Mimarlar Odası Kayseri Şubesi Başkanı Eda Velibaşoğlu'yla, Kayseri'deki güncel projelere ve Oda'nın faaliyetlerine dair sohbet ettik.
Kayseri, son 10 yıldır çok hızlı bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Alışveriş merkezlerinin yapımı, kentin en önemli kamusal alanı sayılan Sivas Caddesi’nin bir hız yoluna dönüştürülerek kamusal özelliğini yitirmesi; Sahabiye, Talas, Kocasinan gibi mahallelerde 3-4 katlı sivil mimari örneklerinin dikey yapılarla ikame edilmesi, katlı kavşak projeleri, kentin ender yeşil alanlarından olan askeri alanların dönüşümüyle ilgili planlar, en belirgin şekilde kentin dokusunu, toplumsal yaşayışı değiştiren/değiştirebilecek örneklerden. Kayseri’nin bu hızlı dönüşümü, konut stoğu fazlasını, yoğunluğun kapasiteyi aşmasını da beraberinde getiriyor. Kent belleğinin, kimliğinin yok oluşu Mimarlar Odası Kayseri Şubesi’nden Eda Velibaşoğlu’nun dile getirdiği en temel sorunlardan birisi. Velibaşoğlu’yla yaptığımız sohbette, kentteki bu dönüşümü, mevcut projeleri irdeledik. Söyleşimiz, Kayseri’deki mimarlık ofisi Hayal Mimarlık’ın kurucularından Hakan Özkan’ın da sohbetimize dahil olmasıyla zenginleşti.
Ekin Bozkurt: Ne kadar süredir Oda başkanısınız? Oda’nın genel işleyişiyle ilgili neler söylersiniz?
Eda Velibaşoğlu: 1993 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden mezun oldum. Mezuniyetim İstanbul’dan olduğu için İstanbul şubesine zaten kayıt yaptırmıştım. 1996 yılında Kayseri’ye geldim. Baştan beri Oda etkinliklerine ilgim vardı ama bu daha çok konferanslara, etkinliklere katılmak düzeyindeydi. Kayseri’ye geldikten sonra, önce yayın komisyonunda yer aldım. Sonrasında Şube yönetimde yedek üye oldum. Yedek üyelikten asil üyeliğe, oradan başkan yardımcılığına geldim. 2014-2016 yılları arasında Mimarlar Odası Kayseri Şube Başkanlığı görevini yürüttüm. 2016 yılı Ocak ayında yapılan seçimlerde tekrar seçilerek yeni dönemde de başkan oldum.
Oda faaliyetlerine gelince; meslek odası olmamız sebebiyle asıl amacımız üyelerimizin mesleki ihtiyaçlarını ve sıkıntılarını göz önünde bulundurularak meslektaşlarımız için çözümler üretmek ve yeni katılacak arkadaşlarımıza yönelik etkinlikler düzenlemek. Çünkü meslek odası kamu kurumu niteliğinde belirli kurallarla yönetilen bir sivil toplum kuruluşudur. Dolayısıyla o kuralların işletilmesi, ama aynı zamanda bu kurallarla beraber üyenin haklarının da korunması gerekiyor. Bizim en çok üzerinde durduğumuz konu da üyenin özellikle müelliflik haklarının korunması; meslektaşımızın yaptığı projelerle ilgili, örneğin ruhsatlarda sıkıntılar yaşamamasıdır. Bunun için de Oda’nın bütün mekanizmalarını çalıştırmaya gayret ediyoruz.
Kayseri Büyükşehir Belediyesi’yle, diğer ilçe belediyeleriyle olan ilişkileriniz nasıl?
Kayseri’de Büyükşehir Belediye’miz ve üç tane ana ilçe belediyemiz var. Melikgazi, Kocasinan ve Talas Belediyeleri. Biz hiçbir zaman hiçbir belediyeyle ya da valilikle ilişkilerimizi koparmıyoruz. Şimdiye kadar bütün yönetimler olarak da şuna inandık: İletişimi kesmeden, devamlı fikir telakkisinde bulunarak ilerlemek önemli. Çünkü asıl amacımız kamu yararını gözeterek şehrimize katkı sağlamak. Bu iletişimi sağlayamadığımızda, sıkıntılar yaşadığımızda, bununla ilgili gerekli tepkileri gerek dava açmak, gerekse basın açıklamaları yapmak gibi eylemlerle gösteriyoruz ama iletişimi hiç koparmadan yürüttüğümüz bir çalışma oluyor. Mesela Sahabiye Projesi’nde Büyükşehir Belediyesi’yle epey sıkıntılı bir süreç yaşadık. Çünkü gerçekte yarışma diyemeyeceğimiz bir süreç işledi. Ama biz onda bile ilk önce direkt, yarışmayı açan idari birim olan Büyükşehir Belediyesi’yle görüştük. “Bakın bunu böyle yapmayalım, bu yanlış. Böyle yarışma açılmaz.” dedik. En son artık onlar, “hayır bu böyle olacak, başka türlüsünü yapmayacağız.” dediklerinde biz katılmama çağrısı yaptık. Onun dışında ilişkilerimizde genelde sıkıntılı bir süreç yaşamıyoruz. Çünkü iki tarafın da birbirini anlaması ve görüşlerine saygı duyması gerektiğini savunuyoruz. Hepimizin farklı fikirlerini iletmek, Oda olarak asıl görevimiz. Bu fikirleri tabii ki iletiyoruz. Karşılığında da hukuksal bir süreç yürütmemiz gerekiyorsa yürütüyoruz; karşılıklı iletişimle bunları çözebiliyorsak da ağırlıklı olarak iletişimden yanayız. Sahabiye Projesi’nin öncesinde ve sonrasında, gerek etkinlikler anlamında, gerek yarışmalar anlamında sorun yaşamadık.
