Prof.Dr. Sosyolog H. Neşe Özgen'le Türkiye'deki Suriyeliler'in durumunu ve kente olan etkilerini; sınır, dönüşüm ve mutenalaştırma izleği üzerinden konuştuk.
İstanbul’da yaşayan Suriyeli sığınmacılarla dayanışmanın gerekliliğine vurgu yapan Prof.Dr. Sosyolog H. Neşe Özgen, “Devletin savaşın sürmesini destekleyen politikası büyük yatırımları hedefliyor. Mekânın arsalaştırılmasını, yeni kentsel dönüşüm projeleri bekliyor; eğitim, sağlık satışı bekliyor. Adalet sisteminin satışını bekliyor, yeni cezaevleri, karakollar inşa edilecek. Yakında bazı özel üniversitelerin Suriyeli öğrencileri almaya başladığına şahit olabiliriz. Dolayısıyla buna karşı bir anti politika değil, bu politikaları boşa düşürecek bir politika üretmek gerekli.” dedi.
“Suriye’de üç yıldır devam eden savaş, üç milyondan fazla Suriyeli’nin yerinden edilmesine neden oldu. Suriyeliler Türkiye de dahil olmak üzere Ortadoğu’da birçok ülkesine dağıldılar. Arapça konuşulan ülkelerde en azından iletişim konusunda zorluk yaşamasalar da Türkiye’de ise savaşın eziciliğinin yanında toplumdan izole olmakla yüz yüzeler.” diyen Prof.Dr. Neşe Özgen ile Türkiye’deki Suriyeliler’in durumunu ve kente olan etkilerini; sınır, dönüşüm ve mutenalaştırma izleği üzerinden konuştuk.
Neşe Özgen: Yapılan çalışmalardan görebildiğim kadarıyla sınır 1928’de ilk kez çizilmiş olmasına rağmen aslında 1952’ye kadar neredeyse hiç, Propaganda filminde gösterilen gibi bir sınırlandırma mekanizması olmuyor. Yani sınır maddi değil. Çizgi ya da tecrit edici bir duvar ya da öldürücü bir mayın olmamasına rağmen yine de insanlar hangi ülkenin vatandaşı olduklarını biliyorlar. Geçmeleri gereken bir denetim yok. Buna rağmen insanlar karşıda bir devletin varlığının farkındaydı. Uzamın, mekânın, yerin birden bire devletleştirilmesi değil ama milletleştirilmesine dair bir şey… Bu ‘yurtluk’ kavramının 1940’lara kadar yoğun bir şekilde devam ettiğini görüyoruz. O sürede Beyrut ve Lübnan’ın yükselmesi ve bazı sınırların belirginleşmesi durumu daha denetimli bir hale getirmiş. 1948’de basit kapı denetimleri yapılıyormuş, fakat yeşil kuşak projesine ve Suriye düşman edilene kadar ne arazi mayınlanmış ne de tel örgü çekilmiş. Tel örgü çekilmesine 1952’de başlanmış.
Sıralı direkler arası tek tel. Yine de bir engelleme. Göz alabildiğine uzanan bir arazinin yavaş yavaş da olsa sizden uzaklaştığını, arazinin gerilediğini görürsünüz önünüze bir engel konulduğunda. Özellikle şehirlerde bilişsel haritalar üzerine çalışan şehirciler, politik coğrafyacılar çok iyi işler yapıyorlar. Şehirde bizi neyin engellediğini ve kıstırılmışlık duygusunu neyin yarattığını anlamaya çalışıyorlar. Meydanlara, anıtsal yapılara bu şekilde yaklaştılar. Onlar sınırla bir mekânın uzaklaştığını, gerilediğini iddia ediyorlar. Ferahlık duygusunun yitip, kapanma duygusunun geldiğini söylüyorlar. Kapanma duygusunu yaratan teller, çok ince şeyler olmalarına rağmen mekanı bir tür sahiplenilmiş arazi haline geliyor.
1952 ile beraber malın geçişine bağlı olarak sınırın bir üretim hanesi gibi kullanılması söz konusu. Tıpkı işlenen toprak gibi, imalat sanayi gibi, sınırın kendisi de üretim yapmak ve zenginleşmek için kullanılıyor. Ama tabi ki eski eşitsizlikleri belirginleştiren ve yeni eşitsizlikler ekleyen bir sınır. Malı ısmarlayan tüccarlar, yöredeki feodal beyleri, ağalar ya da güçlü aşiret reislerinin koruma ve desteğiyle, sınırı aşmaya ve mal getirmeye kalkıştılar ve bunlar 70’lerden sonra bölgenin milletvekilleri olmuşlar. Böylece aslında sınırın informalitesi ve illegalitesi böylece desteklenen bir gümrük ticaretine dönüştü. Sonuç olarak şunu görüyoruz; ne zaman sınır sertleştiyse, kaçakçılık da o oranda organize ve daha büyük hale gelmeye başlamış. Daha önce daha münferit, sadece sınırdaki asker ve komutanlara rüşvet vererek yapılan kaçakçılık; teller arttıkça, mayınlar dizildikçe daha çok para gerektiren, organize bir suç örgütü gerektiren bir hâl almaya başlıyor.
