Beton Üzerinden Yaratılmış Bir Kara Mizah

Fotoğraflardan ve grafik çalışmalarından oluşan "Anne Ben Beton Dökmeye Gidiyorum", yalınlığı ve provaktifliği ile son dönemin en dikkat çekici sergilerden.

Travmatik bir kavram olarak kentin güncel sanat içerisinde konu edilişi kimi zaman alışılagelmiş muhalif bir gözün tasvirinden ibaret olabilir. Fakat Studio-X’de açılan “Anne Ben Beton Dökmeye Gidiyorum”, kentin distopik yanındaki estetiği görmekten ve söylemekten çekinmeyen, onu olduğu gibi kabul eden belki fazlaca çıplak olmasıyla kimileri için rahatsız edici yönleri olan bir sergi. Antonio Cosentino’nun fotoğraflarından ve Memed Erdener’in grafik işleri ile heykellerinden oluşan sergi çelişkili bir bütünselliği barındırması ile de dikkat çekiyor. İki sanatçının aynı mekanda kurguladıkları çalışmalar sakin/kaotik, ütopik/distopik, varolan/olabilecek olan gibi ziyaretçinin okuyabileceği birçok farklı bütünselliklere oturabiliyor.

Diğer yandan serginin mekana dair çok açık sözlü oluşu ziyaretçiyi kendi ile başbaşa bırakıyor. Cosentino’nun işlerindeki yalınlık, alışık olduğumuz portre fotoğraflarından öte, mekanda bir şeyler mi kaçıyor güdüsüyle fotoğraflara dikkati çekiyor ve ortadaki trendeki anlamı sorgulatıyor. Erdener’in işlerindeki asabiyet ise ayıp bir şey duymuş çocuğun verdiği bir tepkiyi vermeye zorluyor ve her ne kadar gündelik hayatta duymaya alışkın olduğumuz kelimeler de olsalar “milli” ve “sıçış” gibi kelimelerin bir aradalığına nasıl karşılık vereceğimizi bilemiyor ve afallıyoruz.

“Anne Ben Beton Dökmeye Gidiyorum”‘u Antonio Cosentino ile konuştuk. 

“Yeşili Biz Ne Yapalım Onun Yerine Hemen Otopark Yapalım”

Serginin ismini biraz açabilir misiniz? “Anne Ben Beton Dökmeye Gidiyorum”

Betondan gidelim, bu çılgınlık döneminde beton dökmek çok temel bir davranış biçimine döndü. Bir eylem hali. Sanırım uzun yıllar da böyle gidecek. İsim için bunun üzerinden yaratılmış kara mizah denilebilir belki… Yani şöyle diyelim, Venedik Belediyesi’ni Maltepe Belediyesi’ne ver, betonla dolabilir o kanallar. O nedenle beton bizim hayatımızda çok yer etmiş bir gerçek. Boşluk tanımını bile değiştirmiş, “kupon” alan olarak algılatan bir kavram. Efektif görülmüyor boşluklar. Çünkü neden; bir getirisi yok, “yeşili biz ne yapalım onun yerine hemen otopark yapalım” dedirten bir kavram.

“Geçmişini Çok Hızlı Kaybeden Kentlerde, Mekan ile Olan Bağlar Kopuyor”

Bir toplantıda “Uzunca bir süre fotoğraf çektim. Sonra ‘ben bu fotoğrafları niye çekiyorum’ diye düşünmeye başladım” demiştiniz. Serginin ortaya çıkışından, nasıl bu noktaya evrildiğinden biraz bahseder misiniz?

1996 yılında ilk defa analog bir makinayla gezmeye başlamıştım. Kağıthane’den inip, Sultançiftliği diye devam ediyordum. O zaman da eve döndüğümde turistik bir gezi yaptığımı fark ediyordum. Çünkü o görüntüler sürekli beni takip ediyordu. Gördüğüm duvarlar, kapılar. Hani nasıl Mardin’e gidersin, 5 gün kalırsın rüyalarına da girer… Bu gezilerle de aynısı olmuştu.

Tabi sonra bu geziler giderek fotoğrafçılığın da beni yönlendirmesiyle özel görüntüleri yakalamaya itti. Çünkü dijital olunca fotoğrafa bakış da değişti. Bu sefer istediğin detayı, istediğin köşeyi çekme imkanı da doğdu sanatçılara. Bu kendi kadrajını da geliştiren bir şey.

Tüm bu süreç sonunda 50.000’e yakın İstanbul mahalleleri fotoğrafı birikti benim elimde. Niye enteresan olmaya başladı bu fotoğraflar; çünkü bizimki gibi, geçmişini çok hızlı kaybeden kentlerde –özellikle 2. ve 3. Dünya ülkeleri gibi modernizmin garip şekillerde yaşandığı ülkelerde- kısa süre içerisinde geçmiş ile olan bağ kopuyor. Dolayısıyla kişinin mekansal bağları yok oluyor. Bunun sonucunda da Türk filmleri kıymetlendi mesela. Kaybolduğu için aniden, çok yakın bir geçmiş, insanlar 100 yılın öncesini değil sadece 10- 20 yıl öncesini hasretle anar oldu. Dolayısıyla ben çektiğim resimleri bir tür travma tedavisi gibi kullanmaya başladım. Çünkü fotoğrafını çektiğim mahalleler de çok hızla kaybolacak mahallelerdi aslında. Yani çekerken “Burası 10 yıl sonra yok” diye hissetmiştim, olmayan yerleri çekiyordum.