Kurumlarla birlikte çok ciddi yarışmalar açtık. Sadece belediye ve diğer kamu kurumlarıyla değil, aynı zamanda Ticaret Odası’yla da bir yarışma düzenledik. Kayseri Ticaret Odası Hizmet Binası Yarışması’nı açtık. 143 proje katılmıştı; eşdeğer üç ödül verildi. Eşdeğer ödüllerden biriyle anlaştılar. Şu anda yapımı bitmek üzere. Umarız iki üç ayda taşınacaklar. O da yarışması yapılmış ve gerçekleştirilmiş bina olması anlamında başarılı oldu. İki taraf da memnun; hem Ticaret Odası grubu hem de mimarları. Onlarla da daha sonra söyleşiler yaptık. Projenin aslına sadık kalındığından, yapılan değişiklikler çok ciddi boyutta olmadığından ve kendilerinin onayıyla yapıldığı için bir sıkıntı olmadığından bahsettiler.
Yine, Melikgazi Belediyesi’yle yaptığımız iki öğrenci yarışması oldu. Kocasinan Belediyesi’yle yaptığımız yarışmalar oldu. Biz iletişimi görüş birliğinin yanında farklı boyutlara da taşımayı istiyoruz.
Etkinliklere gelince, Mimarlık Haftası etkinliklerini ortak yapıyoruz. Mimar Sinan kutlamalarını valilikle beraber yapıyoruz. Geçen dönem Kent Tartışmaları etkinliğini yaptık. Bizim ana hedefimiz, kentteki üç önemli aksta çalışmalar yapmaktı. Bunların ilkini “Kentsel Dönüşüm” üzerine, özellikle Sahabiye’nin dönüşümü üzerine yapmıştık. İkincisini ulaşım üzerine yaptık; özellikle Kayseri’de son dönemde yapılan katlı yollarla ilgili olarak. Bunların sıkıntısı ve alt mekanlarının nasıl kullanılacağı ile ilgili bir öğrenci çalıştayı yaptık. Bunların sunumları da vardı. Üçüncüsü de “göç” üzerineydi. Bunu da valilikle ortak düzenledik. Üç tartışmada da asıl dikkat ettiğimiz konu mutlaka Büyükşehir Belediyesi’nden ya da Valilik’ten, bununla ilgili kamu kurumunun da söz söylemeye hakkı olduğu, ama bizim de eleştirel bakış açısıyla hareket etmemiz gerektiğiydi. O üç kent tartışması da bizim için çok önemli birer kaynak olarak ele alındı.
Sahabiye Mahallesi kentsel dönüşümü şu an hangi süreçte? Yarışmanın şekliyle ilgili Oda’nın itirazları, sonra dönüşümün yine de devam etmesi gibi gelişmeleri takip ettik ama şimdi durum nedir?
Yarışmaya katılmama çağrısından sonraki süreçte yarışmaya katılımın çok az olduğunu duyduk. Biz de resmi bir katılımcıydık. Yani ben resmi olarak bir belge aldım; bana raporların gelmesi gerekiyordu. Onların hiçbiri gelmedi zaten. Sonra yarışmanın sonucu da açıklanmadı. Türkiye genelinde 12 ofise çağrılı bir yarışmaya dönüştü. Onların sunumlarından kalan üç proje vardı. Üç projenin içinden de “halk oylaması”yla seçildiği söylenen bir projeye iş verildi.
Sahabiye Mahallesi
Çok şeffaf süreçler değildi herhalde?
Tabii ki çok şeffaf bir süreç olmadı. Çünkü yarışma baştan sona zaten doğru bir süreçle açılmamıştı. Jürisi belli olmayan bir yarışma açılamaz. Bunu hepimiz biliyoruz. KİK’e (Kamu İhale Kanunu) tabi olmaları gerekiyor. Ama KİK’e tabi olmaları gereken şartlarda da yarışma açmadılar. Bir kamu kurumuysak ve ortak yarışma açıyorsak, KİK’e göre açmak zorundayız. Kamu kurumunun başka çaresi yok. Ama mesela Ticaret Odası kamu kurumu olmadığı için, orada “Mimarlar Odası Yarışmalar Yönetmeliği”ne göre açtık. İkisi arasında bir iki noktada fark var.
Onun dışında sıkıntılı bir süreç yok. Şu anda ilk etap çalışmaları başladı. Arsa sahipleriyle, orada tapulu evleri olanlarla görüşmeler başladı. Onların dağılımları yapılıyor ama bu ne kadar sürecek bilmiyoruz. Alanın çok büyük olması itibariyle, bu projenin yapılmasında sıkıntılar var; ama bu süreci de aşmaya çalışıyorlar.
Sahabiye Kentsel Dönüşümü’nü, büyüklüğü itibariyle, İstanbul’daki dönüşüm süreçleriyle karşılaştırıyoruz ister istemez. Oradaki süreçlerde de genellikle dönüşüm yapılan yerde yaşayanların mağduriyetiyle sonuçlanan çok fazla örnek gördük. Sulukule, Ayazma gibi. Sahabiye’de de buna benzer bir mağduriyet var gibi görünüyor uzaktan. Öyle mi gerçekten?
