8 Kasım'da yapılan 3. Yeşil Binalar ve Ötesi Konferansı'na konuşmacı olarak davetli olan, Londralı ofis Allies and Morrison'dan Bob Allies'le, ofislerinin Londra'daki master plan pratikleri üzerine sohbet ettik.
Ekin Bozkurt: Allies and Morrison olarak Londra’nın en büyük yenileme projelerinin master planlarını yapıyorsunuz. Bu projelerde genel bakış açınız / benimsediğiniz prensip nedir?
Bob Allies: Bütün bu projeler hem kamudan hem de özel sektörden büyük yatırımlar barındırıyor. Bu yatırımın yapıldığını gördüğünüzde, yatırımdan sağlanan faydaların ayrıca komşu yerleşmelere doğru yayılmasının da ne kadar önemli olduğunu fark ediyorsunuz. Bu nedenle projelerde üzerinde en çok çalıştığımız şey, tasarladığımız yeni alanların çevreleri ile tam entegrasyonunun sağlanabilmesi. Böylece yeni yerleşme hem mevcutta ikamet edenler, hem de yeni gelenler tarafından benimsenmiş oluyor. Bütün bu Londra’daki projeler de birbirine gerçekten çok benziyor. Çoğunluğu önceden endüstriyel fonksiyona sahip alanlar – demek istediğim, hepsi imalat alanları değildi, bazen demir yolları, tali hatlar, rıhtımlar, depolar da oldu – her birinin farklı bir fonksiyonu vardı ancak bu fonksiyonlar zaman içinde kaybolmuştu ve bu alanlar nispeten izole, her şey ile ilişiği kesili yerlerdi. Her bir alanda, sürecin sonunda birlik hissine erişebilmek adına aşılması gereken belirli sorunlar vardı. Hepsinin ortak olarak paylaştığı tek şey bu.
Waterside Park Masterplan – Allies and Morrison
Cricklewood Masterplan – Allies and Morrison
3. Yeşil Binalar ve Ötesi Konferansı’ndaki konuşmanızın başlığı “City on Continuum” (Sürekli Kent). Süreklilik kavramı sürdürülebilirlikten farklı olarak hangi anlamları taşıyor?
Sürdürülebilirlik hususunda tasarımcı, mimar veya plancı olarak yaptığımız çalışmaların nasıl sonuçlanacağıyla ve bizim inşa ettiğimiz yerlerde yaşayıp çalışan insanları, topluluğu nasıl destekleyeceğiyle ilgileniyorum. Benim görüşüme göre şehirler güçlü bir devamlılık hissiyatına sahip olmalı. Yeni ve eski arasında – yeni kurulan topluluk ve mevcut topluluk- bir devamlılık… Bahsettiğim süreklilik algısı böyle bir şey, ama ayrıca insanların kent içindeki hareketlerinin de bir sürekliliği var, bu nedenle -özellikle de yaya hareketliliği söz konusu olduğunda- mekanlar arasındaki bütün yolların ve bağlantıların birbirine ekli olması çok önemli. İnsanların yaya olarak kullanabilmesi için mümkün olduğunca çekici mekanlar tasarlamaya çalışıyoruz. Bu da sürdürülebilirliğin anahtar öğesi. İnsanları ayaklarını kullanmaları için cesaretlendirmek kadar toplu taşımanın etkili olarak işlemesini sağlamak da önemli tabii ki. Bu bir şekilde bölgenin karakteristik özelliklerinden biri haline geliyor. Toplu taşımanın var olduğu ancak tamamen faydalanılamadığı şehirler oldukça fazla, mevcut ulaşım altyapısı ile daha çok insan buralarda yaşayabilir ve çalışabilir. Aslında (mevcudun üzerine) daha fazla ulaşım altyapısı önerdiğimiz projeler çok sık değil, biz eldekilerin daha iyi şekillerde kullanılmasından emin olmak istiyoruz. Bu da ikinci bir bakış açısı. Ayrıca kent dokusunda devamlılık sağlandığında da şehirlerin en iyi şekilde işlediğini düşünüyorum. Yapılar birbirine eklendiği zaman, başarılı sokaklar ve kamusal alanlar yaratıyorsunuz. Bu insanları yürümeye teşvik etmek için başka bir bakış açısı, sadece yaya rotalarınızın verimli olması yetmiyor. Önemli olan hoş bir çevre. İnsanları güvende hissettirecek, binaların zemin katında bir şeylerin olup