“Böyle Sergilerde İnsanların Aklına İlk ‘Çarpık Yapılaşmayı Ortaya Koymuşlar’ Gelir Ama Bu Kadarla Sınırlı Değil”

Peki kentin güncel sanat içine bu kadar karamsar çoğu zaman tramvatik şekilde girmesini nasıl açıklayabiliriz?

90’larda Hafriyat Grubu ile resim yaptığımız zamanlarda ilk defa kendi bulunduğumuz ortamdaki mikro kozmoza ait alanları, kılcal damarları –biz sokmadık ama- bir grup hareketi olarak belirgin hale getirdik. Kent 90’lı yıllardan sonra da senin de belirttiğin gibi giderek kullanılan bir ögeye döndü. Çünkü aslında biz çok keskin bir dönüşüm yaşadık. Yani nasıl ki depremde bir şok yaşadık ama sonuçlarını sonradan gördük, anladık… İşte depresif hastalıklar vs gibi. Dolayısıyla 90’lar ile 2000’ler arasında bir şok geçirdiğimizi düşünüyorum, yaşadığımız nüfus artışını göz önüne alarak.

Elbette kentin bu üstüste yığılmışlığında, katmanlaşmasında distopik bir görüntü var ve bunun hafızaya düşünceye belleğe karamsar bir şekilde yansımayacağını söylemek saçmalık olur. Ama bunlara sadece eleştirel bakmamak gerek. Böyle sergilere gelindiğinde insanların aklına ilk olarak; “işte bu çarpık yapılaşmayı ortaya koymuşlar” gelir ama görüntüyle ilgilenen birinin gözüyle bu kadarla sınırlı değil. Tabi daha içinde de hem sosyolojik olarak hem kültürel açıdan hem estetik açıdan karıştıracak çok şey var… Periferilerdeki görüntüler benim için çoğu zaman büyüleyici.

“3. Dünya Kentlerinin Ortak Yazgısı, Kentte Gerçekte Olanı Yansıtamamak”

“Kaybolan belleği fotoğraflamak”, “mekanın değişimini görünür kılmak” serginin alt metinlerinde kolayca okunan kavramlar… Peki sizce toplumsal belleği mekanda canlı tutma araçları neler/ geçmişte neler olmuş?

Ben bakış açısını önemsiyorum. İkinci ve üçüncü dünyanın bir başka sorunu var. Kültür eskiden merkezden yayılan bir kavramdı… Yani merkez karar verirdi, kübizm olurdu sonra 20 yıl sonra bize gelirdi. Biraz “getirmek” kavramı konuşulabilir burada. Ama 80’lerden 90’lardan sonra –ki Çin’le alakalı bir durum sanırım- periferinin kendi kozmozuna bakmak ile ilgili daha ilginç deneyimleri oldu. Herkesin kendi mikro kozmozunu yarattığı alanlar oluştu çünkü. Bu bağlılık aslında sembolik bir bakış açısı ve gerçek dışı bir görünüm oluştuyor.

Örneğin 30’lu ve 40’lı yıllarda İstanbul’da ressamlar var, fotoğrafçılar var, kent ve gece yaşamı da var. Bunun yanında pavyon da var arabalar da var. Fakat fotoğrafların %90’nında, o genel bakış; “Boğaz’da yalılar, Ada’da kadınlar, vazolar”, 50’ler kaligrafik işleri görüyorsunuz. “Kaçan şey ne?” diye ben kendime çok sormuştum. Demekki kendi yaşam alanını yansıtabildiği ölçüde, daha özgüvenli olduğunu söyleyebiliriz bireyin. Hani hiç korkmadan “burası böyle bir yer” diye aktarması kendi mikro kozmozunu. Bu biraz 2. ve 3. Dünya kentlerinin ortak yazgısı, kentte gerçekte olanı yansıtamamak. Kendi mekanlarına bakmamışlar.

Ben 1998 yılında Tahran’a gittiğimde de, apartmanların yan cephelerinde 20 metrelik elle yapılmış devrim şehitleri portreleri vardı. Müthiş bir görsellik üretilmişti. Tahranlılar çok ilgilenmiyordu onlarla. Ama dışarıdan gelen birinin hemen dikkatini çekiyordu. O zaman şu söylenebilir; kendi mekanına bir yabancı gibi bakmak bu nedenle önem kazanıyor.

