Bursa Süper Kent dosyasının ikinci söyleşisini lisans eğitimini Bursa Uludağ Üniversitesi'nde tamamlamış, ilk binasını da Bursa'da üretmiş, İstanbul merkezli Yalın Mimarlık Ofisi'nin kurucularından Ömer Selçuk Baz'la yaptık.
Bursa Süper Kent dosyamıza Ömer Selçuk Baz’la, hafızasındaki Bursa ve ilk yapısını inşa ettiği kent üzerine yaptığımız söyleşiyle devam ediyoruz. Bursalı olmayan ama mimarlık görgüsünde Bursa’nın önemli bir yere sahip olduğunu söyleyen mimarın kent ve kentsel mekân algısını, bu algı içinde Bursa’nın nerede durduğunu ve uzun zamandır tanıdığın bir yerde yapı yapmayı konuşuyoruz.
Burcu Bilgiç: Siz lisans eğitiminizi Bursa Uludağ Üniversitesi’nde tamamlamışsınız, daha sonra lisansüstünü Viyana’da okurken Merkez Bankası Bursa Şubesi için açılan yarışmayı kazanıyor ve bu vesileyle ilk binanızı da Bursa’da yapıyorsunuz. Bursa’yı bir mimarlık öğrencisi sonrasında ise mimar olarak yaşamak hakkında ne anlatabilirsiniz bize?
Ömer Selçuk Baz: Bursa çok ilginç bir şehir. Orada öğrenci olmak da başka bir hissiyat oluşturuyor açıkçası. Şehirlerin içinde dolaştığınız zaman toplam bir auraları var, bir sürü mekânları var, mahalleleri var, küçük kuytuları var, sokakları var, bulvarları var ama bunların hepsi bir araya gelince aklınıza bir tane “şey” gelmiyor, toplam bir şey geliyor. Mesela siz nerelisiniz?
Ankara’da büyüdüm.
Ankara deyince aklınıza sadece Kızılay gelmiyor, hepsinin oluşturduğu toplam bir algı, hissiyat var. Bursa’nınki çok ilginç bence. Mesela ben çocukluğumun önemli bir bölümünü Antakya’da geçirdim. Başka bir tadı var, bir dağ mahallesi, Fransızların 1930’ların başında tasarladığı bir kent girişi, bir kent göbeği, oradan Harbiye’ye doğru uzanan farklı bir aks. Tarihi dokusu içinden garip akan atıl bir asi nehri, yeni yapılan mahalleleri, araları, çıkmazları toplam bir şey ediveriyor. Bursa’da da bunun çok ilginç bir çeşidi var bence. Öyle bir şehrin tamamını anlamak, anlatmak çok kolay olmayabilir.
Bursa’da benim aklımda kalan dağın eteklerinde devam eden Heykel, yukarısı Yıldırım, devam edip Altıparmak sonra Çekirge… Bu aksa asılı bir sürü dokunun olduğu, ilginç hissi olan bir şehir. Bunun içerisinde yeni gariplikler de var. Ovaya doğru yayılan ve aslında benim hiç ilgilenmediğim bölümler… Bunun dışında, tarihi dokunun içinde Ulu Cami’nin önündeki meydan, altında Koza Han’a bağlanan doğrultular, Kapalı Çarşı…
Bence çok ilginç bir tadı var Bursa’nın. Bunun sadece orada çok uzun zaman geçirmekle ilgili olduğunu düşünmüyorum, zaman geçirdikçe insanın içine sinen garip bir mekân algısı var, bu katmanların bir araya gelip oluşturduğu bir doku var. Çarpık kentleşme bütün kentlerde var ama bazı kentler o kadar güçlü bir “öz”e sahip ki o bile onları o kadar da zedeleyemiyor. Mesela TOKİ’nin yaptığı bloklar var, olacak bir şey değil aslında ama onun gibi hamleler bile Bursa’nın bence hala çok güçlü olan bu dokusuna, algısına zarar veremiyor.
