geliştirmek kolay olmuyor. Dolayısıyla yazılı metinlere değil, görsel belgelere dayalı bir eğitim gerekiyor. Kendi meslek yaşamınızın doğru ve yanlışlarını da öğretmek önem kazanıyor. Sonuçta meslek alanına girdiklerinde uyumsuzluklar başlıyor, çünkü kendilerine öğretilen bilinenin yinelenmesi değil, değiştirilmesi. Biliyorum bu nedenden dolayı öğrencilerim mesleğe atıldıklarında mutlu olmuyorlar. Ancak sistemin esiri olan çok sayıdaki meslektaşımın yanısıra, sisteme başkaldıran çok sayıdaki meslek adamının varlığı da beni mutlu ediyor.

İÇ: Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

BG: Ben teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın