Teğet Mimarlık tarafından tasarlanan Yapı Kredi Kültür Sanat binası, Galatasaray Meydanı’na açılan cephesiyle ziyaretçilerini selamlıyor.
İstiklal Caddesi, -geçmişindeki çöküş, ardından yükseliş dönemlerini de hesaba katarsak- 20. yüzyıl başından günümüze dek nitelikli yapıların dokuduğu, hâlâ ve yeniden içerik üretebilecek bir ‘kent parçası’. Uzunluğu iki kilometreyi bulan, yer yer eni 15 metreye dek daralan bu kanyon, içindeki binlerce insanın devinimiyle özgün bir mekan deneyimi sunuyor. Bu, dar cephelerine karşılık arka sokaklara uzanan bina derinliklerinin imkan verdiği, fakat üst katlara çıktıkça tenhalaşan, caddeyle bağı kopan ve dolayısıyla zemin kata hapsolan bir deneyim. Galatasaray Meydanı’nı tutan Yapı Kredi Kültür Sanat (YKKS), tam bu noktada önem kazanıyor. Tünel ve Taksim meydanları arasında kıvrılarak uzanan İstiklal Caddesi’nin dar kesiti bu yapının önüne gelince açılıyor; meydan binayı, bina meydanı kuruyor. YKKS, zemine hapsolan deneyimi, meydandan binaya aktarıyor; bir başka deyişle bina meydanın devamı haline geliyor. Yeni bir bina olmakla birlikte YKKS, Paul Schmitthenner’in 1958 yılında yaptığı tasarım yapısının bir nevi dönüşümü olarak nitelendirilebilir. Kütlesi, İstiklal Caddesi ve Ara Sokak’a bakan cephe düzeni, kat hizaları ile dikey taşıyıcıları aynen tutularak, meydana baktığı noktada binanın içi boşaltıldı. Bu boşluk; YKKS’nin sırasıyla kitabevi, müze, sergi salonu, performans salonu, kütüphane ve son olarak yayınevi işlevlerini rampalar dizisiyle birbirine bağlayarak kamusal bir hat, bir ara mekan oluşturuyor. Binanın kitabevi, sergiler ve salon arasındaki dolaşımı bir canlının iç yapısı gibi meydan tarafından izleyenler için sergilenebilirken, binaya tırmananlara çeşitli işlevler arasındaki seyahatinde İstiklal Caddesi ve Galatasaray Meydanı’nı farklı açı ve yüksekliklerden tecrübe etme fırsatı sunuyor. Bunlarla birlikte en can alıcı duraklardan birinde, YKKS koleksiyonundaki en önemli eser, İlhan Koman’ın Akdeniz heykeli yer alıyor. Heykel burada yapının olduğu kadar, meydanın ve kentin de bir parçası haline geliyor. Son olarak, korunan cepheler, orijinal yapının hatırasına bir saygı niteliğinde ve toplumsal belleğe hitap ediyor. Teğet Mimarlık kurucu ortakları Ertuğ Uçar ve Mehmet Kütükçüoğlu ile Yapı Kredi Kültür Sanat binasının proje ve yapım sürecini, müzelerin bulundukları yeri dönüştürücü özelliklerini konuştuk.*
Heval Zeliha Yüksel: Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi mimari projesi için bir yarışma açılmıştı. Ne zamandı ve projenizin, yarışmayı kazandığınız haliyle son uyguladığınız hali arasında çok fark oldu mu?
Mehmet Kütükçüoğlu: 2010 yazında çalışmıştık bu projeye, 2011 başında da sunuşunu yapmışız. Çok az fark var. Yarışmada yaptığımız tasarıma çok benziyor; fark da iyi yönde. Yarışma sunumunu, zemin kotunda bir banka şubesi içeren ve içermeyen haliyle iki seçenekli hazırlamamız istenmişti.
Evet, mavi renkli ATM, cephede bir hayli dikkat çekiyor. Bir hikayesi var mıdır?
M.K.: Aslında orada bir şube olacaktı, biz ilk çizdiğimizde içinde şube vardı.
Ertuğ Uçar: Hem de kitapevinin yerinde…
M.K.: Sonra doğru bir karar verdiler. Banka şubesini kaldırınca kitapevi rahatladı, asma katı saran bir müze yapabildik. Dolayısıyla tasarımın iyi yönde değiştiğini söyleyebilirim.
E.U.: Tabii, vazgeçmeselerdi eğer banka şubesi, yabancı bir fonksiyon olarak en önemli yerde, binanın girişinde duracaktı.
Sonra nasıl gelişti süreç?
M.K.: Sonra ruhsat tadilatı yaptık. Açıkçası banka şubesini onlar değiştirdi. Arka arkaya üç kere ruhsat projesi hazırlandı.
Kaldırılmasını siz talep etmediniz yani?
E.U.: Biz en başta çok ısrar etmiştik ama sonunda işveren dedi ki: “Biz caddede yer bulamıyoruz, bunu buraya koyacağız”. Biz de “Tamam” dedik. Sonra kendileri bir gün aralarında görüşüp kaldırmanın doğru olduğuna kanaat getirmiş olmalılar ki bizi aradılar ve şube projeden kalktı.
M.K.: Çok doğru bir karar oldu.
Beyoğlu’ndan bu sıralar insanlar kaçıyor. Malum sebeplerden ötürü. Mesela Mısır Apartmanı’ndaki birçok galeri Karaköy’e taşındı. House Cafe ve benzeri pek çok yer kapandı, belki bu binanın canlandırıcı veya dönüştürücü etkisi de olur, ne diyorsunuz bu konuda?
M.K.: Aslında dünyada başka böyle popüler caddeler de bazen köhneleşiyor. Eskiden, bizim caddenin iyi dönemleri diye hatırladığım zamanlar, kitapçıların ve sinemaların yer aldığı, arka sokaklarının da çok canlı olduğu zamanlardı; sınıflar üstü bir yerdi. Şu anda o karışım biraz azaldı; daha çok turist var, kitapçı yok, sinema yok. Sinemanın olmayışı sinemalarla ilgili konjonktürel bir durum belki ama eninde sonunda bir köhneleşme var. Ama cadde, Beyoğlu ve onun caddesi diyelim, sonuçta Türkiye için biricik örnek. 20. yüzyıl başında, bir önceki yüzyıldan mekanı da yerli yerinde bir halde kalabilmiş bir kent parçası olarak çok önemli. Bir karakteri var; sokaklarının, bulvarının, binalarının…
E.U.: Açılış gecesinde, Mısır Apartmanı’ndan giden galerilerden birinin sahibinin “Bilseydik biz de gitmezdik” dediğini aktardılar bize. Dolayısıyla bu binanın dönüştürücü etkisi herhalde olacaktır.
Bir çeşit miras mı?
M.K.: Evet, Türkiye’de böyle bir kent parçası şeklinde bir şey kalmadı, Anadolu’da üç beş şehirde birkaç tane böyle yer vardır.
Anadolu yakasında Bağdat Caddesi var…
M.K.: Ama orası darmadağın oldu şimdi.
E.U.: İstiklal Caddesi’ndeki dönüşüm birkaç istisnayı saymazsan, tabela dönüşümü… Yani fiziksel olarak daha kötü hale geldiğini söyleyemeyiz. Doku, dar sokaklar, açılar, tarihi binalar duruyor.
M.K.: Sonuçta bu mekan var, o yüzden cadde hiçbir zaman ölmez; köhneleşir ama mutlaka yeniden yükseldiği bir zaman gelecektir. Şimdi burada bunu tetikleyen şeyler olacaktır. Bence, bankaların ısrarıyla yapılan kültür sanat programları etkili olabilir. Aslında bankalar kültür sanat üreticisi değiller fakat nispeten daha kurumsal ve sağlam yapılara sahip oldukları için buraya bu çiviyi çakabilirler. Ama esas mesele ondan sonra ne olacağı. Mesela, sanat üretiminin tekrar bu civarda yoğunlaşması, daha yan konuların başlaması için sinerji oluşturacak ama esas mesele öteki çağrıştırdığı şeyler diye düşünüyorum ben.
Kesinlikle. Peki binada fonksiyonel açıdan neler değişti, eski ve yeni hali arasında?
E.U.: İçinde çok bir şey değişmedi. Aslında eski ile bugünkünün büyüklüğü hemen hemen aynı, ufak farklar olabilir. Mekanların büyüklüğünün yanı sıra fonksiyonları da hemen hemen aynı. Vedat Nedim Tör Müzesi, kütüphane, galeri, yayınevi, kitabevi… Önemli bir yeni ek, 120 kişilik çok amaçlı salon. Eskiden hatırlarsanız; yapı bir adayı kaplıyordu. Bugün yanında Zara’nın olduğu bina ile beraber iki bina Yapı Kredi’ydi; aynı taş kaplamayla çepeçevre adayı dönüyordu. Ve galeri, yani kültür sanat programı, onun zemin katına yayılmıştı, aradan girilen bir banka şubesi vardı, zemini biraz daha fazlaydı ama yükseklik olarak herhalde binanın yarısını kaplıyordu. Yanlış hatırlamıyorsam dördüncü kata kadar uzanıyordu, yukarı tırmanıyorduk, en sonda da yayınevi vardı. Belki hikayesi o kadar önemli değil ama kısaca anlatırsam Mısır Apartmanı tarafında kalan binayı ayırdılar. Yarışmada bizden istenen, aynı fonksiyonları, bu kez köşedeki bugün bulunan yapıya paketlememizdi, böylece yeni durumda büyüklükleri hemen hemen aynı kaldı.
M.K.: Şu an köşedeki yapı, aslında bu binanın 1958’de ilk orijinal yapıldığı zamandaki yer. Paul Schmitthenner diye Alman bir mimar tarafından yapılmış. Sonra ’90’larda öteki bina alınmış ve aynı tasarım oraya uzatılmış. Yani Paul Schmitthenner’ın bina cüssesi geri gelmiş oldu ve onun arkatlarını –eskiden o bina arkatlıymış– yeniden restore ettik. Hem meydana hem caddeye arkatı geri vermiş olduk. Önemli bir konu da binaya ihtiyacı olan teknolojiyi getirmek. Yangın tesisatından havalandırmasına, nem kontrolünden güvenliğine kadar yetersizdi. Bu anlamda binayı iyi paketledik diye düşünüyorum.
E.U.: Bir de yeni durumda Yapı Kredi Kültür Sanat meydana bakan bir bina oluyor. Kütlenin diğer binayla arasına aldığı ciddi bir servis bandı var. Meydandan baktığınızda binanın içi boşaltılmış gibi. Atrium ve loca boşluklarını izlerken arkadaki ciddi programı ve onu besleyen servisleri fark etmiyorsunuz. O paketlemenin sıkıntıları var ama çok sevdiğim sonuçları da oluyor. İşlevler birbirine geçiyor, kenetleniyor ve aralarında katmanlı ilişkiler doğuyor. Mesela müze, kitabevi asma katını sarıyor; müzede gezerken kitabevini, portikoyu ve arkasından caddeyi seyrediyorsunuz.
Yani geçişli mi?
E.U.: Evet. Mesela sergi salonunun içinde sadece ortadaki kendine ait boşluğu değil, iki katı birleştiren bir sürü ilişki var: Salondan Akdeniz heykelini başka bir açıdan görmek mümkün; atrium ve meydanı da. Locanın iç cephesi var; locadan kütüphane katlarını, kütüphane katlarından da sırayla loca, atrium ve caddeyi izliyorsunuz. Bunları sıkışıklığın doğurduğu bir mecburiyet gibi değil, birbirine arkadaş işlevleri sıkıştırma fikri, kurgusu olarak düşünebilirsiniz.
Bu detay çok önemli, biraz daha bu detayın üzerinden gidelim.
E.U.: Yapıda çok değişik iç mekanlar var. Şu ilginç mesela: İstiklal Caddesi’nde de gezseniz, hatta Türkiye’de başka yerlerde de gezseniz mekanlar birbirine benziyor. Buradaki mekanların ise tipleri biraz değişik, böyle pek alışık olmadığın bir müze, U şeklinde, ortasına kitaplık almış. Kitaplık da zaten kütüphane gibi, etrafına müzeyi almış. Galeri de öyle, ortasında delik var. Loca, kendi iç cephesine sahip, ki bu iç cephe aslında dış cephenin içeri taşınmış hali.