2011’den itibaren yaşanana gelecek olursak, 2012 Eylül’de Türkiye mülteci kampı olarak nitelendirdiği kurulu bütün alanlardaki hâkimiyetini kaybetti. Savaşın Türkiye’ye ilk zararı toprak kaybıdır. Türkiye sınır ve egemenlik alanını mülteci kamplarının gerisine çekti. Dolayısıyla Reyhanlı’daki patlamaya Türkiye’de halk sessiz kaldı. Kendi sınırlarının dışında bir patlama olduğunu ve devletin oraları sınır dışı ettiğini zaten kabullenmişti. O patlamadan herhangi bir sonucun çıkmayacağını insanlar zaten biliyorlardı…
BM’ye açılmadan önce dahi kamplarda görebildiğimiz, uzun yıllar sonra Türkiye’de mültecilik hem sınıfsallaşmış, hem de etnikleşmiştir. Bunun devlet eliyle yapıldığını ilk kez görüyoruz. Bir kere bir mezhep ayrımı ile geliyorlar. Devletin kabul ettiği bir makbuliyet ile gelmeniz bu kamplara kabul almanız için önkoşul. Devletin kabul etmediği mülteci grubu Kürtler, Şiiler ve tabii yoksullar ve kendi variyetlerini taşıyamadan gelmiş olanlar; yani büyük bir şiddetle gelmiş ve her şeylerini kaybetmiş olanlar. Bu tip bir mülteci kategorizasyonu çok ciddi bir suçtur. TC doğudan gelenleri, 1948’deki Cemiyeti Akvam’ın kanunlarını kabul ederek içselleştiriyor. Bu şekilde doğudan gelen mülteciler ile batıdan gelen mülteciler arasında bir fark gözetirdi. Hatta bunu 1989 Bulgaristan göçünde belirgin bir biçimde bozmuştu. Irka bağlı bir kabul işlemine başlamıştı. Şimdi ise bütünüyle aynı ülkeden gelen mülteci grubunu etnikleşmiş, sınıfsallaşmış ve mezhepleştirmiştir; damgalamıştır.
En korunaklı semtlerde bile aile görünümlüler, dilenmeye başladılar. Şu an erkekler dileniyor. Yakında çocuklar dilenmeye başlayacaklar tek tek, yakında satılmaya da başlayacaklardır, belki de satılıyorlardır.
Özellikle büyük delikli elekten düşen; fahişeler, yoksullar, mülteciler, uyuşturucu kullandırılan çocuklar; tüm bunlar, şehrin merkezinde olmak için mutlaka bir illegaliteye dayandırılmak zorundadır. Kentin merkezinde yoksulları görüyorsan mutlaka arkalarında bir illegalite vardır; zaten bu kriminalize edici bir şeydir. Bir kere mafyanın elindeyseler; ki öyle olduklarını düşünüyoruz, bu illegal gruplar için feda edilecek, satılacak ve alınacak birer malzemeler. Şayet kendi aralarında örgütlenmeyi başaramazlarsa- ki başaramayacaklar da çünkü daha gelirken mezhepleştirildikleri, sınıfsallaştırıldıkları ve etkinleştirildikleri için kendi içlerinde kırılmalar başladı- illegalitenin ötesine geçemeyecekler.
Çok ağırlaşacak. Kızgınlık şehrin orta sınıf ve elit, merkezde yaşayan tabakalarında görülüyor. Özellikle şehrin ana ticaret ya da gezi ağları, panayır haline getirilmiş olan yerleri; örneğin İstiklal Caddesi gibi ortak alanın olduğu yerler, şehrin marka yerleri yapılarak turistin ilgisi çekilmiş… Ancak aynı zamanda şehir insanının da yoğun olarak yaşadığı bu gibi alanlarda orta kategori Suriyeli turistlerin bile olması çok tepki çekiyor. Bir kere Türkiye’nin alışık olduğundan çok daha düşük bir turist grubu, çok daha az para harcıyorlar ve daha kirletici oldukları düşünülüyor. Şimdiye kadar geliştirilmiş olan, Cumhuriyet’in geliştirmiş olduğu Arap düşmanlığını da kendi üzerlerine çekebilecek davranış kalıbına sahipler.
Bu içkinin krimizanlize edilmesiyle de ilgili, alandan da, mekândan da sürülüyor olma durumu bu. Bu tür parlak giysilendirilmenin aynı zamanda yeni dönem Osmanlıcılığının da etkilerinden biri olduğunu görebiliyoruz. Aşırılığın, mesela ucuz taşın ancak onun bol miktarda kullanılmasının, parıltının ancak gerçek olmayan bir parıltının yaygınlaştırıldığı bir dönemdeyiz. Şehrin içinde çok da giyilmeye uygun olmayan kıyafetler bunlar. Kusturacak kadar çok parıltının kullanılması sürekli olarak bir şeyin üzerinin kapatılması hissini veriyor.
