Levent Şentürk, 1974 doğumlu, mimar ve yazar. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü'nde öğretim üyesi. Ben ise kendisiyle, Ayten Alkan'ın derlediği Cins Cins Mekan'daki "Eril Kent"i ile tanıştım ve merak ettim...
Merak ettiklerimi kendisine yönelttim, Levent de tüm sorularımı en içten ve samimi şekilde yanıtladı…
Levent Şentürk: Esasında doğrudan doğruya Türkiye temelinde değildi benim ilgimi şekillendiren ilk etken. Doğrusunu söylemek gerekirse, bir feminizm bayraktarlığı ile işe giriştiğimi söylemem güç. Tespitinizde haklısınız ve elbette alanın kadın bilimciler tarafından öncelikli olarak ele alınması olağan; sorunun asli sahiplerinin kadın olmasından doğal bir şey olamazdı. Erkeklerin bu konudaki horgörülerinin, hafifsemelerinin, haddi hesabı yok.
Benim cinsiyet, cinsellik ve bunun mimarlıkla olan ilişkisi üzerinde düşünmeye başlamam, doktora sürecime denk geliyor ve bundan yalnızca beş-altı yıl kadar geriye gidiyor.
Bundan önce şu ya da bu biçimde, özellikle de erilliğin hezimetleri üzerine düşünüp yazdığım olmuştu ama akademik anlamda literatürü keşfetmem ve bu yönde kazı yapmaya başlamam doktora tezimin bağlamıyla belirlendi diyebilirim…
Epeyce de dolaylı bir noktadan oldu bu… Tezimde Le Corbusier’nin “Modulor” adlı evrenselci mimari ölçeğini inceliyordum. Metni Fransızca bilmediğim için aslından değil, İngilizce çevirisinden okuyordum. Corbusier’nin iki ciltlik kitabı, yaklaşık altı yüz sayfa uzunluğunda. Ama daha ilk kitabın başlarından itibaren, cinsiyetli zamir kullanımının çok yoğun olduğunu fark ettim. Zaten fark etmemek de mümkün değil çünkü Jeanneret devamlı kendisinden, yani Le Corbusier’den bahsediyor…
Rahatsızlığımın nereden kaynaklandığını tam olarak ifade edemiyordum, belki de kitabı veya konumu sevmemiştim, bunun da payı olabilirdi. Her şekilde, ortada bir sorun olduğunu sezinliyordum. kendinden, modern mimarlıktan, cinsiyetinin üzerine basa basa bahsetmesi, bununla üstelik övünmesi bir tür maçoluk gibi göründü bana… Le Corbusier gibi anıtsal bir mimar, sanatçı, yazar figürü söz konusu olduğunda, çıkıp bu tür iddialarda bulunmak, hele ki bir doktora tezinde, bu şekilde “modern babalara” saygısızlık etmek elbette affedilir şey değil ülkemizde. Modulor sonuçta 50’lerin popüler mimarlık konularından biriydi. Ama etkilerinin bugün bile devam ettiği yerler var ve bu etki düşünebileceğimizden çok daha derin görünüyor. Modulor, ideal bir erkek bedenini temel alarak bütün fiziki çevrenin bu erkek bedenine göre inşa edilmesi talebine dayanıyor. Ütopist ve modası geçmiş olabilir ama söylediğim gibi, bugün aslında 50’lerdekinden çok daha Modulorlaşmış bir dünyada yaşıyoruz.
Ama elbette çok şanslıydım. Çünkü tezimin alt başlığını “modern mimarlıkta hegemonik erilliğin eleştirisi” olarak belirlerken, hem Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Tarihi kürsüsü başkanı Prof. Dr. Uğur Tanyeli’nin, hem de danışmanım Prof. Dr. Bülent Tanju’nun tam desteğini almam işimi kolaylaştırdı. Ne yapıp edip bu eril söylemin altını oyacak araçlar geliştirmem gerekiyordu, ben de bunu yapmaya çalıştım.
LŞ: Bu konuda, yani toplumsal cinsiyet, feminizm veya erillik çalışmaları, ötekilik teorileri, terso/queer kuramı gibi alanlarla bağlantı kuran, bu alanlara doğrudan gönderimde bulunan veya bu temel üzerinde tasarım yapmaya çalışan pek fazla mimar bulamazsınız. Şehir plancısı bulabileceğiniz de kuşkulu. Herkes işinde gücündedir. Genişletirsek, tasarım disiplinin içinde olup da, endüstriyel tasarım, grafik tasarım, iç mekan tasarımı veya aklınıza gelebilecek bütün tasarım disiplinleri içinde, cinsiyetçilik meselesini problem edinmek, oldukça yakın tarihte gerçekleşmeye başlamış bir gelişme sayılabilir.