Sahabiye’de aslında oradakiler gibi bir sıkıntı yok. Sahabiye’deki mülk sahipleri, alt gelir grubundan ziyade, Kayseri’nin eski, köklü aileleri. Dolayısıyla, oradaki insanların çoğu evlerini kiraya vermiş. Şu anda daha çok, göçle gelen kişilerin yaşadığı sıkıntılı bölgeler var. Bu sıkıntılı bölgeleri çözmek anlamında tabii ki bir yenileme yapılabilir. Ama bu kadar yüksek katlı, oranın bu kadar dokusunu bozan bir yenileme mi yapılmalıydı? Bazı binalar gerçekten çok niteliksiz. Depreme dayanıklılığı vs. onları zaten tartışmıyorum bile. Bir kentsel dönüşüm yapılması gerektiğini hepimiz kabul ediyoruz. Ama bunun yöntemi ve sonuçta elde edilmesi gereken ürün bu mu olmalıydı? Bizim asıl rahatsız olduğumuz nokta bu. Orada şu anki kullanıcılarda, mülk sahibi sayısı çok az. Onlar da genellikle çocukları evlenip gitmiş, karı-koca kalmış ebeveynler. Bu kişiler de orayı tercih ediyor; çünkü merkeze yakın ve alıştıkları yer. Dolayısıyla, mağduriyet kişinin orada oturamaması değil. Yenilendiği zaman o insanlar orada çok daha rahat şartlarda oturacak. Ama bu kadar yüksek katta ve trafiğin yoğun olacağını öngördüğümüz bir bölgede mi oturmalılar? O bölgede ciddi bir sıkıntı var zaten: Yollarla ilgili bir sıkıntı var, otopark sıkıntısı var. Tamam otoparkları yerin altına alıyorlar ama orası tarihi bir bölge, yerin altından ne çıkacağını bilmiyoruz. Bunların hepsinin bu kadar büyük, kapsamlı bir projede nasıl yapılacağı ve hangi süreçte biteceği hepimiz için bir muamma. Şu an yapılan çalışma, ilk deneme aşaması. Belki buna göre, daha sonraki gidişat yol da değiştirebilir. Çünkü orada hala yeni ruhsat verilebiliyor. İnşaatı henüz bitmemiş yeni yapılar var; bu yapılar nasıl dönüşecek? O sisteme nasıl katılacak? Bunlar ciddi soru işaretleri olacak. İnsanların mağduriyeti olur mu? Olacaktır. Yeni ev yapanlar için ciddi mağduriyet olacaktır.
Sahabiye Dönüşüm Projesi’nden Bir Sunum
Çok hızlı ilerlemiş görünüyor bu proje. Kasım 2016’da ev sahipleriyle görüşülmüş, Aralık 2016’da yıkımlar başlamış; bu kadar büyük bir bölge için bu kadar hızlı kararlar vermek sıkıntılı değil mi?
Bölgenin hepsi bir anda yapılmıyor. Bölgeyi 3 etaba ayırdılar. Şu anki etap da o üçte birin bir kısmı hatta. Dolayısıyla oradaki hızlılık aslında bir deneme mahiyetinde. Onun neticesinde bence asıl hareket ön plana çıkacak. İlk düşündükleri etaplamadan da vazgeçtiler. Şu an için, daha rahat çözülebilecek bir alanda hareket ediyorlar. Ama bütün tespitler yapıldı.
Siz bir basın açıklamasında, “Kayseri’de yatay yapılaşma yerine dikey yapılaşma öngörülüyor.” demişsiniz. Sahabiye’deki örnekler de o tür bir yapılaşmaya mı tekabül ediyor?
Sahabiye’deki örneklerde yanlış hatırlamıyorsam, bazılarında 20 küsur katlı bloklar var; bazıları daha az katlı. Ama, daha az katlı dediklerimiz de sonuçta 7-8 katlı binalar. Ama biz Sahabiye’nin o 3 katlı, 4 katlı yatay yapılaşmasını göz önüne alıyoruz. Oranın bu kat yükseklikleri ile korunması gerektiğini, ya da daha topluma kazandırılacak bir çalışma içinde korunması gerektiğini savunuyoruz. Orada bu kadar dikey bir yapılaşmayı istemedik hiçbir zaman.
Sahabiye’nin kendine özgü konut tipoloji nasıl ve hangi döneme ait?
Cumhuriyet sonrası dönemde, yani 40’lardan sonra, 60’lara yakın dönemde başlamış; zemin artı 2 katlı ya da 3 katlı örnekler var. İmar zaten Kayseri’de maksimum zemin artı 4 kat. Ama bizde, madde 18 dediğimiz bir karara göre 4 parsel birleştirip, 12-13 katlı yüksek blok yapabiliyorsun. Ve herkes, bunun maliyeti göz önüne alınınca, bunu tercih ediyor. Otomatikman da dikey bir yapılaşmaya geçiyoruz.
Ekim 2016’da Talas ve Kocasinan ilçelerinde yer alan 6 mahalle “dönüşüm ve gelişim alanı” ilan edildi. Bu dönüşüm şu an hangi süreçte?
Onların da bir kısmının Bakanlık’tan kararları çıktı. Bir kısmı da proje elde etme aşamalarında. Ama o bizlere kapalı bir süreç olarak ilerliyor.
Son bir iki senedir bu kadar çok parça parça dönüşüm projeleri olması, nüfusun çoğalmasıyla, Kayseri’ye göçlerle ilgili mi? Yoksa, zaten bütün Türkiye’de olan kentsel dönüşümlerle, inşaat sektörüyle mi ilgili?
Aslında inşaat süreciyle eş güdümlü. Yani nüfusumuz artıyor, tamam. Bir de Kayseri doğudan ilk göç alan yerdir. Göçler buradan daha sonra batıya doğru ilerliyor. Ama kentsel dönüşümle ilgili bir konut stoğu yaratıyorsunuz. Bununla ilgili yaptığımız öngörüde, -gayrımenkul değerleme firmalarıyla da görüşmüştük-, GYO’nun da (Gayrımenkul Yatırım Ortaklığı) burada bir çalışması olmuştu. Çok net biçimde söyledikleri şu: Kayseri’de şu anda %27 gibi bir stok fazlası var. Bunu tamamen, inşaat sektörünün piyasayı hareketlendirmesiyle ilgili bir durum, diye görüyorum ben.
Bir de birden fazla katlı kavşak projesi var bildiğim kadarıyla Kayseri’de. Ona dair neler söylemek istersiniz?
Bir aks üzerindeki bitti; yenileri de başlıyor. Şu anda anlayamadığımız bir sürü kavşak yapımı var. Bununla ilgili bilgi istedik Büyükşehir Belediyesi’nden. “Bu konuyla ilgili yapılan çalışmaların tarafımıza gönderilmesini; bununla ilgili bir ulaşım master planı mı yapılıyor? Bunun açıklanmasını rica ederiz.” diye. Gelen cevap: “Şu anda bir çalışma yapılmamaktadır.”