Uzamlaştırma meselesini konuşmalıyız. İstanbul giderek taasubi hale geliyor. Kendisi taasuplaşıyor, son 15 yıldır. Bu hem neoliberalizmin saldırısı hem de liberalizmin sosyal demokrat izlerini silmeye yönelik bir saldırı. Neoliberalizm bunu da bireycileştirmeyle yaptı. Özgürlükçü gruplar çok küçük alanlara sıkışmaya başladılar. Bu alanları genişletmemiz gerekiyor; hem özgürlüğü hem de özgürce yaşanan alanları… Biz bu alanları genişletmeli Suriyelilerle buluşmalıyız. Zihinsel coğrafyamızın gitgide içine kapanan bir hâl aldığını düşünüyorum. Yerellik bir özellik kullanılacak ise bu çok kolay olmayacak gibi görünüyor. Birbirleriyle etkileşimde olan gruplar olmayacak. Bu anlamda bunun önüne geçmek gerekiyor. Bunun önüne geçmek için de bir kere çok dil öğrenmek lazım. Bir Suriyeliyle içten bir sohbet edemeyiz. Vücut dillerimiz konusunda da bir çalışma gerektiğini düşünüyorum. Tüm bunları sağlamak için sanattan, müzikten ve kültürden çokça yararlanmalıyız.
İnsan yalnızken yemek alışkanlıklarına, kokuya, sese, dinsel inanca sığınır. Bir arada olabilme alanlarını keşfetmek gerekli. İnsan temasını başlatan şeyler bunlar ve büyük büyük devletlerin mülteci politikalarından da yardımlarından da çok daha önemli.
Yeni boşluklar yaratmak lazım, tersine bir politika değil, devletin politikasını boşa çıkartacak uygulamalara imza atmak lazım. Gerçek anlamda bir hak talebi yaratmak lazım. Hak savunusu değil bir hak talebi yaratılmalı. 15, 16, 17 yaşında kim varsa yaşı gelen elinden tutup üniversiteye, liseye nereye gidecekse yazdıralım. Belediyelere başvurularını yapsınlar. Suriye’de profesör yok muydu? Sanatçı yok muydu? Doktor yok muydu? Biz bunların hiç birini görmüyoruz. Arkalarında duralım… Ancak bu şekilde onları metalaştıran ve anlamsızlaştıran mafyöz oluşumun faaliyeti boşa çıkarılabilir. Devletin savaşın sürmesini destekleyen politikası büyük yatırımları hedefliyor. Mekânın arsalaştırılmasını yeni kentsel dönüşüm projeleri bekliyor; eğitim, sağlık satışı bekliyor. Adalet sisteminin satışını bekliyor, yeni cezaevleri, karakollar inşa edilecek. Yakında bazı özel üniversitelerin Suriyeli öğrencileri almaya başladığına şahit olabiliriz. Dolayısıyla buna karşı bir anti politika değil, bu politikaları boşa düşürecek bir politika üretmek gerekli.
Sadece savaş alanlarının değil. Türkiye, neoliberalizme geçti geçmesine ama arazinin, arsalaştırılması ve arsanın, rantlaştırılması gibi mekanın üç değişik halini izleyeceğimiz mutenalaştırma işini tam tamamlamadı. Arjantin ve İngiltere bunu 1980’li yıllarda tamamladı. sürecini sanın, keza Almanya ve ABD bitirdi. Özal ile başlayan bu sürecin tamamlanması AKP’ye nasip oldu. Mutenalaştırma sadece şehrin merkezinden yoksulların uzaklaştırılması olarak okunmamalı. Fikirtepe örneğiyle yeni bir boyuta taşındı ve biz Fikirtepe’de yeni bir şey gördük.
Sonuç olarak biz Fikirtepe’de yeni bir şey gördük. TOKİ’nin kullanılmayan arazileri imara açmak için koç başı olarak kullanıldığını çok kez gördük ama müteahhit sisteminin global müteahhitlik sistemiyle nasıl entegre olduğunu Fikirtepe’de gördük. Öncelikle, ilçe belediyeleri hemen etkisiz hale getirildi. 100 binlik planlara uygun olan 25 binlik planların yapılması yetkisi el değiştirdi ve tamamen merkezileşti. Sorumluluk alanlarından, mülke karşı sorumluluk alanlarından devleti, sivil toplum kuruluşlarını ve baskı unsurlarını temizlediler. Bu sayede sadece yoksullar değil orta sınıf da yaşadığı alandan söküldü. Sadece yoksullar değil orta sınıf da 10 yıl sonra çocuğunu Suriyeli bir mülteci ile Tarlabaşı’nda yan yana bulabilir. 1929 yılından bu yana ilk kez biz, kendimizden sonraki kuşağa “Bizden kötü yaşayacaksınız” diyoruz.
*İlk resim http://kurdishstudiesnetwork.wordpress.com/ adresinden alınmıştır.