bittiği, insanların orada olmaktan dolayı iyi hissettiği mekanlara ihtiyaç duyacaksınız. Bütün bu nitelikler de binaların birlikte işleyebilir olmasına dayanıyor. Benim için en önemli şeylerden biri, şehirlerin özünde paylaşıma dayalı olması. Şehirler ortak çalışmaya dayalı yerler. Kendi başınıza bir şehir yaratamazsınız, bir şehir yaratmak için birçok farklı insan çalışır. Biz bu mekanizmaları, bu araçları paylaşmak için icat ettik: araçlar yolları paylaşır, yayalar kaldırımları paylaşır, okurlar kütüphaneleri paylaşır… Bence süreklilik algısı, her şeyi bir araya getirip paylaşabilme hissiyatını tanımlayabilmenin yollarından biri. Bunu yapabilmek için de çaba sarf etmek gerekiyor. Şu son otuz – kırk yılda da açıkça görüyoruz ki şehirlerin evrimleşme şekli bu yönde ilerlemedi, durum daha parçalı bir hal aldı ve sadece kendi ufak projelerine ve kendi sorunlarına bakıp, projelerin geri kalan şeyler ile ilişkisini göz ardı etmek insanlara daha kolay geldi. Her şeyin birbiri ile ilişkili olduğundan emin olabilmek için daha çok gayret göstermeliyiz.
Devamlılıktan ve yaya erişiminden bahsettiniz. Oldukça tanınmış olan King’s Cross projesinde de bir yaya tüneli tasarladınız sanırım. Biraz projeden, sizin projeye hangi aşamada dahil olduğunuzdan bahsedebilir misiniz?
Yeni gelişim alanının merkezinde, yeraltı istasyonu ile King’s Cross arasında basit bir bağlantı oluşturan bir yaya tüneli tasarladık. King’s Cross projesine on yedi yıl önce, 2000 yılında dahil olduk. Bizi görevlendiren müşterimiz özel sektörden bir gayrımenkul geliştirici idi ve onlar da toprak sahipleri tarafından King’s Cross’taki bu yenileme sürecine ortak olmaları için seçilmişti. Burada arazi sahibi olan, hükümet tarafından arazi tahsis edilmiş insanlardan, Paris’ten ve Belçika’dan King’s Cross’taki yeni istasyona gelen Eurostar hattının maliyetinin karşılanabilmesine yardımcı olmaları için para kazanmaları talep edildi. Bu, proje için gerçek bir tetikleyici idi. Biz de müşterimizle King’s Cross’un master planını hazırlarken başka bir mimar ile, Demetri Porphyrios ile çalıştık. Planı geliştirmemiz sekiz yıl kadar sürdü, onaylanması da iki-üç yılı buldu. Altı-yedi yıldır da inşaat halinde. Böyle projelerde bu normal bir durum: en başından en sonuna bir proje yaklaşık yirmi beş yıl sürebiliyor. Bence bu iyi bir şey çünkü uzun vadede daha çok insanın düşüncelerinden faydalanıyoruz. Bu nedenle hızlı kararlar verilmiyor ve şehir hızlıca inşa edilmiyor. Şehirler her daim bir dönüşüm içerisinde. Bu durum, kent tarihini mikro kesitte deneyimlemeye benziyor. Gerçek bir şehrin büyüyüp şekillenmesi binlerce yıl alıyor, biz bunu yalnızca on yıl içinde yapıyoruz. Bu keşif ve adaptasyon sürecini böyle bir süre içerisinde kopyalamaya çalışıyoruz. Şu anda bile master plan, kendi evrimini devam ettirebilme potansiyeline hizmet (yardım) edebilmeli, bunun için birçok farklı insan bu plan üzerinde çalışıyor. Birçok mimar King’s Cross’ta bina tasarladı: David Chipperfield, Rab Bennetts, Eric Parry…Yeni yeni mimarlar proje ile bir bağ kurup kendi binalarını tasarladıkça, master plan için yeni bir esneme, adaptasyon ve evrilme şansı doğuyor. Bu uzun bir süreç. Biz hala bu evrimi devam ettiriyor, hala projenin safhaları üzerine çalışıyoruz. Bu, binalarda olduğu gibi her şeyi tamamen en başta tasarlayıp elinden gelenin en iyisini elde etmek için çalışmaya benzemiyor. Master plan daha çok deneye deneye, yerleşim kurabileceğin en olumlu yöntemi bulmaya çalıştığın bir süreç.