Akıllarda mıhlanmış bir düşüncesi, varoluşu var benim açımdan. O yüzden ben kendi adıma şöyle düşünüyorum; orada mimarlık öğrenmiş, okumuş olmanın çok faydasını gördüm. Benim karakterim, benim üretimim, benim dünyaya bakışım için anlamlı oldu o mekânlarda olmuş olmak. Ortalama bir soru vardır; “mimarlık bölümü her şehirde olur mu?” diye. Çünkü mimarlık bir mekân görgüsü ister. Türkiye’nin bazı şehirleri var, hiçbir şey demiyor insana. Bursa bence başka bir kanaldan bunun ilginç bir yerinde duruyor, çok farklı ölçeklerde biraradalıkların olduğu bir şehir. Hem tarihsel bağlamın, hem doğanın garip hallerinin, hem yeni ve belki de biraz çarpık kentleşmenin bir arada olduğu böyle ilginç bir şehir. Orada mimarlık öğrenmenin, eğer gözlerini açarlarsa, mimarlık öğrencilerine kattığı kendine has, tek defalık olduğunu düşünüyorum ben.
Anne tarafım Bursa’da yaşadığı için ben de küçükken Bursa’ya çok giderdim. Söylediğiniz “bir şey”i anlayabiliyorum, Bursa’nın sokaklarında dolaşmanın kendine has bir hissi var.
Bursa deyince bir şey oluyor ve o tüm bu algıların toplamı. Oralarda zaman geçirmiş olanlarda da yaklaşık aynı şeye tekabül ediyor. Bence iyi bir şey bu… Şehir mekânı dediğin öyle mimarlığın mekânı gibi değil. Ne bileyim, Altıparmak’taki sokak, Kültürpark’ın üzerinde Çekirge’ye doğru bağlanıyorsun ya da Kültürpark’ın içine çıkıyorsun ya da yukarı çıkıp Muradiye’ye devam ediyorsun ya da devam edip Çekirge, Beşevler’e doğru iniyorsun yeni dokuların içine sızıyorsun ya da öbür tarafa doğru gidip Sönmez’den aşağı iniyorsun, Fomara’dan çıkıyorsun bunlar gerçekten sıkı kentsel mekanlar.
Diğer yaşadığınız şehirlerin yanında nasıl duruyor peki bu Bursa hissi?
İstanbul’dan, Antakya’dan bahsettim, bunun dışında Viyana’da çok uzun zaman geçirdim, Stuttgart’ta uzun zaman geçirdim, Salzburg’da… Bu kentlerin de ilginç hafızada kalan başka aromaları var. Orta Avrupa ya da Batı Avrupa’nın blok yapılaşmasının ya da tarihi dokusunun yoğunluğu… Onların gerilimleri çok başka bir şey, Bursa’dakinden ya da Türkiye’dekinden çok farklı. Bursa’da hem çözülmüş bir doku var hem de çok yoğunlaşmış. Bazı yerlerde kentsel olarak o dokunun çok sıkılaştığı yerler var. Bir de tarihi yapıların başka tür bir gerilimle bunlarla kurduğu farklı bir ilişki var. Şehir mekânının garip kuşatmaları var Bursa’da, Türk kentlerinde çok rastlamadığım bir şey.
Mesela Heykel Caddesi’nde gidiyorsun, bir tarafı komple ovaya doğru caddeyi sınırlıyor sonra bir tarafta da Ulu Cami ve Koza Han ve oradaki camilerle, meydanlarla örülmüş bir boşluğa düşüyorsun. Bu çok az rastlanır bir şey ve bu hiyerarşi çok garip şekillerde eteklere doğru çözülüyor. Bu tasarlanmış bir şey değil ama bu şekilde çok iyi denk gelmiş, zamanla yoğrulmuş birşey. Mesela eğim, o eğime oturuşu, yukarı doğru bağlanışı, kentin bir yerde topaklanışı sonra bir yerde çözülüşü, bir kent mekânı üretiyor.
Tabii ki ben öğrencilik yıllarımda bu akılla bakmıyordum ama sonra bunlar toplanıp birikince düşünüyorsun. Mesela Viyana üzerine biraz düşünürsek; Avrupa şehirleri genelde böyle değildir, onlar genelde rasyonel temeller üzerine otururlar. Onlar eğime falan oturmazlar, çok nadiren şehirler tepelerde olur; daha çok ovalarda, düzlüklerdedirler. Ben Bursa’da okuyup Viyana’ya gittiğim zaman çok ciddi bir bocalama yaşadım. Gerçekte Almanya doğumlu olup onların nasıl şehirlerde yaşadığını bilmeme, çocukluğumda deneyimlemiş olmama rağmen bocalama yaşadım çünkü sonsuz bir ufka sahip olan, devam eden ve hiç kesilmeyen bir perspektifte blokların kurduğu neredeyse içerisinde kaybolduğum bir dünyaydı. Hiçbir zaman şehre yukarıdan bakamıyorsun hep içindesin. Sürekli içinde olma hissi bitemiyor.