Halbuki belediyenin sitesinde çalışmayı baya bir görselle birlikte duyurmuşlar.
Evet. Belki de eleştiri almamak için böyle yapıyorlar. O tavrı hiçbir zaman anlayamadım. Ama her yer böyle. Bu durum sadece Kayseri’ye özgü de değil. Birçok şubeyle de konuşuyoruz. Orada da benzer durumlar olabiliyor. Bunun aslında partilerle ilgisi de yok. Bunun tamamen zihniyetle ilgisi var. Orada da ulaşımla ilgili çok ciddi sıkıntıları var. Onlar da bilgi alamadıklarından bahsediyorlar. Ben de artık kim ne proje yapıyorsa, belediyenin sitesini takip edip öğreniyorum. Oradaki arkadaşları arayıp onlara soruyorum: “Siz bir sunum yapmışsınız. Neyin sunumunu yaptınız?” diye. Herkes buralara proje çiziyor. Ondan sonra şöyle bir sıkıntı da yaşıyoruz: “Sizler Mimarlar Odası’nı temsil ediyorsunuz da, sizin üyeleriniz zaten çiziyor sıkıntı yok ki.” diyor. Bunu da söylemekte hakkı oluyor idarenin.
Katlı kavşak projesinden bir sunum
Hakan Özkan: Aslında kentteki dönüşümlerle ilgili bahsedilmesi gereken bir de Kayseri’deki şehir içinde kalan askeri bölgelerin imara açılmasıyla ilgili konular var. Hava İkmal Bakım Merkezi var, Eski Uçak Fabrikası. Orası şehrin tam ortasında kalan bir bölge ve çok kıymetli de bir bölge. TSK’nın da ağaçlandırdığı bir bölge. Çok güzel bir yeşil dokusu var. Şimdi orayla ilgili yürütülen bir plan var. Köşk Kışla’yla ilgili yürütülen bir plan da var. O da yine üniversitenin yanında, konut bölgesiyle üniversitenin arasında kalan kıymetli bir bölge. Orayla da ilgili bir düzenleme yapıldığını duyuyoruz. Fakat görmüyoruz.
Eda Velibaşoğlu: Sadece, bir başkanlık seçimi öncesi sunumda ilkini gördük. Hava İkmal’le ilgili olan projeyi gördük. Bizim orada itiraz ettiğimiz park yapılması değil. Orası iyi de yeşillendirilmiş bir yer, tabii ki park olsun. Ama ucunda yanlış hatırlamıyorsam 150 metre yüksekliğinde bir kule var. Altında da alışveriş merkezi gibi sosyal donatılar olacak deniliyor.
Hakan Özkan: Yani oraları da ranta açmak gibi bir çalışma var şu an. Bu ne yoğunlukta, nasıl ilerlediği belli olmayan bir süreçte devam ediyor.
Eda Velibaşoğlu: Bu sürecin kesinlikle paylaşılarak yürütülmesi lazım. Ortak bir görüşle gitmesi lazım. Ama bu planlamaları Bakanlık yapıyor. Buradaki belediyelerin de pek bir söz hakkı kalmıyor.
Kayseri’de en içinize sinen projeler hangileri? Örneğin kamusal alan projesi olarak neler yapıldı?
En son Ticaret Odası yapıldı. Gerçekten yarışmayla yapıldığı için de içimize sinen bir proje oldu. Benim şahsi görüşüm olarak sorarsanız, Kayseri ve Civarı Elektrik Şirketi’nin binasını severim. Çünkü önünde heykel olan tek binamızdır. O yüzden benim için çok özeldir. Yani, önünde bir kamusal alan oluşturma çabası gördüğüm için çok beğendiğim bir binadır. Onun dışında ben Kayseri’de önünde heykel olan tek bir bina bile bilmiyorum. Elektrik Şirketi Binası’nın, sanatsal bir çalışmanın da insana bir şey verdiğini, kültürün aslında sadece okumak olmadığını, bazı şeyleri görmekle de çok şey kazanabildiğimizi ifade ettiğimiz tek bina olduğunu düşünüyorum.
Kayseri ve Civarı Elektrik T.A.Ş.
Kaleiçi Yarışması nasıl bir süreçte şu anda?
Yapımı bitmek üzere. Ama kale surlarının restorasyonu var bu arada. Onlar da bir yandan yapılıyor ama orada da sıkıntılar var. Bir yandan inşaat devam ederken surların yenilemesi yapılmak zorunda. Çünkü surda da yıkılmalar oluşuyor zaman içinde. İnşaattan kaynaklanan yıkılmalar değil de zamanın getirdiği yıkılmalar var. O yıkılmalardan kaynaklanan tadilatları da yapmak zorundasınız. Orada iki arkadaşımız Belediye’de danışman olarak çalışıyor. Ama zaten, tarihi eserde çalışmak çok zor. Müteahhitinin bu konularda çok ciddi anlamda deneyimli olması lazım. Yarışmayı kazanan ekibin de uygulama konusunda cidden tecrübeli olması gerekiyor. Süreç çok uzadı. Belediyenin yarışmalara karşı bu kadar katı olmasının nedeni de biraz o oldu.
Biz de bu süreçleri yaşadık. Mesela Ticaret Odası’nda ilk soru şuydu: “Peki ya jüri bizim hiç sevmeyeceğimiz bir binayı seçerse?” Şimdi, oradaki kişiler mimar değil. Bu kullandığı “sevmek” kavramı mimaride ne ifade ediyor, onu da bilmiyor. Ama yine de onu ikna etmeniz gerekiyor. O yüzden eşdeğer ödül vermeye karar verdik. “Tamam, eşdeğer olsun, siz de fikrinizi söyleyin. Zaten danışman jüri üyesisiniz. Hiç olmayacak bir bina talep edilmez. Jüri hiçbir zaman böyle değildir.” dedik ama, yaşadıkları önceki tecrübeler onlara aktarıldığı için, ilk başta ikna konusunda sıkıntı yaşadık. Ama sonrasındaki süreçte çok daha rahat ettik. Eşdeğer ödül seçerken, Ticaret Odası üç yarışmacıdan da sunum istedi. Ve işi en uygun fiyatlıya vermedi. Orada fiyattan ziyade, “Bu insanlar bunu yapabilir. Ben ikna oldum.” düşüncesi etkili oldu.
