Zaman ve mekan kavramları arasındaki bilimsel ilişkiyi mimarlık üzerinden değerlendiren Space Graph sergisinde Alper Derinboğaz ile bir araya geldik ve bu tema ile ilişkili olarak zaman ve coğrafya bağlamında İstanbul'u konuştuk.
Fotoğraf: Özkan Önal
Space Graph serginizden bahsedebilir misiniz biraz?
Serginin mimarlıkta mekan üretme faaliyetini sorgulamak gibi bir kaygısı var. Buradaki işler bizim ofis içinde denemek istediğimiz ama uygulamalarımızda yer veremediğimiz, bazı projelerde bir şekilde test edebildiğimiz ama daha rafine şekilde görmeye çalıştığımız bir mimarlık araştırmasının parçaları. Her şeyin değişip dönüştüğü bu dönemde mekan üretme faaliyetini sorguluyoruz ve statik işler yapan bir meslek dalı olan mimarlık ile bu dönemi nasıl tekrar ele alabiliriz sorularının cevbını arıyoruz.
Mekanın bitmiş ve statik bir algısı vardır, ama mekanlar da bir süreç sonucu oluşur veya kullanıcılarının değişip dönüştüğü bir çevre içerisinde şekillenir. Modernizm ile birlikte mimarlıkta da “zaman” farklı bir şekilde ele alınmaya başladı. Kullanıcının mekanı deneyimlediği, kullanıcı ile statik mekan bir araya geldiğinde daha dinamik bakış açılarının ortaya çıktığı bir dönemden bahsedebiliriz. Mesela Gropius’un Bauhaus Binası bunun en iyi örneklerinden biri. Binanın tek açıdan ikonik bir perspektifini yakalamak zordur, ancak binanın içine girip dolaşıldığında yapının birimleri arasındaki özgün ilişkiler ortaya çıkar. Bir yandan zaman ile de ilişkimiz değişti, sürekli bir iletişim bulutuna dahiliz. Cep telefonu ile yatağa giriyorsunuz ve neredeyse her saat size ulaşılabiliyor, sosyal medyanın işçileri gibi çalışıyoruz. İnsanın kendine ayırması ve kendi bilincini geliştirdiği zaman dilimi gittikçe küçülüyor. Bu anlamda zamanla ilişkimizi de, zaman anlayışımızı da değiştirmemiz/geliştirmemiz gerekiyor. Aynı zamanda da mimarinin de değişimi veya hareketi içerecek şeyler olmaması bize ilgi çekici geliyor. Biz de sergide bu eksende düşünmeye çalıştık.
Elbette bu tek kişilik bir çalışma değildi. Efe Mert Kaya, Maurizio Braggiotti robotla oluşturduğumuz animasyonla, Şevki Topçu dijital üretim tekniklerine dair katkılarıyla, Ali Gürevin ve Bahar Türkay, Salon için bir manifesto niteliği taşıyan UpWind kitabını hayata geçirmeleriyle çok büyük emek sarfettiler. Dilek Öztürk’ün koordinasyonunda bir sergiye dönüştürüldü. Sergiye paralel konuşmalar düzenledik ve bu fikirleri test etmek için önemliydi. Bu kapsamda Şebnem Yalınay Çinici, Gökhan Karakuş mekanla ilgili kaygılarımızı teorik anlamda nerede durduğunu tarif etmesi anlamında önemli parçası oldu. Sergi üretim ve kurulumunda Cem Üstün, Egemen Kaya, Betül Kısa, Nijat Mahamaliyev, Aras Kalkan ve Ece Avcı çok kısa zamanda büyük işler yaptı diyebilirim. Tabii tüm bunlar Versus Galeri’nin ekibi, Leyla Ünsal ve Mert Ünsal’ın vizyonu ve motivasyonu ve Tuana Pulak’ın operasyonu olmadan gerçekleşemezdi. Onlara buradan bir teşekkürü borç bilirim.
Space Graph, Versus Galeri’de sergilendiği dönemde Tasarım Bienali’nin de bir parçası idi. Konu ile birlikte ele aldığımız zaman serginizi Zaman Okulu’nun bir uzantısı olarak da düşünebiliriz. Okullar Okulu teması etrafında düşünüldüğü zaman bu sergi bize neyi öğretir, sergiden neler kazanabiliriz?