Viyana gerçekten biraz klostrofobik bir şehir. Şehrin çok uzağında bir yere gittiğin zaman ancak o açıklık hissini elde ediyorsun. Bursa’da ise neredeyse her zaman elinde olan bir şeydir bu. Eteklerde olduğun zaman ovaya doğru bir bakarsın ve en uçtaki termik santrale kadar her şeyi görebilirsin. Antakya’da böyle… Bizim hafiften Doğu aklıyla ürettiğimiz bu durum, çok da tasarlanmış bir şey değil. Bursa’nın dağın eteğinde kurduğu hat Osmanlı’nın aslında, yani Yıldırım ve Yeşil Cami’den başlıyor. Hat devam ediyor Ulu Cami’ye geliyor sonra devam edip Muradiye’ye kadar bağlanıyor. Üzerine konuştuğum her şey bu doğrultu üzerine. Yenişehir bir şekilde bunun üzerine eklemlenip garip bir gerilim oluşturuyor. Doğu aklıyla üretmekten kastettiğim biraz da bu, yani tam bir plan yok, hayatın gelişine göre şekillenmiş sürprizler var. Hiçbir şey Viyana’daki gibi değil. O hayatın getirdiği şey sonunda insanın içine işleyen bir şeye dönüşebiliyor. Viyana’daki dönüşmüyor mu? O da dönüşüyor; ama her ne kadar yöntem bazı yerlerde çok benzese de aralarında çok ciddi farklar var.
Sizin de söylediğiniz doğa koşullarının şehrin şekillenmesinde çok önemli olduğuna ben de katılıyorum. Uludağ gibi bir dağın eteklerinde şekilleniyor şehir, oldukça önemli bir coğrafi etki.
Bu şehirlerin halleri insanları da yapıyor. Hani klişeler vardır, Kayserili şöyledir Ankaralı böyledir diye, bence şehrin karakteri ve aroması bu kadar güçlü olunca insanlar da o şehirle bütün olmaya başlıyorlar. Bu kent karakteri onlara da biraz biraz nüfuz ediyor. İnsanlar şehir, şehirlerde insan oluyor. Heykel ya da Altıparmak civarında, nerede olursan ol yukarıda bir dağa ve bir yandan ovaya bakıyorsun. Manzara çok matah bir şey değil Bursa’da, orada her evin, baktığında, yukarı doğru uzanan bir dokusu var ve sürekli onun içindesin. Tabii bu anlattığımız kent merkezi hikâyesi Bursa’nın çok büyük bir bölümünü teşkil etmiyor. Nilüfer’e, Yıldırım’a gittiğiniz zaman herhangi bir yerdesiniz onu kabul etmek lazım ama çekirdeğinde hiç de azımsanmayacak büyüklükte bir yerin duruyor oluşu ve muhtemelen bozulamayacak kadar da güçlü duruyor oluşu önemli bir şey. Türkiye’de bazı şehirlerinde var bu tip güçlü bağlantılar. Ama maalesef çok fazlasında da aslında bulamadığımız şeyler.
Amasya’yı düşünün, o coğrafyada o topoğrafyada zaten öyle bir şey olamaması da mümkün değil. Bence çok garip çok etkileyici bir yer. Bir kere gitseniz bile hiç aklınızdan çıkmayacak bir şehir. Bir nehir geçiyor, bir tarafta bir O var onun etrafına dizilmiş vasat yapılardan oluşan inanılmaz sürekliliği olan bir doku. Ya da mesela İzmir, bir körfez bir tarafta yine çok sıkı bir doku bir yerde çözülüyor, sürekli kendi kendine bakan değişik bir boğaz durumu, İstanbul gibi ama değil, çok uzakta karşısı. Onun içine dalıyorsun, yukarıda tepelere doğru çıkıyorsun. İzmir deyince de bir şey oluşuyor kafanda, Bursa deyince de bir şey oluşuyor ama Bursa’daki tek bir şey.