Kayseri İç Kalesi İki Kademeli Ulusal Mimarlık Yarışması’nda 1. Ödül Alan Projenin Uygulaması
Sivas Caddesi Kayseri’de kamusal alan azlığından dolayı çok tercih edilen bir bölge sanırım. Özellikle üzerinde bulunan alışveriş merkezleri çok fazla rağbet görüyor. Alternatif mekan yoksunluğundan mı o bölge çok yoğun kullanılıyor?
Öncelikle, “kamusal alan” anlayışımız ne? Kayseri’deki kamusal alan anlayışımız, insanların hep beraber hareket edeceği, ortak toplanacağı alanlarsa; bu alanlar bizde çok az. Ama bu biraz bizim yaşam kültürümüzden de kaynaklanıyor. Bizim bağ kültürümüzün olması, daha bireysel yaşamayı da seviyor olmamızdan kaynaklanan bir durum. İçe dönük bir hayat tarzımız var. Bunun iklimle de ilgisi var. Alışveriş merkezleri, kamusal alan niteliğini bir nebze de olsa ele aldı. Biz de Oda olarak Ulusal Mimarlık Sergisi’ni bir alışveriş merkezinde açtık. Çünkü halkın da sergiyi görmesi gerektiğini savunuyoruz. Alışveriş merkezleri, halkla buluştuğumuz tek yer haline geldi. Onun yanında, mesela Forum Alışveriş Merkezi’nin karşı tarafında lojman olarak kullanılan bir alan vardı. O alanı belediye park yaptı. Ve çok fazla kullanılıyor. Gerçekten insanlar aslında böyle alanlar oluşturduğunuzda gidiyorlar, kullanıyorlar. Aynı şeyi Talas Bölgesi’nde de yaşadık. “Kimse gitmiyor.” diyorduk öncesinde. Ama tasarım olarak belirli bir kaliteyi tutturmuşsa, kamusal alana dönüşüyor.
Mesela, Abdullah Gül Üniversitesi tam olarak kamusal bir alan olmasa bile, kütüphanesi 24 saat açık olduğu için, orayı diğer üniversitelerin öğrencileri de çalışmak için tercih edebiliyor. Ya da biz belli durumlarda gidebiliyoruz. Konferans salonlarını vs. kullanabiliyoruz. Tam kamuya açık olmasa bile kamuya açık hale gelmesi yönünde ciddi bir gayret var en azından. İnsanlar artık kamusal alan kullanmayı tercih ediyor, eskisi gibi değil.
Hakan Özkan: Sivas Caddesi’yle ilgili ben de ayrıca bir şeyler söylemek istiyorum. Daha önce, kendiliğinden oluşmuş, kamusal kullanıma yönelik gelişen bir akstı Sivas Caddesi. İmar düzenlemesi blok nizam, yola yakın olarak yapılmış, alt katları da ticaret işleviyle planlanmış binalar vardı; kaldırımları geniş düzenlenmişti. Geniş kaldırımlar insanlar için bir buluşma bölgesiydi; akşam saatlerinde yürünülen, bir şeyler yenilen içilen, alışveriş yapılan mekanlardı. O bölgeden geçirilen tramvay hattıyla ve trafik yoğunluğunun alta indirilip çıkarılarak çözülmeye çalışılmasıyla, yaya aksları daraldı; araçlarla durabilmek zorlaştı; ve burası artık kullanılamaz hale geldi. Şu an için sadece geçişe imkan veriyor. Oradaki trafiğin battı çıktılarla kesintisiz hale getirilmesi orayı bir hız yolu haline getirdi. Caddenin iki yanı arasındaki karşılıklı ilişkiyi kopardı. Orası açık kamusal alana güzel bir örnekken, şu an kaybedilmiş bir bölge. Herkesin hayatında nostaljik hisler uyandıran, güzel anıların olduğu bir bölgeydi. Kent bir anlamda belleğini yitirdi. O bölgedeki yaya kullanımı ortadan kalktı.
Eda Velibaşoğlu: Asıl sıkıntı belki de Kayseri’de kent belleğini kaybetmek. Kent belleğinde oluşmuş ana binalar, akslar vardı. Çok ciddi önemli binalar vardı. Örneğin Ahmetpaşa İlkokulu, kent belleğinde, hepimizin hafızasında mutlaka vardır. Oranın yıkılması…Tamam, bina kötü olabilir. Yapım şartları kötü olabilir, belli fonksiyonları yerine getirmiyor olabilir ama bunun yöntemi yıkmak mıdır? Yoksa o hafızada onun yerini koruyarak, ona farklı farklı fonksiyonlar vermek, güçlendirmek midir? Bu konuda daha hassas olmamız gerekiyor.
Hakan Özkan: Sahabiye için de aynı şeyler söylenebilir. Sahabiye Bölgesi Kayseri’de eski avlulu taş evlerden apartmana geçişin ilk adımı. Apartmanlaşma, kat mülkiyeti ilk defa Sahabiye’yle ortaya çıkıyor. Kendi içerisinde çok nitelikli örnekler barındıran bir yerdi. Cephe karakteri, mimari elemanlarıyla dönemin özelliklerini bünyesinde barındıran, çok güzel yapıların olduğu bir bölgeydi. Şimdi dönüşümle beraber orası da yok oluyor. O sokaklar, o yapıların ölçeği, herşey, şu an artık kaybedilecek gibi görünüyor. Bunun bir kıymet olduğu da kimsenin umrunda değil açıkçası.