Teknolojinin gelişmesi ve sosyal medya gibi konular bizim mikro zaman üzerinden yaşadığımız değişimler. Bir de makro ölçekte yaşadığımız değişimler var. Bu ölçek de küresel ısınma gibi bazı senaryoları ele alıyor. Aslında yeni bir dönem açmış durumdayız, insan ilk defa içinde yaşadığı dünya üzerinde büyük bir modifikasyona sebep oluyor. Bu anlamda da ilk defa “dünyanın ve insanlığın sonu” edebiyatta ve sinemada yer almaya başladı ve sondan sonrasını düşünmeye başladık. Bu bağlamda da zaman algımızda büyük bir kayma olduğunu düşünüyorum. Aslında insanlığın bu kadar sonsuz olmadığını, diğer varlıklarla ilişkilerimizin nasıl olması gerektiğini gözden geçirmemiz gereken bir dönemde yaşıyoruz. Bu sergi ile içinde yaşadığımız ve dokunabildiğimiz dünya ile zamanı bir araya getirmeye çalışarak çevre ile ilişkimizi daha çok yönlü ve bütüncül bir yöne çekmeye çalışıyoruz. Evrendeki her şey birbirine bağlı: “doğadaki nesneler ile nasıl iletişim kuruyoruz”, “toprak ile iletişimimiz nasıl”, “evren ile nasıl iletişim kuruyoruz” gibi soruları birbirine bağlayan şeyler var. Buradaki işler de belki bu bütünlüğün ve görünmez ilişkilerin sorgulanması için birer araç olabilir. “İnsanlara bunu katacak” gibi bir yaklaşımımız olmasa da bu serginin bunu düşündürecek bir yönelimi olursa mutlu oluruz.
Zamanın topluluklar ve mimari ile ilişkisini düşündüğümüz zaman İstanbul’da çok farklı yansımaları olduğunu görüyoruz bu durumun. İstanbul’u siz bu açıdan nasıl ele alıyorsunuz?
İstanbul çok karmaşık bir yapıya sahip. Akademik çevreye bakıldığında İstanbul’un yapısı çok daha kapsamlı bir şekilde ele alınıyor ve İstanbul’un farklı dönemlerini tanımlamak için farklı yorumlar getiriliyor elbette. Ancak genel anlamda bu kentin kompleks, parçalı bir doğası var diyebiliriz. Kaotik olarak da yorumlanıyor bazen ama aslında kaotik denildiğinde “tahmin edilemez bir sistem” olarak bahsediliyor. İstanbul’un bu yapısını oluşturan “parçalı planlama”, “dönemsel planlama” gibi tanımlardan bahsedebiliriz: yangın sonrası yapılaşma veya yeni yolların, bulvarların açılması gibi farklı dönemlerde kentte oluşan çeşitli durumlara göre yapılan, bütünlük içermeyen, daha lokal yaklaşımların ortaya çıktığını öne süren tanımlar bunlar. Bütün bunlar aslında insanın merkezde olup bu coğrafyayı nasıl tanımladığına yönelik bakış açıları. Dönemsel ve kişisel manipülasyonların da ötesinde kenti şekillendiren başka unsurlar var. Tabii ki insanın rolü büyük bu dönüşümlerde, ancak benim bakış açımdan ilginç olan şeylerden bir tanesi de, doğanın ve coğrafyanın İstanbul’u nasıl şekillendirdiği.