Tabii benim için 4 yıl yaşamış olmak bu duyguları biraz daha körüklüyor. Birkaç kez orada bulunmuş olmakla böyle bir hayat sürmüş olmak arasında bir fark var. Bundan dolayı mı, orada olmuş olmaktan dolayı mı, yoksa zaten öyle miydim bilmiyorum ama ölçeğin gergin bir şekilde değişmesinden çok hoşlanıyorum. Mesela çok büyük bir yoldan çok küçük bir yere düşmekten, büyük bir kapıdan girip çok küçük bir mekâna girmekten… Ulu Cami’nin meydanından geçip Koza Han’ın kapısından içeri giriyorsunuz ve bambaşka bir yere düşüyorsunuz; yani sanki biçim değiştirerek bir yere, hiç olmayacağınız bir yere gidiyorsunuz. Kottan aşağı iniyorsunuz orada küçük garip bir mescit var, devam ediyorsunuz Kapalıçarşı’ya… Böyle sanki hiç olmayacak mekânları arka arkaya dizmişler gibi garip bir dünya ama çok iyi hissediyorsunuz.
Hatta üstünü kapatmışlar Kapalıçarşı’nın, o bile normalde yaparsın olmaz, kötü olamamış! Gidiyorsun karanlık izbelerden altıncılar var Kapalıçarşı’nın içinde, macera gibi bir şey yani şehirde gitmek. Hep ölçekler arası bir mevzu var, o gerilim çok iyi. Durabileceğin yerler de var, durup nefes alıp, hiç rahatsız olmayacağın, kendini iyi hissedeceğin yerler… Bana çok iyi gelen bir şey.
Biraz ölçek büyüdüğü zaman projelerde hep elimin gittiği yerler. Birçok projede de dönüp oralar nasıldı ölçekleri filan diye bakmak istiyorum, çünkü mekânı öyle tam anlayamıyorsunuz. Size bir şey iyi geliyor ama ne iyi geliyor?
Mimarsan bile bence onu tekrar tekrar test etmek zorunda kalıyorsun. Bana iyi geliyor ama niye iyi geliyor bu bana? Sonra ona bir daha bakıyorsun, gidiyorsun belki oraya, fotoğraflardan bakıyorsun, çizimler üretiyorsun onunla ilgili. Oradan yeni bir şey çıkar mı diye bakıyorsun. O yüzden çok önemli bir şey mesela insanın gençliğinin, çocukluğunun nerelerde geçtiği hatta belki bebekliğinin. Orada nasıl insanlarla birlikte olduğu, nasıl bir kafayla orada dolaştığın… Sonra sen o oluyorsun, o mekân farkında ol olma seni dönüştürüp biçimlendiriyor. Kentsel mekân bunu daha da belirsiz ama baskın şekilde yapıyor.
Merkez Bankası binasını tasarladığınızda Viyana’daydınız mesela, bina ise Bursa’daydı. Merkez binası neredeki Ömer Selçuk Baz’ın binasıydı o halde?
Evet. Okulu bitirip Viyana’ya gidince demin anlattığım geçiş oldu bende. Ben Almanya’nın çok ufak bir kasabasında yaşadım, Nurnberg’de doğdum. Strazburg’a komşu bir sınır kasabasıydı. Ren Nehri Fransa ile Almanya’yı ayırıyor mesela o da ilginç bir şey, bir doğa mekânı. Bir nehir geçiyor, bir tarafta inanılmaz büyük bir koru var 35-40 metrelik garip ağaçlar, öbür tarafta Fransa’da çıplak ilginç bir topoğrafya, bir köprüden bir ülkeye geçiyorsunuz ve her şey değişiyor; dil değişiyor, yolun kaplaması değişiyor, insanlar değişiyor, yeme-içme değişiyor. Bu kadar hızlı nasıl değişir? Böyle bir şeyin olabileceği çok ender yerlerden bir tanesi, Fransızlar da Almanlar da tamamen başka insanlarken bir de tam o bölgede de daha da başkalar zaten. Onlar Alsace dedikleri bir şeye aitler. Almanların o bölümü de biraz daha garip bir Almanca konuşuyorlar. Hem bir aradalar hem değiller. Savaştan kalan garip bir düşmanlık var ama sınır açık köprüden yürüyerek karşıya geçebiliyorsunuz. Öyle çözük bir yerden, çünkü bir kasabaydı benim yaşadığım yer anaokuluna, ilkokulun bir bölümüne gittiğim yer, öyle bir yerden Antakya’ya oradan Bursa’ya ve oradan sonra Viyana’ya gittim.