Örneğin 20. yüzyılın belli başlı mimarlarının böyle bir dertleri olmadığını gayet açık biçimde görüyoruz. Söylemlerini, manifestolarını, metinlerini okuduğunuzda, cinsellik meselesine doğrudan girmeseler de, kullandıkları kavramların şu veya bu şekilde cinsiyetçi olduğunu fark etmeniz zor değildir. Süslemenin cürüm olduğunu söyleyen Adolf Loos, Viyana’nın “efemine” zevkini aşağılıyordu. Onlar çok daha büyük meseleleri, çok daha mühim meseleleri çözmek için dünyaya gelmişlerdi ne de olsa! Ancak 70’lerden sonra mimarlık incillerine, yani mimari standartları konu alan indekslere kadın bedeniyle ilgili verilerin kabul edilmeye başlandığını hatırlatmakla yetineceğim. Ondan öncesi, basit bir şekilde, yok kabul edilir.
Sanki dünyada kadın diye bir varlık yoktur. Mimarlar kadınların varlığını Amerika’da 70’lerde fark etmeye başladılarsa, aynı eğilimin biraz gecikerek bizde de başlamış olduğunu varsayabiliriz. Ama unutmamak gerek ki, bugün, Nazi kitabı Neufert, hala en çok kabul gören kılavuz kitaptır. Bütün cinsiyetli grafikleri çağdışıdır.
Bununla birlikte, kuşkusuz çok geniş bir literatür var… Benim için elbette Michel Foucault’nun yapıtları çok önem taşıdı. Gilles Deleuze’ün yazdıkları da öyle. Bülent Tanju’nun metinleri, Brian Massumi, Manuel de Landa’nın Çizgisel Olmayan Tarih’i keza. Giorgio Agamben’in kitapları da son derece karamsar ve gerçekçi bir çerçeve çiziyor. Toplum ve Bilim’in “Erkeklik” sayısı, Türkiye’de gerçek anlamda bir milattır bana göre. Jodi Loach, Simon Richards, Beatriz Colomina, Alberto Perez-Gomez, Joan Ockman, Marilyn Frye, Donna Haraway, Robin Evans, Linda Nochlin, Lance Hosey, Alain Caillé, Negri ve Hardt, Andrew Benjamin, Susan Sontag, Uğur Bey’in [Tanyeli] yazıları, Roland Barthes, Jonathan Crary, Tamsin Lorraine, Eyal Weizman en çok başvurduğum yazarlardı diyebilirim. Elbette Türkiye’den de birçok yazar var, örneğin Pınar Selek; örneğin Serpil Sancar… Bataille üzerine yazdıklarıyla, Zeynep Sayın’ın Defter’deki metni çok etkileyiciydi. Özellikle Metis yayınlarının literatüre son zamanlarda önemli katkı getirdiğini düşünüyorum.
Büyük ve zengin yayınevlerinin aynı oranda dikkatli davrandığını söylemek zor.
LŞ: Kuşkusuz bu ideolojik bir pozisyon. Erkek olup da erkek anlaşmasına, av yasasına ihanet ediyorsanız, yem olabileceğinizi de aklınızdan çıkarmayın. Erkekler, erkeklik meselesinin erkekler tarafından sorgulanmasını hiç istemiyorlar diyebiliriz, ille de genelleme yapmak gerekiyorsa. Ama öte yandan, aslında gün içinde, erkeklerin konuştukları konular hep erkeklik halleriyle ilgili. Princeton’da pornografi üzerine konferans düzenleyebilirsiniz ama burada işiniz zor olabilir. En iyi ihtimalle adınız sapığa çıkardı herhalde.
Erillik meselesi, olası en gerilimli konulardan biriymiş, ancak gündeme getirince anladım. Ayten’in [Alkan] kitabındaki metnimde bunu uzunca anlatmıştım. Irkçılık, milliyetçilik ve sair konulardan çok daha hassas, ölümcül derecede hassas bir alanmış meğerse… Konunun soğukkanlılıkla konuşulabileceği pek fazla alan bulabildiğimi söyleyemem. Özellikle de “Eril Kent” başlıklı bitirme projesinin gündeme geldiği zamanda, sözümona çok özgürlükçü geçindiğimiz kendi bölümümüzde, en beklemediğim erkek meslektaşlarım aşırı bir tepki göstererek, neredeyse bir namus paranoyasına kapıldılar. Sanki kişisel olarak kendi cinselliklerine yönelik bir saldırı oluyormuş gibi.