İstanbul diğer metropollerden farklı bir doğaya sahip; Boğaz gibi, Haliç gibi spesifik öğelerin bulunduğu bir coğrafyası var. Bir taraftan da topografya var, bu çeşitli vadi-tepe formasyonlarının su ile bir araya geldiği bir coğrafyadan bahsediyoruz. Her ne kadar şu anda her şeyi mülkiyet üzerinden görmeye çalışsak da ben coğrafyanın iyi bir tasarımcı olduğunu düşünüyorum. İnsanın farklı çağlarda kenti kullanma şeklini topografya önemli ölçüde biçimlendirmiş. Su yolları örneğin, birçok metropolde su taşıma yöntemleri basittir ancak bu coğrafyada suyu taşımak için zamanında ciddi altyapılar kurgulanmış ve kenti su yolları şekillendirmiş. Kazım Çeçen’in bu konuda çok önemli su yolu haritaları var, bunları bütünleştirdiğiniz zaman kentin merkez ağlarını da tanımladığını görüyorsunuz. Bir taraftan kentin savunma mekanizmasının da tarihi çekirdeğini şekillendirdiğini görüyoruz. Haliç’e zincir çekilip kentin etrafını surlarla çevrelenmiş ve suyun akıntısı yüzyıllarca bir savunma aracı olarak kullanılmış. Suyun dağıtılabildiği yerler, kentin savunulabildiği bölgeler kentin sınırlarında belirleyici olmuş, bu alanlar da topografya ile çok iyi şekilde tanımlanmış. Bu kentleşme bakış açısını kaybediyoruz. Bu da planimetrik bakış açısı ile İstanbul’u tam anlamıyla algılayamıyor oluşumuzun getirdiği bir sorun diye düşünüyorum. Tasarım araçları veya planlama şablonları çekme mesafesi, ada parsel sınırı gibi veriler üzerinden çalışıyor, topografya faktörü çoğu zaman yüzeysel kalıyor. İstanbul, sınırları gittikçe eriyen bir şehir haline geldi. Çepere yakın bölgelerde belli dönemlerin getirdiği belli kültürel izler var olmadığı için, zaman içerisinde sınıra yakın yapılaşmalar daha parçalı halde şekillendi. En azından tarihi bir iz, ada-parsel bilinci olduğu zaman insan ölçeğinden türeyerek gelen bazı şeyler var. Çepere yaklaştıkça karşımıza çıkan yapılaşmaların insan ölçeğinden tamamen bağımsız, mülkiyet sınırı üzerinden geliştirilmiş bilinçsiz yapı blokları olduğunu ve kentin en büyük düşmanları olduğunu düşünüyorum. Jeolojik müdahalelerin bulunduğu bir çağdayız demiştik ya, Türkiye’deki inşaat alışkanlıklarını da bu kapsamda değerlendirebiliriz: doğal zemini gittikçe azalttığımız bir dönemde yaşıyoruz. Bunların bütüncül planlanması önemli ve buna dikkat edilmediği için çok büyük hatalar ortaya çıkıyor.
Kara Surları Bölgesi Görselleştirme Çalışması
Biraz da İstanbul Kent Müzesi projenizden bahsetmek istiyorum. Sizin de İstanbul’u anlamak ve anlatmak üzerine birçok çalışmanız mevcut. Bu tartıştığımız karmaşık yapı göz önünde bulundurulduğunda İstanbul’u anlatma kaygısı taşıyan böyle bir projede bu birikim tasarım sürecine nasıl yansıdı?
Biz mimar olarak birebir İstanbul’u anlatmak gibi bir sorumluluğu şahsen üstlenmiyoruz ama İstanbul’la ilişkili bir yapı tasarımı ortaya koymaya çalışıyoruz. Bizim yaklaşımımız müzenin yakın çevresi ile ilişkisinde güçlü bir bağ yaratmaya çalışmak. Topkapı çok ciddi yaya akışının ve metrobüs, tramvay, otobüs gibi birçok farklı ulaşım modunun bir araya geldiği bir alan, ayrıca özel bir tarihi bölge. Aynı zamanda Tarihi Yarımada’nın bitip, farklı bir kent dokusunun başladığı bir kırılma noktasında yer alıyor. Biz de bu kriterlere öncelik verdik ve bunlarla doğru şekillerde bütünleşen bir proje yapmaya çalıştık. Müzenin kuratöryel içeriği ise kuratörler, bilim heyeti, danışmanlar kurulu ve tasarım grubu olarak bizimle koordineli bir çalışma olarak ayrıca planlanıyor.
Farklı tarihi yapıların veya şehir merkezinde başka alanların da daha önceden proje için düşünüldüğünü biliyoruz ancak bu alanın bence çok önemli bir özelliği var, o da kara surlarının tam bittiği yerde olması. Kara surlarını, kentsel bölgeleri de tanımlayan bir sınır olarak düşünebiliriz. Müzeler, sahneler, tiyatro salonları gibi kültür yapılarının merkezde toplandığını görüyoruz. Topkapı da aslında bir merkez; ama bu kültürel altyapı tarihi merkezden uzaklaştıkça azalıyor. Bir yandan da İstanbul’un asıl nüfusunun bu sınırların dışında yaşadığını biliyoruz. Aslında müzeler bu tür alanları geliştirmek, dönüştürmek için çok iyi araçlar. Türkiye’de bu anlamda çok fazla örneğini göremiyoruz müzelerin. Bu anlamda Kara Surları konum olarak çok büyük bir potansiyele sahip. Bu doğrultuda insanların bir araya gelme mekanlarının, kaliteli açık alanların ve açık alanlarla sürekliliği sağlanmış iyi bir müze altyapısının bir araya gelmesi gerektiğini düşünerek projeyi şekillendirdik. Restoranı, kütüphanesi, çocuk atölyeleri gibi birimlerin ve açık alanların iyi bir şekilde bütünleşmesi gerektiğini düşündük. Birçok mevcut bina içinde bulunan müze yapısında yeterli alana sahip olamayan önemli restorasyon ve restitüsyon laboratuvarlarının böyle bir kültür yapısında geniş ölçeklerde var olması gerekiyor.
