“…Beykoz Ormanları Böyle Yağmalandı İşte!”

Semtler ve İnsanlar söyleşi serisinin bu haftaki konuğu olan gazeteci yazar Nazım Alpman Beykoz semtini ve anılarını anlatıyor.

Kendisini gazeteci ve yazar olarak tanımlıyor ancak aynı zamanda televizyoncu, yapımcı, belgeselci, köşe yazarı, sendikacı… Nazım Alpman ile Beykoz’da Mustafa Yavuz’a ait nalbur dükkânında buluştuk. Bu iki çocukluk arkadaşı ‘delikanlı’ya, Beykoz Balıkçısı’ndaki yemek sonrasında Fantoma Erol da katıldı. Beykoz’un merkezinde başlayan sohbetimize yapımı devam eden köprünün inşaatını izlediğimiz Poyraz’da devam ettik. Nazım Alpman ve arkadaşlarından dinlediğim Beykoz büyüleyiciydi…

“Beykoz’da ada ruhu olduğu için şehrin merkezine giderken ‘İstanbul’a gitmek’ deyimini kullanırdık”

Cihan Keyif: Nazım Alpman’ın Beykoz’u neresi?

Nazım Alpman: Beykoz dediğimizde eski Beykoz yok. Şimdi, Anadolu Hisarı’ndan başlıyor, Anadolu Feneri’ne kadar Beykoz. Bizim Beykoz’umuz ise Onçeşmeler’den başlıyor ve Yalıköy’e kadar gidiyordu, daha küçük bir alandı. Hatta Paşabahçeliler, Çubuklulular, Kanlıcalılar, Hisarlılar vardı. Hatta bir futbolcu vardı; Çubuklu’da oynuyordu, Beykoz’a transfer oldu. Adı Erdoğan’dı. Takımda bir tane daha Erdoğan olduğu için ona “Çubuklulu Erdoğan” dediler. Sanki çok uzak bir yerden geliyormuş gibi ama Beykoz’un sınırları içinde olmasına rağmen ona Beykozlu denmezdi.

Peki İstanbul için Beykoz nasıl bir yerdi?

Bu sadece benimle ilgili değil. Beykoz hem İstanbul’un içinde hem de çok uzağında gibi bir yer ve bir ada ruhu var Beykoz’da. Ulaşımı şimdi de kolay değil ama önceden çok daha zordu. Bununla birlikte nereye giderseniz gidin kalabalıklarla ilgili de bir durumu var. Örneğin “Beykozlu” diye bir şey var. Kalabalık içinde; askerde, gurbette işçilikte sana sesleneceklerinde “Beykozlu” diyorlar. Bu diğer tüm Beykozlularla da bir ilişki kurmanı doğuruyor. Ada ruhu olduğu için buradan, Beykoz’dan şehrin merkezine gitmek için “İstanbul’a gitmek” deyimini kullanırdık.

Bir Beykozlu için İstanbul’un sınırı nerede başlıyor?

Ortaokul zamanında ulaşabildiğimiz nokta Üsküdar; Sunar Sineması’ydı. Bayramda gidip film izlerdik. Biraz daha büyüyünce basketbol oynamaya başlamıştım, sadece ben değil Beykoz’da herkes lisanslı sporcudur. O zaman Spor ve Sergi Sarayı’na (Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı) ve İTÜ’nün spor salonuna giderdik. Bir günümüz geçerdi oralarda. Spor salonu buz gibi olurdu ama maçlara çok kalın kıyafetle çıkma şansın yok, atletle oynuyorduk; forma falan da yoktu ilk yıllarda. Kazakla maça çıktığımızı hatırlıyorum. 1965 – 66 yıllarıydı, yıldızlar takımı İstanbul’da şampiyon oldu ve Bolu’ya, Türkiye Şampiyonası’na gitmeye hak kazandı ama bizde eşofman yok. İlk eşofmanım bu sayede oldu. Özel günlerde giyilen smokinler gibi biz de maçlarda eşofmanlarımızı giyerdik, antrenmanda bile giyemezsin. Şimdi spor malzemesi ve tekstil cenneti olunca ülke, yeni nesillerin bunu anlaması da zor.