Eda Velibaşoğlu: İnsanlar bir de kent kimliği ya da kent belleği dediğimiz şeyi, hep çok eski tarihi yapılarla kıyaslıyor. Belki orada bir hata yapıyoruz, anlatmakla ilgili. “Modern mimari de bir kültür mirasıdır.” dediğimiz zaman bunu birçok insan anlayamıyor. “Taş bina değil ki. Neyi sizin için kıymetli?” diyebiliyor. Ben bunu birçok bina için yaşıyorum. Hala biz bir adres anlatırken, “Ahmetpaşa’nın oradan dön.” diyebiliyoruz ki, bizim neslimiz zaten böyle tarif ediyor. Bizden sonraki iki-üç nesil de böyle anlatacak. Ama asıl önemli olan kent kimliğini ve belleğini koruyarak kentin ilerlemesini sağlayabilmektir.
7 yorum
Şu münâzarayı da mimârların ve meraklıların istifadesine sunmuş olalım: http://rktr.co/1f7fu9D
Sevgili Mehmet Server’in yorumu, web sitelerinde alışık olduğumuz yorumlarla kıyaslanmayacak hacimde ve şumülde müstakil bir yazı kıymetinde. Site bize yorumları sosyal medyada paylaşma imkânı vermiyor, Arkitera yöneticilerine duyuralım.
Twitter’da bir dostumun ‘mukaddime niyetine’ diyerek paylaştığı bu yazı, meseleyi sorunlarıyla ortaya koymaya çalışmaktan öteye pek gitmeyen, daha çok konuyu tartışmaya açmayı amaçlayan bir metindi. Mimarlık camiası dışından gelen katkıları çok önemseyen biri olarak, benim için maksadına ulaşmış görünüyor. Devam eden yazılarda yine bu konu masamızda olabilir, satıhtan derûna doğru ilerlemeye çalışarak. Elinize sağlık.
Pek kıymetli sualler tevcih etmişsiniz. Haddim ve mevzu hakkında bilgim yeterli olmayarak suallere yeni sualler eklemek niyetindeyim. Belki soruları çoğaltırsak sonra bire indirebiliriz.
Farkı vechelerden de baksak aynı yere varıyoruz gibi: modern tedrisâtın ilmeğiyle dokunmuş ve camiyi salt tasarım objesi gibi gören kimse, muhafaza ettiğini söylediği değerleri hoyratça tekmeleyen muhafazakârla aynı hodgâmlıkta birleşiyor. İlki aslında garbı da bilmiyor, ikincisi şarkı bilmiş mi sanki? Ne batıyı, ne doğuyu anlamlandırıp hazmetmekte muvaffak olabiliyoruz. İkisi arada bir yerde, eciş büçüş bir kültürde sıkışıp kalıyoruz. Kültür, evet, değindiğiniz medeniyet ve tasavvuruna henüz gelemedik. Çünkü bunun için yeterli müktesebâtımız yok. Çünkü bu dilden mahrumuz, dilimiz dahi meçhûlümüz olmuşken hangi görsel dilden bahsedeceksiniz? Bakınız, ironiktir, az evvel kullandığımız ‘müktesebât’ kelimesi dahi Avrupa Birliği ile yanyana gelmese; dimağlarımızda tekrar yer alamadan göçüp gidecekti.
Şair, “Asrın idrâkine söyletmeliyiz,” de diyordu, aceb nasıl? Nasıl olacak? Ortada bir ilham yok. Bendeniz, medeniyeti, yazıda da değinilen düşünce boyutunda arayanlardanım herhalde. Sizin kelâm-ı azîzini aktardığınız Hz. Pîr Mevlâna, “Sen bir düşünceden ibâretsin.” buyuruyordu zira. Bunun bizim mânâ dünyamızdaki mücerred hâline biz ‘niyet’ diyoruz. Her şeyde böyledir. Muhakkak bir fikir var ki bir şey olmuş, muhakkak bir niyet var ki vücûd bulmuş, cisimleşmiş. Siz mücessem bir mabede girdiğinizde hissiyâtınız bu sebeple değişir. Aslolan, o mekânın içindeki insanın duygusudur.
Oysa, biz, “Tekniğini alalım, ahlâkı onlarda kalsın,” çocukluğuyla bugünlere hep fikir ithâl ederek geldik. Ya olduğu gibi alarak ya da aslında altında yatan pis bir eziklik duygusuyla, daha da çok yeniye karşı olarak. Ama asla yeni şeyler söylemeyerek. Bizden, bizim olan bir dil arayışımız, böyle bir derdimizin olmaması hâlâ en büyük meseleyi teşkil ediyor. Çünkü aldığınız her şeyin arkasında bir fikir de geliyor. Önce olgu, sonra yasası. Yani siz ister istemez, etiğinizi de biçimlendiriyorsunuz. Oysa, velev ki arayışınız bir sentez olsun, bir terkib olsun, önce sizden hazım bekler. Sizde farklı ne var? Ne söyleyeceksiniz?
“Asar-ı atîka ve âsar-ı nefîse denilen şeyler millî servetin ya toprağa gömülü yahut toprağa dikili ve canlı kısmı iken, bunları görebilmek ancak terbiye edilmiş gözlere, sevebilmek ancak ya insiyakî bir göreneğe yahut geniş mânâsıyla şuurlu bir millî kültüre ve hissedebilmek bir nevi ihtisasa ihtiyaç gösterdiğinden, bu millî servet hazinemizin eskiden beri mevcudiyeti anlaşılamamış, inkâr edilmiş ve daha fenası sahipsiz ve bakımsız bir hâlde bırakılarak yağma ve tahrip edilmiştir.”
Pek sevdiğim bu yazıdan aktardığım, pek sevdiğim Abdülhak Beyin deyimiyle o terbiyeden ve o cemaatten mahrûmuz. http://rktr.co/1f7d9eD
Abdülhak Bey’e de ‘aristokrat’ diyorlardı güzeli, mehtapları, yalıları da anlatıyor diye. Zamanının ‘yeni’ ideolojik etiketleriyle!