M.K.: Burada Ertuğ’un söylediği şeye ben, ‘micro cosmos’ diyorum çünkü içine girilince basık, uzun hacimli, dar bir yığın mekan tipi, iç içe geçmiş şekilde, üst üste, alt alta, yan yana birbirleriyle mantıklı kurgularla birleşiyor. Bunların bazıları örüntü olarak da farklılar. Bir tanesini taş ele geçiriyor, diğerini ahşap; bir tanesi bembeyaz, diğeri simsiyah…
Nasıl seçtiniz? Bir izlek var mıydı?
M.K.: Çok var, biz bütün sunuşların başına, sunuş kadar nelerden etkilendiğimizi de koyuyoruz. Bu mekanların bizde çağrıştırdığı mekanlar var. Mesela bu tektonik seçimler ya da malzeme seçimleri kesinlikle rastgele değil. Bir kere çağrışımları var; mesela, kitapçı. Aynı zamanda o eski kadim kütüphaneler gibi bir kitapçı. Hatta o yüzden bazı insanlar oraya kitapçı değil de kü- tüphane diyorlar. Eski kütüphanelerin yerden yükselen ahşap duvarları vardır, burası da öyle. Loca mesela, çok amaçlı salon, aslında hem doğuda hem batıda şehir meydanlarına yukarıdan bakan büyük teras balkonları anımsatıyor. O aslında dış mekanın parçası. Bizim burada çalıştığımız insanlarla paylaştığımız bir dünya külliyatı var, ona bir şeyler ekliyoruz, çıkarıyoruz. Zaten bir mekan hayal edince, yavaş yavaş üç beş proje yapınca da insanın aklına geliyor “Bak bu, buna benziyor, şöyle bir çağrışım yapıyor” diyorsun. Böyle uzaydan inme, hiç kimsenin görmediği bir şey yaptık şeklinde bir iddiamız olmadığı gibi, tam tersine o külliyatın içinde kafamıza yer etmiş belli bazı şeylere bağlanmak önemli.
Mesela, spesifik bir nokta var mıydı?
M.K.: Şu fikir vardı: Meydanın binanın içine girmesi. Bu biraz özet bir fikir. Ondan sonra, bu meydanlara bakan localar… Hafif benzerlikler bulduğumuz, Moneo’nun bir meydana bakan belediye yapısı vardı.
Meşhur Akdeniz heykeli konusunu sormak istiyorum. Heykelin içeride oluşuna dair neler söylemek istersiniz?
E.U.: Biz heykelin hikayesiyle ilgili bir yazı hazırlamaya çalışıyoruz Yapı Kredi için. Çünkü yedi, sekiz senedir heykelle çok ilgiliydik. Haliyle hikayesinin de peşine düştük. Özetleyeyim isterseniz. Akdeniz heykelini, Halk Sigorta ısmarlıyor İlhan Koman’a. Ama aslında bu heykel, maket olarak elinde. Tabii zihninde varmış galiba sanatçının, yani Halk Sigorta ısmarladıktan sonra onu oluşturmuyor, İsveç’te bir sigorta şirketi için zaten bu maketi hazırlamış. Hatta belki adı Akdeniz bile değil, tamamen başka bir yer için hayal ediyor, İsveç’te bir şehir için tasarlıyor ama o gerçekleşmiyor. İlhan Koman’ın ilk eşi, anılarında “Ahmet (Koman) onu (İlhan Koman’ı) ikna etti ve o maketi aldı geldi İstanbul’a” diyor. İlhan Koman’ın bu tasarısı var aklında ve bunu gerçekleştirmek istiyor. Yani şunu diyeceğim: Hayat beklenmedik şeylerle dolu, neye niyet neye kısmet. Belki de 10-15 seneyi almış bunu gerçekleştirmesi. Dolayısıyla bugün Akdeniz’i, Yapı Kredi Kültür Sanat’ın üçüncü katına, meydana bakar şekilde koyduk ama belki 10 sene sonra başka bir yere gidecek. Yani bir daha bu binadan çıkmayacak diye düşünmemek lazım. Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi’nin envanterinde yer alan bir sanat eseri bu; bugün de kamuya açık binasında sergileniyor.