Konunun toplumsal cinsiyet olduğunu bir türlü kabullenmek istemeyenler oldu. Sorun alanının benim tarafımdan uydurulmuş düzmece bir şey olduğunda neredeyse hemfikir olan bir grup bile vardı. Akademizmin böyle ikide bir işkembe-i kübradan mevzular üreten bir makine olduğundan emin olan bu naif arkadaşlarımız meseleyi bir erkeklik yarışı gibi ele almaktan vazgeçmemişlerdi o dönem.
Gerçek anlamda eril bir tasfiyeci grup okula zaman içinde egemen olmuştu. Tam anlamıyla, kleptokratik bir egemenlik kurmuşlardı. Olumlu eleştirel enerjileri kısa sürede dışlayıcı bir kendini beğenmişliğe dönüştü. Bu grubun on sene içinde bütün yaratıcı gücümüzü tasfiye ettiğine tanık olduk. En sonunda, derin bir ironiyle, kendi kendilerini de tasfiye etmek durumunda kaldılar. Daha da derin olan ironi şu ki, bu grup bütün kleptokrasi edimlerini “özgürlük” ve “üniversiterlik” adına yaptı. Kendileri dışında herkes bu iki kavramın düşmanıydı onların gözünde. Onların imgeleminde yöneticiler her koşulda kötüydü. Bu durumda kapanmayı nimet sayıyorlardı. Yönetime her koşulda sert çıkmak gerekir diye bir başka yasaları daha vardı. Özeleştiriden yoksunsanız, elbette hem öğrencinin gözünde hem de yönetimin gözünde gülünç duruma düşüyorsunuz bu düsturlarla. Şöyle düşünülüyordu naif bir biçimde: “Ne yapıp etmeli, ele geçmemelisiniz. Yöneticiler sizin özgürlüğünüzü ele geçirmek için pusuda bekleyen canavarlardır. Kanınızın son damlasına kadar yöneticilerinizle savaşmalısınız: Gerçek aktivizm budur.” Oysa inandırıcı olmak, meşruiyet, geçerlilik, olağanlık gibi kavramlar da var, ki bu kavramlar bu kleptokrat arkadaşlarımızın lügatında hiç yazmıyordu. Dahası, iktidar ya da güç kullanımı herkesin içinde olduğu bütünsel bir mikroklimadır. Pasif bir tabiyet değildir iktidar ilişkisi: Herkesin aktif biçimde içinde bulunduğu bir ağdır aslında iktidar dediğimiz şey. Bu süreçte Arkitera da konuya eğilmişti ama ben konuşmamıştım. Benden de bu konuda yazmam istenmişti. Konuşmadım ama söyleyecek iki çift lafım olmadığından değil.
LŞ: Mimarların sosyal bilimlere duyduğu ilgide bir artış olması, kuşkusuz çok önemli. Umut verici olan da bu; mevcut terminolojinin değişme ihtimalinde bir artış demektir, yeni şeyler duymak ve konuşmak isteyen kişilerin ortaya çıkması, sessiz kalmaması demektir, ısrarcı olmaları demektir. Bu elbette değişimi ve konvansiyonel anlayışta gerçek bir yarılmayı getirmiştir.
Dilin değişmesi öyle iki günde olacak bir şey değil tabii ki… Benim öğrenciliğimde duyduğum iki kelimeden biri “düzen”di. Devamlı düzenden bir tür tanrı gibi söz edilirdi. Öyle kanıksanmıştı ki, herkes, düzen kavramı tarafından büyülenmiş gibiydi. Düzen kavramı bir tür mimari tabuydu. Kimsenin tam olarak ne olduğunu bilmediği ama tapınılmaktan başka çaresi olmayan bir sihirli sözcük. Bir başka sözcük de yapı / structure idi. Ki küçümsenmeyecek bir ‘alim’ mimarlar kesimi için hala da öyledir sanıyorum.
Dilin değişmesinden kast ettiğim bu: Düz olan, Düz çizgi. İngilizce’deki straight, örneğin. Düz demek ama efemine olmayan ya da eşcinsel olmayan anlamına da geliyor. Yani heteroseksüel. Doğru, dürüst olmak anlamında, hemen ahlaki bir yargı da geliyor arkasından. Ama asli yapı, eril. Düz çizgi, yani yamuk yumuk değil, eğri de değil. Dümdüz. Sarih, açık ve yalın.