Dücane Hocayı da burada zikretmeden geçemeyiz, bugün baktığımız o mabedlerin arkasındaki dünya görüşlerini, bilimsel kabulleri, teknik yeterlilikleri de araştırdığı, sorguladığı için. Cansever’i daha iyi anlamak için onun atıf yaptığı ressamların tablolarını da okumağa çalıştığı için. Suya sabuna dokunduğu için. Yorumladığı, yorulduğu için.
Şimdiden lafı uzattık ama başa dönmek istiyorum. Mâdemki camilerin böyle olmasının arkasında bir fikir var, kubbelerindeki alemler gibi onlar da birer medeniyet alemi, bunu en iyi anlayıp anlatması gerekenler de o anlam dünyâsının içindeki insanlar olmalı. Bunun için de, herhalde, kendisine muhafazakâr, dindar diyen insanlara daha çok iş düşer. Bir miras varsa, mirasyedilikten en çok imtina edecek onlardır. Yaklaşacak, temas edecek onlardır. Dolayısıyla, asıl kendilerini geliştirmeleri gerekenler, âdetâ temsil makâmında olan dindarlardır. Öbürü zaten camiyi bilmiyor, eşiğinden girmiş, girmemiş; o halde anlayış ve kavrayışınızla sizin misâl olmanız icâb eder. Madem temsil ediyorlarsa, anlamaları, anladıklarını anlatabilmeleri icâb eder. Örnek olmaları icâb eder. Bugün de problem ne bina, ne mekân problemidir aslında. Ne cami problemidir. Cemaat problemidir. Cem olamamak asıl meseledir. Farklı talim ve terbiyelerden geçmiş de olsalar, birbirine yakınlaşamayan ve bir dil bulamayan insanların konuşamamasıdır. Bir edeb dairesinde buluşamamaktır.
Yolda yürürken ayağıyla taşı iten talebesine, “Evlâdım incitme,” deyip eğilerek taşı alıp kenara koyan kimselerin terbiyesinden geçememektir. Çünkü neden? Çünkü bizim tahayyülümüzde cânsız yoktur. Doğuda, madde, mânânın tekâsüf etmiş şeklidir. En temel hakikat budur. Sorarım size, bugün böyle bir talimden geçen insan, camileri, temizleyeceğim diye, taşları kazıyarak — çok kıymetli bir arkadaşımın ifadesiye —, kocasının misafirleri gelecek diye her yeri çamaşır suyuyla şartlayan taze gelin histerisiyle bembeyaz eder miydi? Veyahut, okumayı soküyorum fişleri gibi, duvarlarına çivileri çaka çaka camileri etiketler miydi? Bugün meselâ, camilerin utilitası üzerinde hiç duruluyor, kimilerinin vakit dışlarında kapatılıp gidilen devlet dairelerine dönüşmüş olmaları mesele ediliyor mu? Camilerde eskiden sohbetler olurdu. Bugün böyle bir kullanım fonksiyonları neden yok? Esnafı, ahalisi toplanırdı, ziyaretçi yatacak yer bulur, konaklardı. Bendeniz şimdiye kadar cami avlusunda sadece bir düğüne şahid oldum. Başka bir örneğim yok. Bugün, muhafazakârlar söylemekten imtina ederler ama cuma dışında camilerin doğru dürüst cemaatleri de yoktur.
Yeni denemelere istemezükcülük yapanlar, aynı gayretkeş hassasiyetlerini, taşrada, camiyi tuttuğu takımın renklerine boyayan adama da yapıyor mu? Dillerinden düşürmedikleri ecdâdın hiçbir beis görmeden alıp dönüştürdüğü kilise eskisi camilerden ikonaları kazıyanlara iki çift lafları, yapanlara bir ikazları var mı? René Guénon’a hocası, “Haçın şekli onlarda, mânâsı bizde kaldı.” diyor, The Symbolism of the Cross’a vesile oluyorken ne demek istiyordu? Bektâşiyye, — Balkanlardaki en yaygın meşreblerden biridir, — halkın teslis inancından Allah, Muhammed, Ali ile girebiliyordu. En güzel camiyi yapmış olunuz. Belki komik ve avamî gelecek ama içine camiden çıkarken ayakkabısını bam diye yere fırlatanlar giriyorsa o fikir tamâm olmadı.
En mühim meselelerden birisi de, “Yâ hû yanlış yapıyoruz,” diyenler kaldı mı? “Bu böyle olmaz, galiba yanlış yapıyoruz.” İstanbul’a Belgrad ormanlarından su getirilmesi amacıyla bendlerin yeniden imâr edilmesi işini, Rüstem Paşa ehline tevdi etmiş, bir Rûm mimâra. Kânûnî Sultan Süleyman, çalışmaları inceledikten sonra Rûm mimâra tâlimâtlar veriyor. Mimâr da denilenleri yapıyor. Rüstem Paşa,“Pâdişâh sana doğrudan tâlimât veremez.” diyebiliyor, sonradan Kânûnî’ye de mesajını ustalıkla vererek bunu ona da hatırlatabiliyordu. Meselâ, bugün, halife-i rûy-i zemîn de ortalıkta yok ama, maşallah, herkes, her işe karışabiliyor. Şehirler hakkında ciddî kararlar ancak emanetleri ehil olanlara teslim ederseniz verilebilir. İndî karar mercîleri, bu anlamda, ‘kapu’ olamaz. Adalet, yerli yerine koymaksa. Ve bir müddet adaletle hükmetmek kırk yıl nafile ibadetten hayırlıysa. Nasıl böyle olabiliyor? Meşveret ancak mevzûdan anlayanlarla olur, istişâre edilir, ama nihâyetinde işin ehli kendi kararını kendi verir. Bazılarına garip gelebilir ama halkın beğenisini bile ölçü alamazsınız. “Ama halkımız seviyor.” hiç bahane olabilir mi? Halkımız seviyor diye köprüye minibüs ışıklandırması yaparsanız, imam da camiden kayan yazılı ledle âyet, hâdis akıtır. Bu işler böyledir. Arkasındaki fikirde zırnık fark yoktur. Ya hû, bu medeniyetin bir renk ahengi dahi yok mudur?