“Beykoz’da paraya hiç ihtiyacımız olmuyordu”

Yokluk vardı anlaşılan…

Sadece ayakkabıyla ilgili de değil. Hiçbir spor malzemesi atılamazdı. Ayakkabıların yanına lastik yapılırdı, burnu patladığında. Bu yoksulluk durumu bana özgü de değildi. Herkes işçi ailesiydi burada. Ben Beykoz kitabına çalışırken bir arkadaşımız şöyle demişti “Biz gençliğimizde, spor yapıyorduk, eğleniyorduk. İskelenin üzerindeki kültür derneğinde danslı partiler düzenliyorduk. Bütün bunları yapıyorduk ve paraya hiç ihtiyacımız olmuyordu” Gerçekten de öyleydi; bizi spor yapmamız için bir kulübün okuluna falan kimse yazdırmadı, buna gerek de yoktu. Ben lisanslı olarak yüzme, basketbol ve kürek takımlarında yer almıştım. Burada herkes iyi yüzer, kimseye “Ne kadar güzel yüzüyorsun” denmez. Aksine “Sen neden kötü yüzüyorsun?” diye sorulur. Her şeyi yapıyorduk ve paraya hiç ihtiyacımız olmuyordu, biz de sandık ki paraya hiç ihtiyacımız olmayacak. O bakımdan da aramızdan hiç işadamı çıkmadı.

İşçi semti olma özelliği nereden geliyor Beykoz’un?

Osmanlı döneminden beri sanayi merkezi olarak düşünülmüş. Beykoz Kundura Fabrikası, 1800’lerin başlarında kuruluyor, 1900’leri tamamen yaşıyor ve 2000’leri de gördü. 2002’de kapandığında 192 yıllık fabrikaydı, zaten çok küçülmüştü. O dönemde de kapanmasıyla ilgili bir röportaj yapmıştım. Bana birer ayakkabı hediye etmişlerdi. Ayakkabılar evde, zaman zaman onları giyiyorum. Ne zaman giysem insanlar “güle güle giy” diyorlar. Halbuki yeni değil ama hiçbir şey olmuyor ayakkabıya. Beykoz Kundura Fabrikası’na ek olarak, cam sanayinin temeli olan Paşabahçe Cam Fabrikası var ve hemen onun yanında da Tekel İspirto ve Rakı Fabrikası var. O yıllarda Beykoz’da yaşayanlar alttan, yukarıya doğru bir nüfus oluşturuldu. Evi olmayanlara da o zaman ki çayırda, şimdi villa diyebileceğin ama bizim işçi evleri dediğimiz tek katlı evler yapıldı. 50 – 60 metrekare küçük evler. Bir işçi için Avrupa’daki işçilere sağlanamayan koşullar sağlanıyordu.

“Beykoz’da fabrikaların hem ekonomik hem de sosyal yaşamda büyük önemi vardı”

Bu fabrikalar Beykoz’u ayakta tuttu diyebilir miyiz?

Bu fabrikaların bizim için önemi şu; annemin babası; dedem o fabrikada marangozhanede çalışıp emekli oldu. Dayım; Mehmet Usta, lakabı da Çatlak Mehmet’ti. Bir motosiklet kazasında alnında oluşan bir göçük dolayısıyla öyle bir lakap takılmıştı. O kadar iyi bir ustaydı ki, gece bant sisteminde bir arıza olunca onu çağırırlardı. O dönem Çekoslovakya’dan gelen teknisyenler kösele yerine ayakkabının altına PVC kaplamayla taban yapan makineler kurmuşlar ve bu makineleri öğretmişlerdi onlara. Bunlardan biri de dayımdı. Babam da buradan emekli oldu ve ben de kundura fabrikasında staj yapmıştım. Bir de fabrikanın sosyal yaşamdaki önemi var; hali vakti yerinde bile olsa çocuklar orada sünnet olmak isterlerdi. Bütün yaz sünnet düğünü için futbol sahasının büyüklüğünde bir alan tahsis edilir, ahşap karyolalar dizilir, bantlardan yapılan oturaklar kurulurdu, son yıllarda bantların yerine sandalyeler gelmişti ama uzun yıllar bantlar kullanıldı. Tüm bu işi kundura fabrikası üstlenirdi. Bütün kış da bu sünnet düğünü konuşulurdu. Sahneye Bülent Pekak, Zeki Müren çıkardı. Program sabaha kadar sürerdi. İlkel bir ameliyathanesi vardı. Başında “kesimhane” yazardı. Çocuklar bir taraftan sıraya girerdi, öbür taraftan sünnet olmuş çıkardın. Operasyonu tabi ki sünnetçi yapıyordu ama ona yardım edenler ya marangoz ya tornacı. Düşünsene marangozların elinde sünnet oluyordun (Gülüyor).