O zaman meydana sergi için koydular diye hatırlıyorum hatta, “Hep burada dursa keşke” diye konuşmuştuk…
E.U.: Evet, İlhan Koman sergisi için gelmişti. Çok önemli bir heykel. İstanbul’un en çok bilinen heykellerinden…
M.K.: Evet öyle, ben şimdiki konumunun da o görünürlüğünü artıracağını düşünüyorum. Sonuçta kimilerinin hoşuna gitmeyebilir buradaki konumu, ama bazılarının gidebilir. Mesela “Heykel burada olmamalıydı, şurada olmalıydı, başka alternatif bir konum belirlensin” konuşmalarını hayal edelim. Eminim bu tartışmada, bu yerle yeni önerilecek yer arasında bakış açısı- na göre avantajlar, dezavantajlar; güzellikler, çirkinlikler kıyası olacaktır. Hiçbir zaman şöyle dememeli gibi geliyor bana: “Böyle bir sanat eseri için doğru yer budur, doğrusu budur, yanlışı budur.” Mimarlık için de böyle bir tavrımız yok, doğrusu budur yanlışı budur demiyoruz. Şimdi dersek ki “Cam ve arkasındaki mekan aslında şehrin mekanı”, bir kere ısıtıp soğutmuyoruz, burası şehir havasını soluyor, hatta yukarıdan yağmur yağıyor, şehir havası var, bu bir yorum. Mesela bir portikoyu bina mekanı mı yoksa şehir mekanı olarak mı görürüz? Aslında ikisinin arasında daha çok şehre yakın görebiliriz. İşte burası da öyle bir yer. Burası da yukarı doğru tırmanan bir şehir mekanı, yani dolayısıyla bizim yorumumuz o. Zaten insanların bu yapıya bakınca akıllarından geçen fikir de o, bu yüzden hoşlarına gidiyor. Burada bir anekdot anlatayım: Ahmet Koman ile ‘Acaba üçüncü kat var mı?’ diye bakıyorduk ama sonra anladık ki bu binada üçüncü kat, ikinci kat diye ayrım aslında görmüyoruz. Şehir çıkıyor arkasından. O yorumla birlikte Akdeniz heykelinin şimdiki konumuna yerleşmesi arasında sıkı bir ilişki var. Şöyle olabilirdi; hiçbir yorumu olmayan bir yere koyuyorsun ve hiçbir şeye ilham vermiyor bu yerleştirme! Ama ben, şu anki haliyle belli birtakım hisleri canlandırdığını ve ilham verdiğini düşünüyorum.
E.U.: Tabii, heykeli oradan alınca binaya bir şey olmuyor…
Benim gözlemlediğim kadarıyla, o heykel orada çok önem arz edecek, öyle anılacak ama bina da bir heykel gibi olmuş. Orada iki heykel var şu anda, heykel içinde heykel var gibi.
M.K.: En azından şu hoş değil mi? İnsanların sevdikleri bir heykel var ve bir binaya yerleşiyor, onunla ilgili yorumlar yapıyorlar, “Güzel oldu ben beğendim”, “Bunu kapattılar, olmadı” ya da “Bu hoş bir şey”. Bir insanın bunu sahiplenmesi, onu sahiplenince arkasındaki mekanı da sahiplenmesi, üzerinde konuşması, yorum yapması… Şehir mekanı böyle bir şey aslında. Yani herkesin her şeye bayıldığı bir yer değil. Aslında bir dolu çelişkiyi içinde barındırabildiği için güzel zaten.
Peki yapıya geri dönecek olursak planlanan vakitte bitti mi?