Viyana’ya gittiğimde demin bu anlattığım garip hissi yaşadım, bir şeyin içinde sıkışma ve bunalma, bir yere gitmek ve önümün açılmasını istemek. Her ne kadar sıkışma halleri bana iyi gelse de, sevsem de yine de bana çok daralmış gelmişti. O dönemde hem bununla ilgili düşünüyordum hem de yarışmalara katılıyordum. Bir yandan da büroda çalışıyordum daha çok konut projeleri yapıyorduk ama konu da hep sıkışmaydı. Çünkü orada metrekareler, büyüklükler çok önemli şeyler, hiç bizim bildiğimiz gibi değil, çok ufak yerlerde çok iyi çözümler üretiyor.
Çatı katını restore ediyorduk içine sıkışmaya çalışıyorduk. Merdivenler küçük, mutfaklar küçük, hem şehir mekânında hem en küçük detayda bu mevzular üzerine çalışıyorduk. Ama mesai dışında ben yarışmalara çok meraklıyım yapıyorduk böyle şeyler. Birkaç mansiyon ve ödül kazandık, daha da heveslendik
Sonra Merkez Bankası’na katılmaya karar verdim ama tabii şu ilginç bir şeydi; Merkez Bankası’nı yaptığımız arazi Bursa’nın garip bir yeri, İzmir-Ankara yolu üzerinde Osmangazi Belediyesi’nin yanında ki o çok garip, benim hiç sevmediğim bir binadır. Diğer tarafında da Türkiye’nin her yerinde olabilecek bir cami, arada bir yanında hiç bina olmayan garip bir otoyol, arkasında da bir yaya yolu şimdi metronun açıldığı yer ve çok garip bir şekilde ben iki yıl boyunca o kavşağa çok yakın bir yerde oturmuştum Bursa’da. Oralardan çok geçip gidiyorduk, çok bildiğim bir yerdi yani orası. Çok bildiğiniz yerde bir şey yapmak o kadar kolay değil yani böyle uzaktan gidip 2-3 kere bir proje için ziyaret etmekle sürekli oraya bakıp algıları toplayıp ondan sonra bir zaman oraya bir şey yapmak arasında fark var.
O bir dönemdi benim için, bütün projenin kurgusu aslında görünmez bir şekilde bir sıkışma haliydi. Bir şeyleri bir yere iyice toplamak sıkıştırmak, o sıkışmadan kaynaklanan bir enerjiyi de yapının başka bir yerinde bir açılma hali olarak tekrar üretmek. Yani bütün güvenlikle ilgili olan şeyleri bir bazada toplamak. Hepsini görünmez bir güvenlik topu aline getirip sonra oradan çıkan enerjiyi de yukarıda kullanmak. Her ne kadar dışarıdan biraz da ucube gibi görünen bir yapıysa da içeriye girince bir anda dünyanın değiştiği böyle ölçekler arası bir kurgu.
Merkez Bankası ufacık bir bina, kent hayatına bizim yaptığımız yapının fazlaca kattığı bir şey yok. Böyle bir şansı da yok çünkü kendisi güvenlik merkezli bir yapı. Aşırı güvenlik histerisi var ki doğal bir şey böyle olması.
Hikâye buydu, bu gerilimlerdi. Bu mevzuyla demin anlattıklarım arasında bir bağlantı var sanıyorum. Bunu Bursa’da yapıyoruz diye yapmadık bu tamamen bilinçaltı bir mevzu. Yani bu zaten genel tasarlama eğilimlerinin bir hikâyesi. Bir şeylerle bir şeyleri yan yana getirme, zıtlık, onlardan bir gerilim çıkartma gibi. Hem orada uzun süre yaşamış olmak -yani orasıyla ilgili bir his vardı bende- hem de Viyana’da olmak, bunlarında körüklediği bir şey. Sonra biz kazandık yarışmayı.