Kültürel olarak diğer semtlerle nasıl farklılaşıyordu?

Aslında 1960’larda, bir parçasına benim de katıldığım Beykoz Kültür Cemiyeti öncülüğünde boğazda Sarıyer, Kanlıca, Beylerbeyi, Ortaköy Kültür Dernekleri’yle birlikte Boğaziçi Kültür Şenliği yapılırdı. Burada yüzme, kürek yarışları, basketbol, futbol ve voleybol oyunları, satranç, briç ve bezik turnuvaları yapılırdı. Hatta tiyatro yarışmaları yapılırdı. Bu spor yarışlarına en az 10 – 15 milli sporcu da katılırdı çünkü onlar da alanlarının en iyisiydi. Hisarlı ve Beykozlu kürekçiler özelikle… Bu şenlik 15 gün sürerdi. Bu şenliğin bitişinde yine kundura fabrikasından işçilerin büyük yemek masaları vardı. O masalar kulübün bahçesine taşınır; Erkan Anapa ya da Ajda Pekkan gelir, şenliğin kapanışında birkaç şarkı söylerdi. Tüm bu şenlik de ücretsizdi, gece kapanış yemeği dâhil. Kültür Cemiyeti sadece bu işlere de bakmıyordu. Ayrıca çocuklar için yazları Fransızca, Almanca, İngilizce dil kursları ile çocukların derslerine yardımcı olmak için Matematik, Kimya, Fizik dersleri verilirdi.

Fantoma Erol ve Mustafa Yavuz…

Beykoz’da geçen yıllarında Nazım Alpman’ın arkadaşları kimdi?

Akbaba – Beykoz arasında dolmuşçuluk yapıyor, Erol Abi. Müthiş bir anlatıcıdır, bildiğimiz hikâyeleri defalarca anlattırır ve hâlâ güleriz. Akasya ağaçlarının altında Dalyan Gazinosu vardı şimdi izi bile yok, yıkıldı gitti. Erol Abi oradan geçerdi. Arabada müşteri olmasına rağmen “Gel abi şu hikâyeyi anlat” derdik. Yolcuları bırakır çayı içerken hikâyeye başlar, yolcular biraz mızmızlanınca da bizi arabaya alır, ön koltuktaki yolcuyu arkaya alır, Aydın ile bana önde hikâyeyi anlatmaya devam ederdi. Bir de bizi “İmam’ın Meyhaneye” götürürdü. Parasızlık dedik ya, ondan iki buçuk lira, bundan beş lira derken balık ve şarap parası çıktı mı, Erol Abi’yi bulurduk. Erol Abi bizi meyhaneye götürür, “İmam, çocuklara bir şeyler hazırla” derdi. Balığımız ve şarabımız yanımızda olurdu. Adam salata yapardı bir tek. Biz de salata ekmek parası verir çıkardık. Erol Abi aynı zamanda büyük zanaatkârdır. Hem “Anadolu’nun Elleri” kitabında var hem de İz TV’ye belgeselini yaptım onun. Asıl lakabı “Tere Erol”dur; her şeyi bilir. Tereciye tere satılmaz. Ama daha bilinen adı “Fantoma Erol”dur. 1960’larda bir Fransız polisiye güldürüsü vardı; Fantoma. Louis de Funés’nun da oynadığı. Fantoma bir hırsız ve teknolojiyi çok iyi kullanıyordu. En son arabası uçuyordu ve Fransız jandarması asla Fantoma’yı yakalamıyordu. Erol Abi de çok hızlı araba kullanır. O yüzden de adı Fantoma kaldı.