Elbet vardır ve diridir, Hayy ismi nûrunun sarısıyla parlamayı beklemektedir. İş ki onu arayan insanlar bir yetişse…
Celaleddin, okuyamadım hala. Listemde, okuduğumda mutlaka yorum yazacağım.
Celaleddin Çelik’in zihin açan yazısı üzerine ben de birkaç tespitte bulunmak isterim. Tespitler bir kuralın alt yordamı olmayıp tartışmaya açıktır. Ancak bu tespitler üzerinde durarak kendimize yol açabilir ve belki de ilerleyebiliriz. Yani “cami” ve “yeni” kavramlarını özümsemek için birkaç yoldan ileri gitmek yerine tek bir yoldan daha hızlı ilerlemek gereklidir.
1- Caminin yenisi olur mu? Yani caminin yeni yapılması, ya da artık minaresi yapılırken tek bir kalıpla dökülüp sonra şerefelerinin süs gibi bir yüzük gibi konulması onun “yeni” bir cami olduğunu mu gösterir. Ataşehir Mimar Sinan Camii’nin mimarı Hilmi Şenalp bana da gönderdiği mektubunda camilerin yenilik göstergesinden çok, eski oran ve ölçeklerde, ecdadın gösterdiği hesap kitap ve oransal zevklere hitap etmenin öneminden bahsetmişti. Hatta “arşın” ölçüsünü örnekleyerek açıklamalarda bulunmuştu. Çok katılmadım görüşlerine. Keza bu tür eski ölçeklendirme sistemleri bir yapım felsefesine de bağımlı. Yapıda insan gücü çok kullanılınca insan ölçülerine göre yapı malzemeleri ve yapı üretim teknikleri kullanılırmış. Ataşehir’deki tamamen betonarme karkas Mimar Sinan Camii’nde kurulan kule vinçlerin beton mikserler ile gelen beton sayesinde belki de bir haftada bir minareyi dökmesini nasıl açıklayacaktır bu oranlar. Olsa ne olur olmasa ne olur.
İşte bu cami gözümde bu inşaat fotosu ile bitmiştir müellifi kızmasın. http://rktr.co/1jXuVGV
Kısaca caminin yeni olmasını sağlayan kesinlikle yapım teknolojileri ya da arşınla filan çizilmesi değildir. Eskinin taklidi olur yeni malzeme ile.
2- Caminin formunun tamamen yenilenmesine karşı olan tepki neden vardır. Her şey değişti, okullar, çarşılar, ulaşım mekânları, hanlar, hamamlar… Cami neden değişmedi. Zaten tek mekânladır ayrıca hayatımızda her şey değişti ama namaz kılma şeklimiz değişmedi, değişmeyecek. Bu kurallar kitaba bağlıdır ve değişmez. Ya da “Bırakın da bir değişmeyen bu kalsın” yaklaşımından kaynaklı bu muhafazakârlık biraz da. Ancak ecdadın eskiden elişi göz nuru ile yaptığı süslemelerin tıpkıları, bilgisayarda kopyalanan ve plotterda kesilen şablonların içinin boyanması ile elde ediliyor. Fayanslar özel makinelerde üretiliyor. Halı desen, makine halısı hatta Müslümanın nerede safa duracağına da karışıyor.
Sizce de değişmedi mi cami mekânları. Aynı mı kaldı? Megafon ve akustik. Klima ve pervaneler, tabii kandilin isini toplama mekanizmaları yerine geçen bilmem kaç vatlık ampüller, bilmem kaç tonluk avizeler. Bunlar mekânı değiştirmedi mi?
3- Yeni nedir peki? Mimar Sinan “yeni” cami yapmış mıdır? Evet, yapmıştır. Kendi hayratı olan cami yenidir mesela, minaresi masiftir oyularak çıkmıştır ve ufacıktır. Kubbesi olmayan ama demirle betimlenen cami de yenidir. O zaman da yenidir, şimdi de yenidir. Tanım olarak “yeni” malzeme ya da detay yeniliği değil, yorumlama yeniliğidir. Keza Atraşehir Mimar Sinan camii bu yüzden eksiktir. Bu yüzden eskidir. Yeni değildir.
4- Peki, camilerde biraz da zorlama form deneyenler yeni midir? Yenilik, farklı olmak mıdır? Yeni bir Süleymaniye yorumlanabilir mi? Ya da eski formdan bağımsızlığın ilan edilmesi yenilik kavramını geri getirir mi? Bu sorular sorulması gerekenlerdir.
Yeni, örneğin sadece Cuma ve bayram namazında 3000 kişiye hizmet veren ve vakit namazlarında 30 kişiye hizmet veren camilerin modüler olarak ufalıp büyüyebilenidir. Ya da kubbesi kendi içinde bir gönderme içerip formsal olarak kimlikli olabilendir. Malzeme dışında gerçekten felsefi açıdan bu tür yenilik taşıyabilen camiler belki kubbesi belki de minaresiz olabilirler. Olurlar da.
Önce yeninin ne olduğu konumuzda kafamızı yenilesek.
Benzeri yazıların devamını dileriz Efendim. Bu arada Süleymaniye Cami ile Beyazıd Cami iç mekan görselleri arşivde karışmış sanırım.
Bu meselede yenilecek çok fırın ekmek var. Meselenin gündeme getirilmesi iyi olmuş. Hususan Mehmet Server beyin yorumunu çok beğendiğimi ifade etmeliyim. Şimdi yazacak vaktim olmadığından daha önce bu konuda katıldığım bir programın videosunu müdakkik nazarlarınıza sunuyorum:
https://goo.gl/MzjZhN