E.U.: İnşaat yapmak için çok zor bir yer, araç giremiyor, çıkamıyor. Bir de Yapı Kredi Kültür Sanat inşaatını yıkıp yapma olarak göremeyiz. Bu koruma temelli bir iş. Bir önceki yapının strüktürü, cadde ve ara sokak cepheleri, gabarisi, kütlesi, kat hizaları aynen korunuyor. Dolayısıyla bu da ayrı bir zorluk getiriyor uygulamaya. İstiklal Caddesi’nde önceki yapıyı hatırlıyorsundur, sayısız pencereyle bezeli uzun bir cepheydi; her tarafı o pencereyle gridal bir şekilde kaplanmış, ara sokak cephesi de onunla kaplı. Biz Schmittenner yapısını İstiklal Caddesi’nin o modernist-rasyonalist mimari tarafından bir yorumu gibi görüyoruz. İstiklal’deki binaların da her cephesinin her tarafı pencerelerle delinmiş. Gelişigüzel de olmuyor, ritmik pencereler diyarı burası. 1958’den beri, şehrin ve sonuçta herkesin aklında, şehrin hafızasında yer etmiş bir binaydı bir önceki bina. İstiklal’in yegane çift, hatta üç cepheli binası. Burada 200 metreden itibaren binanın cephesi meydana açılıyor. Biz de onu bir yandan korumayı bir yandan da yeni bir fonksiyonla doldurmayı ve en önemlisi de meydanla irtibat içinde, meydanı meydan yapan ve meydan tarafından yapılan bir bina olarak düşündük. Bugün bakarsanız pencerelerle delinmiş doğu batı cepheleri aynen duruyor, meydana bakan yüzüyse açılmış.
Peki her şeyin değişip dönüştüğü bir dönemden geçiyoruz. Sizce 10 sene sonra bu yapının hali ne olabilir?
M.K.: Birkaç açıdan ele alınabilir sürdürülebilirlik. Mesela biraz önce Ertuğ Uçar’ın bahsettiği şey önemli bence. Bir binanın sürdürülebilir olması için kendini de sürdürüyor olması güzel olurdu. Şimdi bu binada şöyle bir durum var; mesela bazıları bakıp “Bu bina sert, bu bina Anıtkabir’e benziyor. Kolonlar, pencereler onu çağrıştırıyor'”diyor. Çok doğal bir çağrışım, çünkü altyapısında bir Alman neo rasyonalist bina var ve onunla hesaplaşan bir yapı olduğu için ruhunu da taşıyor. Şimdi herhangi bir bina olsa sürdürülmesi çok kolay olmazdı zaten. Ama böyle bir fırsatı değerlendiren bir yapı zaten.
E.U.: Şunu da ekleyebiliriz, bina her ne kadar taştan bir heykel gibi dursa da kullanım açısından çok esnek. Sürdürülebilirlik açısından binanın esnekliği çok önemli. Biz şöyle düşünüyoruz; bu kat sergi salonu, burası vitrin, burası müze olarak düşünüldü ama her an tek bir sergi ya da etkinlik, bu katları birleştiren loca, atrium ve portiko mekanlarıyla her yere yayılabilir, işlevler kayabilir.
M.K.: Meydanla kurduğu diyaloğun da binanın hayatına etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Bulunduğu konumla sıkı irtibat içinde, onu besleyen, ondan beslenen bir yapı belirli dönemlerde değişikliklere uğrasa da hayatını sürdürür.
Aslında bankaların sanatı destekler hali ve onun bir tarafından kendilerini de oraya eklemlendirme halleri var günümüzde. Mesela, Garanti Bankası gibi ve bu örnekte Yapı Kredi Bankası…
M.K.: Şöyle düşünenler var: “Bankalar ve kapitalist kurumlar sanatı sahipleniyor, bu hoş bir şey değil.” Bunu eleştirebilirsiniz tabii. Ama bir yandan da bu kurumların kültür sanatı bir ucundan tutup ısrarla sahiplenmesi önemli. Yoksa bütün kurumları, kapitalist düzeni bir kenara itersek bir şey kalmıyor. Tartışmayı daha iyi bir noktaya getirelim ama silemeyiz. Zaten mimarlık tamamen kontamine bir meslek, alıp alabileceğiniz en pahalı obje bina…
8 yorum
Hocam harika üslubunuzla , muhteşem bir yazı olmuş. Ellerinize sağlık . “Bir ara bütün Kayseri’yi kaplayacaklar zannettik. Neyse ki o şekilde olmadı.” kısmına bayıldım :)))))))))))))
Elinize sağlık hocam. İzninizle birkaç küçük ekleme yapmak istiyorum. Bölgede cepheleri kaplanan yapıların birçoğu yapıldıkları dönem itibariyle kullanım ömrünü tamamlamış, beton kalitesi, yapım teknikleri gibi konularda oldukça zayıf yapılardan oluşmaktadır. Kaplanan malzemenin özelliği nedeniyle, bu yapılarda oluşabilecek herhangi bir deformasyonun dışarıdan anlaşılması oldukça güçleşmiştir. Herhangi bir deprem durumunda tehlike arz eden bir durum oluşmuştur….