Mustafa (Yavuz) hâlâ burada, o buraları bırakmadı. Babadan kalma işini sürdürüyor biraz da bundan dolayı kaldı Beykoz’da ama gidebilirdi de isteseydi. Neticede çocukları artık burada değil onlar okudular ve başka yerlerde yaşıyorlar.

Nazım Alpman – Mustafa Yavuz – Erol Akarsu (Fantoma Erol)

“Acarkent sitesi ile ilgili yaptığım haberi yayın yönetmeni ‘Gecekondu mu olsaydı?’ diyerek gazeteye almadı”

Talan nasıl başladı Beykoz’da?

1990’lardan sonra Beykoz, üst gelir grubunun teveccüh ettiği bir yer haline geldi. Beykoz Konakları, Acarkent gibi siteler yapıldı. Beykoz kitabını yazdıktan sonra Kanal 24’e çağırdılar, gittik. KJ yazmışlar yayında “Konaklarıyla ünlü Beykoz” diye. “Bu nedir?” diye sordum, “Beykoz Konakları falan var ya abi” dediler. “Onlar Beykoz Konakları değil Kuzey Ormanları’nın yağmalanması” dedim. Yani ormanlık araziler yağmalandı. 90’ların başıydı, Milliyet’te çalışıyorum. Bir sebeple Polonezköy civarındaydım, baktım Çubuklu, Polonezköy arasında orman arazisi yol yol bölünmüş ve ağaçlar kesilmiş. Ertesi gün hemen foto muhabirini de alıp gittik. Önce fotoğrafları çektik, sonra işçilerle konuştuk; “Çok büyük bir yaşam alanı yapılıyor. İçinde her şey olacak” diyerek anlattılar. Ertesi gün gazetede bölüm şefleri haberin ya manşetten ya da sür manşetten verileceğini konuşuyordu. Genel Yayın Müdürü geldi, baktı ve “Gecekondu mu olsaydı?” dedi. Sonra manşetlik haber gazeteye girmedi. Bu söylediğim yer Acarkent. Ardından 1994’te Refah Partisi yerel iktidara geldi, İstanbul’da bunlar da burada sivil bir Cumhuriyet Balosu düzenliyorlar, beni de bir PR firması aracılığıyla çağırdılar. Ben yazıp çizdiğim için gitmek istemedim bunu da belirttim ama arkadaşımın ısrarını da kıramadım. Kapıdan girerken Türk-İş Başkanı Bayram Meral’i gördüm. “Başkan senin burada ne işin var?” dedim. “İsmet (Acar) benim arkadaşım. Sendikadan ayrıldığımızda benim 4.500 TL param vardı, onun 4.000 TL’si vardı. O, önce Uyumkent Kooperatifi yaptı ardından da Orman Bakanı’nın yardımıyla burayı yaptı” dedi. “Nasıl?” dedim. “Burası orman arazisiydi, Orman Bakanı burayı imara açtı, o da evleri yaptı” dedi. Benim Milliyet’ten olduğumu biliyor ve bana anlatıyor. Masada oturduk, bir dosya verdiler. İçerisinde “Acarkentliler” diye bir bölüm var. O dönem de Bakan DYP’li Hasan Ekinci. Dosyayı bir açtım; Hasan Ekinci de dâhil toplam yedi villa ama listenin altında ne var; Hürriyet’e, Milliyet’e ve Sabah’a birer villa; isimsiz. O zaman benim ilk haberin neden girmediğini anladım. Ertesi gün gazeteye geldim, yazı işlerine dedim ki durum böyle, hemen girelim istediler ama gazetelere ait villalar konusunda uyarınca haberi Melih Aşık’a ver dediler. Bazı zor haberleri Melih Aşık’a veriyorduk, o köşesinde yazıyordu (Gülüyor). Ben haberi yazdım; “Her şeyi devletten beklememek lazım, kim ne ekerse onu biçer Hasan Ekinci de yedi villa biçmiş”. Haber böyle çıktı. Hasan Ekinci ertesi gün düzeltme yolladı Melih Abi’ye; “Benim yedi değil, 11 villam var” diye (Gülüyor).