King’s Cross Tunnel – Allies and Morrison
King’s Cross St Pancras – Allies and Morrison
Daha önce yapmış olduğunuz bir konuşmanın başlığı “Building in Cities and Building Cities” (Kentlerde ve Kentleri İnşa Etmek) idi. Bu ikisinin ayrımını özellikle vurgulamanızın sebepleri neler? Bu vurgu sizin için ne ifade ediyor?
Biz mimarız, bunun eğitimini aldık. Ama büyük ölçekli, bir kenti nasıl oluşturabileceğimizi düşündüğümüz projeler ile de alakadar olduk. Burada değinmek istediğim nokta: siz kentler tasarlamaya çalışırken bir yandan binaların da kent ile nasıl bir ilişki kurması gerektiğini düşünüyorsunuz ve sizin kent algınızdan bağımsız gelişen ancak üst ölçek planlarla da alakalı olan bir dizi kararlar veriyorsunuz. Ama bir bina tasarlarken, bir yandan da bir kenti tasarlayıp inşa ediyor olduğunuzun farkında varmanız bence çok önemli; binanız o kentin yapımındaki iştirakçilerden biri. Sadece bir binayı tasarlıyor olduğunuzu düşünmeniz yeterli değil. Bu sebeple ben de iyi bir kent binasının nasıl olduğu ile ilgiliyim… Protokol kelimesini kullanabilirim. Mesela bugün bu binaya geldiğimde başkan (Beylikdüzü Belediye Başkanı) ile tanıştık ve yaptığı ilk şey bana elini uzatmak oldu. Ben de bunun ne demek olduğunu biliyorum ki elini sıktım. Bu protokoldür, aramızdaki ilişkiyi kolaylaştırır; ben onun nasıl davranacağını bilirim, o benim nasıl davranacağımı bilir… Şehirlerde de protokolün böyle işlediğini düşünüyorum. Bunu birbiri ile ilişkilendirecek farklı yollar var. En belirgin örneklerden biri ise, iki binayı birbirinden ayıran ve ilginç bir şekilde bir yandan da bu binaları birbirine eklemleyen duvarlar.
Eklemek istediğiniz şeyler var mı? Belki 3. Yeşil Binalar ve Ötesi Konferansı’ndaki konuşmanız hakkında, ya da projeleriniz hakkında?
Londra’da kurulmuş bir pratiğiz. Çalışmalarımızın çoğu Londra’da. Düşüncelerimizin çoğunluğu, şehirlerin nasıl işlediğini ve şehirleri nasıl daha iyi hale getirebileceğimizi anlarken olgunlaşıyor. Almış olduğumuz dersler, uyguladığımız prensipler başka yerlere de götürülebilecek şeyler. Konferanstaki konuşmamın yarısı Londra hakkında. Diğer yarısı da başka yerlerde yapmış olduğumuz üç projeyle ilgili. Bence bu projelerde aynı düşünceleri farklı kültürel ve iklimsel bağlamlarda değerlendirmek oldukça ilginçti. Bizce fikirler daha da evrimleşebilir. Ancak başka yerlerdeki başka insanlar için değerli ve yararlı olan bazı yöntemleri de düşünmek gerekiyor.
Bu üç proje ne tür projeler?
Şehircilik projeleri. Beyrut’taki proje, dükkanların ve konutların bulunduğu oldukça yoğun, merkezi bir alan. Doha’daki ise her şeyiyle bir mahalle: konutlar, ofis yapıları, dükkanlar, sinemalar, ihtiyacınız olan her şey. Oman’daki de küçük bir şehir gibi sanıyorum, yine aklınıza gelebilecek her türlü faaliyeti içinde bulunduran bir yer. Her biri için bir master plan hazırladık, ancak en küçük projemiz olan Beyrut’ta; ayrıca tek tek bina tasarımlarını da yaptık.