Yerel yönetimin tutumu bana Alice harikalar ülkesindeki kupa kraliçesini hatırlattı. Kraliçe kırmızı gül sevdiği için tüm beyaz güller kırmızıya boyanıyordu.
Soruna biçimsel olarak yaklaşıldığı sürece üretilen çözümler de yapay kalacaktır. Doğada yürüyüşe çıktığınızda gözlemlediğiniz bir koruluğun veya dalış yaptığınızda karşınıza çıkan balık kümelerinin biçimlerinin estetik gelmeme ihtimali var mıdır? Doğallıktan uzak, varoluşsal neden barındırmayan her kavram yapay veya çirkin gelir. Bu noktada belki de yerel yönetimlerin kısa vadeli bir çözüm girişimi olan ürüne dönüşmüş süreçlere müdahale etmekten çok, tasarım süreçlerinde yapıların nic(t)eliğini vurgulayacağı birtakım önlemler alması gerekiyor. Bu şekilde elde edilecek çıktılar ile , bugün değil ama birkaç nesil sonra karşılaşacağımız kentsel dokuların düzeltilmeye ihtiyacı kalmayacaktır.
bana öyle geliyor ki; bir ara bizi de ‘kapladılar’ 🙂 teşekkürler…
Frank Gehry’nin günümüz mimarlığı için söylediği ;
“Let me tell you one thing. In this world we are living in, 98 percent of everything that is built and designed today is pure shit. There’s no sense of design, no respect for humanity or for anything else. They are damn buildings and that’s it. ”
cümlesinin tipik yansımaları. Frank Gehry’nin kendi yapıları, yere özgü olup olmadığı tartışılır belki ama günümüz için söylediklerine, “tasarım” noktasından bakan her meslek profesyoneli hak verir.
70’lerde, 80’lerde ve 90’larda yapılan “mimarlık”lar ile bugün arasında büyük farklar var.
Sorunun temelinde plan notlarının, yönetmeliklerin ya da yerel yönetimlerin olduğunu düşünmüyorum. Mesele bu noktada tıkanıyor. Yerel yönetim önüne gelen projeyi onaylıyor. Yapıyı çizen(kesinlikle tasarlayan değil) mimar, onaylayan mimar. Bu onay sürecinin kontrolsüzlüğü en büyük problem. Kontrol edilmeli minvalinde söylenen tüm sözler de bir duvara çarpıyor. “Mimarın tasarlama özgürlüğü” duvarına.
Tasarım yapma özgürlüğünü, cephe rengini ve malzemesini belirlemek zanneden mimarlarımız var. Ders vermek niyetinde değilim ancak sorunun temelinde yatan şey belli.
Sorun yapının tasarlanmaması. Planı birisi çiziyor, cepheyi başka birisi, müteahhit beğenmiyor, bu değil! diyor, sonra plan revizyonu, cephe revizyonu….. Tasarım? Tasarım kriteri? Yerellik? Nerede bunlar?
“Paftaların kenarına Kuzey okunu koymayı unutanlar var.” Bu cümle, konunun ne kadar problemli olduğunu özetliyor.
Kuzey yapıya göre hangi yönde kalıyor, yapının güneş ile kurduğu ilişki nasıl kimse bilmiyor. Kuzey, yalnızca pafta kenarına konulması gereken bir ok. Daha fazlası değil. Onu da unutuyorlar. Yapıyı tasarlarken, güneşi unutuyorlar.
Tasarlama sürecinin mimarın mahremi olması durumu keskin sınırları olan bir konu. Ancak bir tasarımın hassasiyeti yalnızca “rant” ve “ekonomi” olabilir mi? Yalnızca “yönetmelik”, bir tasarımın çerçevesini oluşturabilir mi?
Şu cümle çok önemli ve problemi ortaya koyuyor.