Sergide bu anlamda güzel bir detay var. Kentte yeniden hayat bulmuş, reankarne olmuş bir tren. Hikayesi de biraz kente farklı gözle bakabilmekten, objeyi ve mekanın asıl yaşam döngüsünü görmekten geliyor…

Bir kez karıştırmaya başlayınca farklı şeyleri görebiliyorsun. Örneğin peynir tenekesini periferide! Onun kullanım şeklini çözmeye başlıyorsun. Yok olmadığını görüyorsun. Şöyle; kapının önüne koy, 5 dakika içerisinde biri gelip alıyor ve belki dış cephe kaplama malzemesi oluyor, içine tahta çakılıyor kova oluyor, kesiliyor faraş oluyor. Yani buradan bir sanatsal imgeden oluşturabilirsin, sosyolojik veriler topla… Ben keşfettikten sonra aynı tenekelerden heykel yapabileceğimi düşündüm. Dolayısıyla fotoğraflardan onu dışarıya çıkarmak benim için ayrıca keyifli oldu.

Biraz Memed Bey’in çalışmaları ve sizin çalışmalarınızın bir aradalığı üzerine de konuşmak istiyorum. Güzel bir zıtlık var kurguda. Bir taraf daha distopik diğer yan daha ütopik. Yada şöyle tanımlayalım; bir yan varolanın tasviri diğer yan arzulananın gibi de olabilir…

Evet garip bir zıtlığı oldu iki serginin ki çok heyecan verdi bu bize. Aslında bizim işlerimizin arasındaki duygudaşlık Hafriyat’tan beri çok yüksek. Yada aynı kaynaklardan fazlasıyla besleniyorlar diyelim.

Memed’in Dereler serisi vardır… İstanbul dere tepedir ya. İşte Keçi Deresi, Mecidiye Dere, Dolapdere… Dereler dökülür, kötüdür. Pistir oralar ya. Tepeler de iyidir hep algıda. Memed de aşağıdan yukarı tırmanan ve çocukları da öne çıkarttığı, milleyetçilik duyguları ile alay ettiği, en sonda da hayali ütopik oyun parkından çocukların aşağı işedikleri, daha binbir türlü alegori barındıran bir sergi yarattı. Annesinin ördüğü yün kazaklar çok garip bir yerinden girdi. Çok değişik ve çok rahat bir sergileme yaptı Memed, beni de şaşırttı açıkçası. Kermese döndürdü diyebilirim alanı. Serginin sonunda bir kitap da çıkacak ve bir metine dönüşecek. Bu da bizi ayrıca heyecanlandırıyor.

Çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

Etiketler

4 yorum

  • azmi-acikdil says:

    Korumacılık, İstanbul değerleri, mimari eserlerin devamlılığı, kıymetli mimarların adının ve yapısının yaşatılması, adına yazılanların hepsi doğru.
    Yazıyı okuyan 648.kişiyim ama yorum yapan yok, mimarların vurdum duymazlığı diyemiyorum. Yarın benim projemi de yıkarlar yaşatmazlar denecek projeler yapmıyoruz da onun için bu tür yıkımların bizce kıymet-i harbiyesi yok diyorum.
    Ama ne olacak bu memleketin hali? Bu hafta deplasmandayız maçı alırsak… Diyoruz.

  • omer-yilmaz says:

    Mahalleleri yenilemiyor, kentsel dönüşüm başlığı altında yıkıp yeniden yapıyoruz. Kent merkezini adam edemeyince aklımıza gelen tüm işlevleri şehir çeperlerine itiyoruz. Bakkal sistemini koruyamıyor, yıkıp market sistemini koruyoruz. Meydanlar, sokaklar alışveriş için yeterli görünmüyor AVM’ler yapıyoruz. Hepsinin de gerekçesi var.

    Deprem tehtidi, otopark sorunu, çocukların güvenliği derken en kolay çözüm her zaman formatlamak gibi bu coğrafyada. Üstüne koyamıyoruz. Buna kafa yormamız lazım herhalde.

  • dogan-hasol says:

    Salıpazarı Limanı’ndaki yapılar 1950’lerin ikinci yarısında “Menderes İmarı” kapsamında “geçici” kaydıyla yapılmıştı. Transit ambarı ve antrepo işlevli o binaların büyük bölümü denize çakılan kazıklar üzerine inşa edilmiştir. Liman da geçiciydi; ileride başka bir yere taşınması ve buradaki bütün yapıların kaldırılması tasarlanıyordu.
    Şimdilerde, “geçicilik” statüsünün plan dışı, dayatmacı anlayışla kalıcılığa çevrildiği anlaşılıyor. Bu durumda bile, korunması gerekli yapılar belirlenmeli ve mimari miras olarak korunmalıdır kuşkusuz.

  • m-fuat-karaoglu says:

    Yazdım ama silmek zorundayım. Düşüncelerim suç olabiliyor. ÜNİVERSİTE adına işlenen suçu yalnızca kınıyorum. Bu üniversite de muhtemelen Sedad Hakkı ELDEM adını duymamış yada etkilenmemiş, ama biat etmiş ambalajı şatafatlı YÖNETİCİLER bulunmaktadır. Yazık…

Bir yanıt yazın