Beykoz’un ormanları böyle yağmalandı işte. Beykoz’un deniz kıyısındaki evlerinin hepsi yalıydı, bunların en ünlüsü de Ahmet Mithat Efendi’nin yalısıdır. Beykoz’daki bilinen adıyla Kırmızı Yalı’dır. Buranın varisleri paylarını sattılar, peki alanlar ne yaptılar. Kırmızı Yalı’yı beyaza boyadılar.

Tarihi eser olarak koruma altında değil mi bu ahşap konaklar ya da evler?

Bu tarihi ahşap evlerde yaşayanlar kendilerininkinin bir tür kadersizlik olduğunu düşünüyorlar; annem de böyleydi çünkü sadece bir odada soba yanar ve soğukta hazırladığın yemeği, üst kata tepsi içinde taşırsın. Annem hep düzayak, bir apartman dairesi olsun istedi. Sonra kız kardeşimin yanına taşındı apartmana her ne kadar son zamanlarında geri gelmek istese de.

“İstanbul’un ne kadar güzel bir şehir olduğunu anlamak için 60’larda çekilen Türk filmlerine bakmak lazım.”

Şehirler nasıl genişleyecek peki?

Melih Aşık yazmıştı; Avrupa’da şehirler yaşanacak alanlara dönüştürülüyor, bizde ise yağmalanacak alanlar olarak düşünülüyor. En üstten, en alta katan tüm yönetimlerin bunda payı var. Yani hükümetlerden yerel belediyelere kadar herkes bundan sorumlu. Dikkat ederseniz belediyelerde en fazla talep gören İmar Komisyonu Üyeliği’dir. İmar Komisyonu’nun partisi yoktur örneğin oraya girdin mi hangi partiden olursan ol, tek bir hedefin vardır; şehri yağmalamak. Bu ruh zaten bizde var. Balkonunu işgal ediyor insanlar, depo yapıyorlar. Bu ruh şehir perspektifine dönüşünce ipten kazıktan kurtuluyor. Bundan da en çok Beykoz etkileniyor.

Köprü nasıl etkileyecek Beykoz’u?

Bu yapı nedir böyle? Çok çirkin değil mi? Burasını doğal olarak bir rant merkezi haline getirecek. Bu tip projeler gelişmiş ülkelerde şehrin dışından geçip gidiyor ve çevresi yapılaşmaya açılmıyor. Biz daha önceki deneyimlerimizden; 1. ve 2. köprü deneyimlerimizden de biliyoruz ki otoyolların yanına yerleşimler yapılıyor. Şimdi de böyle bir şeyin izleri var. Emlak piyasasını izlemiyorum ama belli ki bu bölgenin rayiçleri arttı. Bir de 2B yasasıyla orman vasfını kaybetmiş olan arazilerin imara açılması sorunu var. Bunlar İstanbul’un son orman alanları ve bunları da bitirecekler. Şehrin yeşil dokusunu yok edecekler. Eskiyi olduğu gibi korumanın fakirlik ve gerilik olduğunu düşünüyorlar. Hâlbuki böyle olsa; Londra, 2. Dünya Savaşı’nda en çok yara alan şehirlerden biri olmasına rağmen, 300 yıl önce ölen birini canlandırıp getirsen İstanbul’daki gibi şaşkınlık içerisinde gezmez, gayet rahatlıkla adres bulabilir. İstanbul’un ne kadar güzel bir şehir olduğunu anlamak için 60’larda çekilen Türk filmlerine bakmak lazım. Onlarda en çok Levent’in sırtlarına kadar gelinebiliyor. Orada ağaçların altında aşıklar küser ve barışır.

Etiketler

Bir yanıt yazın