“Basitleştirmenin olanaksızlığını yeterince anlamayan / anlamazdan gelen yerel yönetimler, köklü bir soruna yüzeysel çözümler üreterek genel kullanıcıdan kentin zenginliğini esirger duruma düşebilirler. Bu gibi derin kimlik sorunları, kent ile ilgili plan kararları alınırken; kişilere, parsellere, ranta, taleplere ve emsallere göre hareket edilerek münferit ve kentin bütününü etkileyecek inisiyatiflerde bulunmadan, geniş katılımlı komisyonlarca ve gerektiğinde uzun süreli kararsızlıklara tolerans göstererek çözüme ulaştırılmalıdır”
Kentlerin bugün kimliksiz olması, “İstanbul”laştırılma çabası elbette birinci derecede mimarların suçu. İkinci sırada ise bu işin kontrolü olması gereken yerel yönetimler var. Çünkü tasarımın, en azından tasarıma ait hassasiyetlerin, kriterlerin ne olduğunun kontrol edilmesi, makul ve mantıklı bir zemine oturması gerek. Yapı inşaat ruhsatının bir haftada çıkması, bir mimarının kontrol ederek yapının inşa edilmesine izin vermesi mümkün olduğu müddetçe, kimliksiz ve kişiliksiz yapılar kentlerimizi “kaplama”ya devam edecek.
Ülkenin en büyük sorunu da aslında bu. Temelinde en alt kademede bir iş bile olsa, bir komisyon kurularak denetlenmesi gereken işler, bir kişinin sorumluluğuna bırakılıyor. Sonrası tasarlanmayan yapılar, diplomasi denilerek uzatılan saçmalıklar silsilesi, karaktersiz kentler, anlamsız kararlar….
Bu soruyu kendimize sormamız ve cevaplamamız gerekiyor. Bu soruyu yönetenlerin de kendilerine sorması gerekiyor.
Bir kişinin zevkine göre kentler şekillenebilir mi? Bir kişinin zevkine göre yapılar tasarlanabilir mi? Birisi bir yerde az katlı yapı istiyor, birisi düşey mimarlığa karşı, birisi yeşili artırmak istiyor diye bir kentin kaderi ile oynanabilir mi?
Herkesin içinden hayır dediğini duyuyorum. Dışımızdan söylemeye başladığımızda, cevap verildiğinde, belki bu cevap ile bir şeyler yeniden başlar.
Belki daha sağlam, belki daha sağlıklı, daha doğru, daha adil.
bilen birisi ‘estetik dokunuş’ nedir, lütfen Yeşim’e anlatsın. ben de öğrenmek istiyorum.
Alper Bey’e cevaben…
Yorumunuzun anafikrine katılmamam imkansız ancak bazı şeyleri derinleştirelim.
Bahsettiğiniz kötü mimarlıkları üreten mimarlar ya bilgi eksikliği ya da hassasiyet yoksunluğu nedeniyle bu üretimleri yapıyor. Ancak bilgisiz ya da yetisiz olmak onların suçu değil; bilgisiz ve yetisiz bu gergedenları okuldan mezun etmek, ve mezun olan herkese imza yetkisi vermek düpedüz aptallık.
Kentlerin bu halde olmasının ilk nedeni mimarlar değil, yönetimler. Sınırlar/esneklikler, politikalar kentlerin şekillenmesinde esas. Bin yıl önce de böyleydi. İkinci sırada ise bahsettiğim gibi gergedanlara diploma vermeye odaklanmış kurgu ve bu kurgunun ahmak aktörleri geliyor. Sağlık sektöründe doktorun, hukuk sisteminde avukatın ne kadar suçu varsa inşaat sektöründe de mimarın o kadar var.
Mehmet Kasap Hocam,
Estetik konusunda uzman değilim ancak şöyle düşünüyorum. Birileri Kayseri’deki herkesi güzelleştireceğiz diye ortaya çıksa ve herkese aynı saç traşını yapsa, tüm Kayserililer güzelleşmiş olur mu? Maalesef yapılan mevcut uygulamanın özeti budur. Sadece kirlendiği ya da cephe malzemesinin eskimesi nedeniyle böyle bir uygulama yapılmasını doğru bulmuyorum. Kaplanan yapıların proje müelliflerinden herhangi bir izin alınmadan yapılması meslek etiği açısından ne kadar doğrudur bu konuda tartışılır.