O projede ilginç olan bir şey daha söyleyeyim ki bu hikâye bence daha enteresan; İzmir-Ankara yolu Bursa’da bir eşiktir aslında, bütün hat boyunca hep bir şeyle bir şeyleri çok sıkı ayırır ve bağlar. Bir yol o kadar güçlü geçiyorsa o bir şeyleri böler ama aynı zamanda da bağlar bu kaçınılmaz bir şey. Benim yaptığım diploma projesi de bu yol üzerindeydi ve Merkez Bankası’nın bulunduğu yerin 2 km batısındaydı. Bir kültür sanat bilim merkezi gibi çok fantastik konusu vardı. Daha sonraki mimarlık hayatımda hiç öyle bir proje denk gelmedi. Sonra ben o projeyle Archiprix’te 3. olmuştum ve jürisinde de Emre Arolat vardı. Emre Arolat hem projeyi çok öven hem de sıkı eleştiren bir yazı yazdı. Ama aslında Merkez Bankası’yla o bina neredeyse aynı yapılardı. Görünürde benzemiyorlardı ama tam olarak aynı hisle üretilmişlerdi. Hiçbir fark yok bence aralarında.
Bu benim mimarlıkla ilgili teorim. Aslında siz bir sürü projeler yapıyorsunuz ama sonunda bir tane projeniz var. Bir tane aklınız var mimarlıkla ilgili, o başka bir şeylerinizle birleşiyor, ondan bir mimarlık yapmaya çalışıyorsunuz. Aslında siz hep kendinizi ya da o dünyaya nasıl bakmak istediğinizi hep bir yerlere aktarmaya çalışıyorsunuz. O yüzden hep başa dönseniz de bütün hayatınız boyunca yaşadıklarınızdan bambaşka yerlere düşmeniz mümkün değil. Olmamalı da böyle bir şey belki de. Bu onun garip bir hikâyesiydi. Merkez Bankası’nın jürisinde de Emre Arolat vardı ve orada çok olumlu bir şey yazmıştı. Bence gerçekten ilginç bir hikâye sadece benim üzerimden değil de yani okulda yaptığınız projelerin üzerine düşündüğünüz mevzuların ya da okuldan önce, sonunda profesyonel hayatta, eğer bu işi yapıyorsanız, düştüğünüz yerin aslında bir başlangıcı olduğunun çok ilginç bir kanıtı bence. Bu devam eden bir süreç…
Şehrin bambaşka aralıkları, kuytuları, başlangıçları, bitişleri var, ama siz o şehirden bahsettiğim zaman, onlardan hiçbirini değil onların toplamından oluşan bir dünyayı algılıyorsunuz. Aslında mimarların mimarlık yapma biçimleri de çok farklı değil. Başka ürünler üretiyorlar belki ama sonunda o toplam fikri başka şekillerde ortaya koyuyorlar. O bir hayatı anlama biçiminin dışa vurumu gibi. Dolayısıyla bu hala benim için devam eden bir şey. Ya da ne bileyim ofiste bir proje yapıyoruz o bir proje değil aslında, devam eden bir şeylerin parçası. Daha önce hep akıllarda olan bir mevzu evet, tamam yerle de ilgisi var, işverenin de bir problemi ama o bir bakış meselesi, zaten öyle bakıyorsun meseleye. Hiç olmadığın bir şeymiş gibi cevap veremiyorsun problemlere.
İşte o mimar bakışının sezilebildiği ve sezilemediği binalar var sanırım. Bursa’daki Merkez Bankası Binası’nda bunun bir şekilde sezildiği kanısındayım ben.
Binaların insanlar gibi karakterleri var bence. Ama böyle bir yönlü değil, bazı insanlar çok mesafeliler ama zamanla açılıyorlar. Onlarla daha derin dostluklar kurabiliyorsun, bazıları ilk andan çok şeffaflar, bazen ürkütüyor sizi ama belki sonunda onun da bir samimiyetten kaynaklandığını düşünüp başka bir ilişki kurabiliyorsunuz. Bazıları çok küstah onlardan hemen uzak durmak istiyorsun. Bazıları çok aşırı dürüst buna katlanamayabilirim diyorsun. Bazılarında her yerden üçkâğıt akıyor. Bu bana göre değil diyorsun.