Bizdeki karşılığını mastar haline getirdiğinizde de aynı eril kipe ulaşırsınız: Düz-mek… Mimarlık düzendir, her şeyi düzer. Üstte olandır. Doğayı altına almıştır. “Hareket eden her şeyi düzmeye çalışmak” diye bir laf var, had safhadaki bir azgınlığı dile getiriyor. Mimarlar, hareket etmeyen şeyleri de, özellikle de onları, yani binaları düzmeye çalıştı uzunca bir süre ya da böyle düşünenlerle aynı safta yer almayı seçti. Ve tabii kenti ve kentle beraber içindeki bütün insanları. Dildeki bu bar bar bağıran fallik durumu göremez, bununla sonuna kadar dalgamızı her ortamda geçemezsek, hiçbir şey değişmez ki.
Düzen, üzerinde çok uzlaşılmış bir kelime. Mimarlık, o geniş uzlaşının bir adacığı sadece. Etimolojisinin farkında olunursa, diğer disiplinlerdeki saplantılar da afişe edilebilir.
LŞ: Heteronormativizm, iktidar terminolojisine ait bir kelime. Heteroseksüel toplumsal yapıya göre şekillenmiş, yasaları bu cinsiyet rejimine göre biçimlenmiş anlamında. Bir planlama anlayışına tekabül etmiyor. Yani hiçbir plancı, kalkıp da “heteronormatif bir kent planlayacağım” diye yola koyulmuyor. Sonuçları itibariyle, kapalılığı yüzünden, eleştirel bir ziyaret gerçekleştirerek, onun yapılarının heteronormativizminden söz edebiliyoruz; ki mimarlığın ya da planlama yaklaşımının burada tek bileşen olmadığını söylemek gerekiyor.
Heteronormativizm, ona çarptığınızda ancak hissedebileceğiniz bir duvar olsa gerektir. Birçok ideolojik duvarın bileşimi olan bir duvar türü sanırım. Sokakta öpüşen insanlara kolay kolay rastlamazsınız. Kadınların ulu orta erkekler gibi birbirlerine sarılarak gezdiklerini görmezsiniz veya erkeklerin kendiliğinden yapageldikleri pek çok gündelik şey kadınların itinayla uzak tutuldukları bir ahlaksal kalıbı temsil eder. Bunda yeni ve ilginç bir şey yok. Bunu size bir ilkokul çocuğu da keskin bir şekilde örnekleyebilir… İlginçlik, bunun böyle olduğunu dile getirdiğinizde ortaya çıkar. Neden bu böyle, diye sormaya başladığınızda, esas hayal kırıklığı başlar. Değişmeleri belki bu nedenle zordur. Hakkında konuşuldukça değişebileceğine kimse inanmak istemediği için heteronormativizm yürürlükte kalmayı sürdürür. Heteronormativizmi olumsuzluyorum ama kuşkusuz bu yapılar sayesinde de birçok değişim dinamiği kendine bir yer edinebiliyor.
Olumsuzlamanın kaynağında belli bir eril özne var. Kalıp bir ifadeyle söyleyecek olursak, bütün kentler tam tamına “benim” rahatım için yapılmıştır diyebilirim. Ben, yani beyaz, erkek, otuz beş yaşında, Batılı, orta sınıftan biriyim. Kentte kendimi evimde hissedeyim ve hiçbir şeyden şikayet etmeyeyim diye bütün güçler seferber edilmiştir. Böylece, kendimi başkalarının durumlarını göz ardı edecek kadar konforlu hissedebilirim. Ben böyle bir kentte, bir denetmen havasında serin serin dolaşır, her yerin bana ait olduğuna dair bildirimleri ciğerlerime çekerim ve iktidarın benim ellerimde olduğu duygusuyla geri kalan herkesi yok kabul edebilirim. Tabii bu hissiyatın çok ağır bir bedeli var. Bu saydığım özelliklere sahip bir bedenin bekası adına, toplumun o şablona uymayan binlerce unsuruna bu ideolojik giysi giydirilmeye çalışılır. Giydirilemeyince de şiddet ortaya çıkar. Şiddet aygıtsallaşır.