Peki süreç nasıl başladı, sürece nasıl dahil oldunuz?
Uzun yıllardır Kent Müzesi çalışmaları çeşitli kurumlar tarafından devam ediyordu. Venedik Bienali’ndeki İstanbul araştırmalarımız ve daha önceden müzeler üzerine yaptığımız çalışmalar bir arada değerlendirilince biz de davet edilen ekiplerden biri olduk ve bunun üzerine öneriler hazırladık. Daha önceden yapılmış birçok Kent Müzesi denemesinin olduğunu biliyoruz, biz de önceki girişimlerde bu projenin gerçekleşmesini engelleyecek hataları barındırmayacak bir öneri olmasına dikkat ettik. İstanbul’a eklenen başka bir müze gibi görülmemesi, İstanbul’daki farklı alanlara referans veren ve kentteki bütün müzeler ile bütünlük içerisinde olan bir İstanbul Kent Müzesi olması fikri üzerinden hareket ettik. Her şeyden önce müzenin İstanbul’un bir parçası olmasına ve bütün ziyaretçilerle ilişki kurabilmesine öncelik verdik. Bunun içine ulaşım, kamusal alan çözümlemeleri, master plan incelemeleri ve bütüncül yaklaşımlar da girdi. Süreçte özverili kamu birimleriyle çalışma şansını yakaladık, bu da projenin kaderi için çok önemliydi. Aynı zamanda çok değerli bilim kurulu üyeleri, kuratörler, danışmanlar ve uluslararası mühendislik grupları ile bir arada çalışma imkanı yakaladık.
IKM Maketi (Fotoğraf: Büşra Yeltekin)
Sizin için gündemde başka ne gibi projeler var şu anda?
Şu anda İstiklal Caddesi’nin dönüşümünden nasibini almış, üzerinde çalışmaya başladığımız bir “pasaj” projesi var. Bizim için iyi bir “adaptive reuse” araştırması diyebiliriz. Bunun yanı sıra Mecidiyeköy’de Can Çinici ile birlikte mikro yaşam alanının bir versiyonu gibi çalışmaya başladığımız, tamamlanmak üzere olan bir “micro housing” projemiz var. Çok küçük konutlardan oluşuyor ve modern kent yaşantısına hitap ediyor. Bu proje bizim için önemli bir deney, çünkü ne kadar alana ihtiyaç duyduğumuza dair bazı şeyleri bu proje ile sorgulatabileceğimizi düşünüyoruz. Aynı zamanda proje, dünyadaki farklı kentler ile ilişki kurarak yeni bir yaşam biçimi oluşturulup oluşturulamayacağı üzerine heyecan verici ilginç bir konuyu temel alıyor. Bunun yanı sıra özel ve kamu ile birlikte yürüttüğümüz başka projelerimiz de var. Örneğin Müzik Müzesi gibi küçük projelerimiz de var. Müze her seferinde yeniden keşfetmeniz gereken bir fonksiyon, bu yüzden her zaman kompleks bir deneyim.
Bunun yanında Ege’de yaptığımız çeşitli konut ve villa projeleri var. Bunlardan bir tanesi bulunduğu yer ile bütünleşen bir yapı olarak çözümlemeye çalıştığımız bir villa projesi. O proje de İstanbul’daki okumalarımızın bir uzantısı olarak “coğrafyanın aslında önemli bir unsur olduğu” konusunda coğrafya ile bütünleşen bir yapı denemesi olarak öne çıkıyor diyebiliriz. Son olarak Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde 5 Şubat’ da prömiyeri gerçekleşecek ilginç bir strüktür çalışmamız var. Dot Tiyatrosu projesi olarak gerçekleşen ve Murat Daltaban’ ın yönetiminde sahnelenen “Gir Kanıma” (Let The Right One In) adlı oyunun tiyatrosunun sahne tasarımını çalışıyoruz. Rubic Earth adını verdiğimiz bu platform üzerinde geceçek oyun.
Salon Architects’in çalışmalarını güncel olarak salonarchitects.com üzerinden takip edebilirsiniz.