Bazı yapılara bakıyorsunuz, bir şey diyorsunuz bu tam öyle bir şey değil aslında o başka bir şeyi demek istiyor, anlayamıyorsunuz. Bazıları çok mesafeliler. Diyor ki “sen çok yaklaşma buraya doğru, aramızda bir mesafe olsa iyi olur”. Bizim banka da öyle bir şey aslında. Daha önce birkaç yazıda da böyle bir şey yazmıştım, biz gerçekten öyle bir hisle ürettiğimiz için de öyle. Biraz mesafeli, çok yaklaşmanı da istemiyor yanına. Ama böyle güzellik manyaklığı da yok onda. Cepheleri falanda öyle tasarlanmamıştır. İçindeki ne varsa ona göre bir şey olmuştur sonunda, bazı yerleri de gerçekten çirkindir.
Bir banka yetkilisi bana: “sonradan kötü zırhlandırılmış para taşıma arabalarına benziyor bu” demişti. Belki doğru söylüyor çünkü gerçekten öyle bir kafayla yapılmıştı. Mesafeli biraz, hafif sert ama içine girince bir anda değişiyor algısı var. İçi gibi değil dışı, biraz daha açılıyor. İçinde azıcık zaman geçirirseniz biraz sevmeye başlayabilirsiniz. Hep önünden geçiyorsan da “bu nasıl bir şey” diyeceğiniz bir yapı. Böyle insanlar da vardır ya hep uzaktır, uzaktan sevmezsin ama bir partide falan hafif konuşmaya başlayınca “bu iyi birisi galiba” dersin. Merak uyandırır öyle bir şey aslında o his. Bunun gibi hisleri var mimarlığın, şehirler de öyleler… İnsanlarla anlatmak daha kolay çünkü insanları tanımlamak hayatta her zaman yaptığımız bir şey. Böyle düşünmüyorsun belki ama kategoriler var. Bazen de böyle insanlar çıkıyor karşına hiçbir kategoriye uymuyorlar. Onların ne olduğunu anlayamıyorsun gizemliler.
Hem mimar olmanız hem de Bursa’da yaşamış olmanız kenti anlatma şeklinize yansıyor; fakat o şehirde yaşamış olmanızın, Merkez Bankası Binası özelinde, mimari tasarım pratiğiyle direkt bir bağlantısı yok sanırım.
Program uygun değil ona, çok kapalı bir program. Bursa’da inşa edilmemiş birkaç tane daha projemiz var. Onlarda mesela bu mevzuya daha fazla odaklandığımız durumlar var. Bursa’daki Merkez Bankası’nın imgesini bizim ürettiğimiz, kendine ait, tek seferlik bir duruşu var. Bir daha tekrarlanamayacak kadar kendine özel bir dili var. O dil işlevden geliyor. Kamusallık meselesinin hiçbir yerine değemeyeceğimiz bir yapıyken biz yine de sınırları zorlayıp, arka taraftan geldiğin zaman bankanın önünde, kaldırım hattının genişlediği bir alan oluşturmaya çalıştık; ama müşterisi diğer bankalar olan, işi parayı yönetmek olan bir kurumun çevreyle kurabileceği içli dışlı ilişkinin bir limiti var.
Çok belirgin bir şeyden bahsediyorum, herhangi bir özel şirketten bile daha mesafeli Merkez Bankası. Yapının altında garip bir dünya var. Eğer onun böyle bir güvenlik dünyası varsa o zaman buna uygun da bir dili, mesafesi olması lazım bu mesafe de bence tam olarak bu.
“Girmesen daha iyi” çünkü gerçekten dediği şey de o. Bir okul olabilir, ticari bir birim olabilir onların kamusal alanlarla kurduğu ilişkileri ilerletmek, dönüştürmek, bence daha ilginç noktalara gidebiliyor; ama buradaki durumun öyle bir potansiyeli de yok öyle bir talebi de yok dolayısıyla kendi içinden gelen dünya o mesafeyi kuruyor. O zaman bunun da fiziki olarak mekâna yansımasını doğru buluyorum.
Keyifli söyleşi için teşekkürler.
Rica ederim.