LŞ: Özel olarak benim projem değildi, benden mimarlık bölümünde bir bitirme ödevi konusu önermem istendiğinde, gündeme getirdiğim iki konudan biriydi; diğeri Kılıçoğlu Sineması idi. “Eril Kent” meselesini özellikle, saldırgan bir tonda dile getirdim, erilliğe boğulduğumuzu ifade etmekti niyetim. Konunun öğrenciye yansıtılmasında, aktarılmasında, sürecin ilerleyişinde ve sonuçlanmasında, denebilir ki her aşamasında, konuyu tam da gündeme getirmeme neden olan etkenlerin faillerince okul ortamının sabote edildiğine şahit olmak üzücüydü. Ben centilmenlik yasalarını çiğnemeden netameli bir konuyu gündemde tutmaya çalıştıkça, bir grubun tam tersine, bu meselenin başarısızlığa uğraması için azami çaba harcadığına ve hiç de centilmence olmayan yöntemlerle bunu yaptıklarını gördüm. İçinde bulunduğumuz ortamın üniversite olduğunu unutuyorlardı.
Yine de “Eril Kent” konusunun başarısızlıkla sonuçlandığını söylemek için çok erken bence. Çünkü bir yandan, yoğun bir katkı da söz konusu oldu o dönemde. Sadece araya zaman girdi ve yeni üretimler söz konusu olmadı. Konuyu belki daha kapsamlı bir biçimde yeniden gündeme getirmek ve yeniden, daha geniş bir katılımla tartışmak gerekiyor. Çünkü genellikle, kentlerimizin eril olduğunu hiç kimse kolay kolay dile getirmiyor. Kentle ilgili şikayetler listesinde “erilliğin” bir başlık olduğuna asla rastlamazsınız. Erilliği nerede aramak gerektiğiyle ilgili donanımın yokuğu da konunun fark edilmesine, zihinsel bir süzgeçten geçirilmesine engel teşkil ediyor. En azından birkaç metinle tanışık olmak gerekiyor meseleye girebilmek için.
Sözgelimi erillik deyince hemen erkeklik, erkeklerin en çok göründükleri kent mekanı, hemen kahvehaneler akla geliyordu ve birçok öğrenci kahvehaneleri gündeme getirdi. Olsa olsa budur, bu bilmecenin cevabı, diye düşündüler. Ama ilerleyemedik. Kahvehanelerde eril olan nedir peki, diye sorunca, orada erkeklerin kös kös oturması dışında elle tutulur bir şeyler söyleyebilen çıkmadı. Kısacası, gölü elle işaret ediyorlardı sadece, kimse suya bir taş atmayı ve dalgalanmayı göstermeyi denemedi.
Tarihselciliğin izini sürmek mümkün bence. Çünkü mevcut muhafazakar modernliğimiz içinde, tarihselci dekorlar her geçen gün daha fazla prim yapıyor. Bu dekorların çıtkırıldımlığı ile, arka planda işleyen eril ideolojik yaklaşımlar arasında bir tezat bulunuyor. Bunu fark etmek önem taşıyor. Öte yandan, kendini solda veya sağda tanımlayan, karşıt kutuplarda olduklarını varsaydığımız yerel yönetimler, aynı tarihselciliği üretiyorlar. Bu da belki erilliğe yaklaşımda bir başka ipucudur.
Girdiğim derslerde lafı dönüp dolaştırıp bu toplumsal cinsiyet konusuna getirmeye çalışıyorum mimarlık bölümünde. Aslında öğrencilerden aldığım dönütler birkaç kategoriye sığıyor. Bu konuda yapabileceğimiz pek bir şey yok gibi de duruyor öte yandan.
Bunun bir örneğini çok yakın bir tarihte yaşadım. Üniversite sınavını kazanıp gelen öğrencilerden aileleriyle gelenler ya da getirilenler oldu. Bademlik’teki okul binamızın tadilatı sürerken, hem öğrencilerle, hem de aileleriyle tanıştık. İstisnasız hepsi, kız öğrencilerin ailesiydi. İster istemez şöyle düşünüyorsunuz: Öyle güçlü bir ataerkil yapı var ki bu ülkede… Özellikle de babalar, kız çocuklarını üniversiteye gönderecek olmanın sıkıntısı içinde görünüyorlar. Yanlarında eşlerini ve hatta erkek kardeşlerini getiriyorlar. Onlar için, çocuklarını okutmak, ekonomik bir travma olmanın çok ötesinde, ahlaki bir travmaya tekabül ediyor gibi görünüyor. Güven müessesesi, ahlakçılıkla çakışıyor. Denetim altında tutmak, toplumsal cinsiyet çerçevesinin asli vazifesi gibi görünüyor. Namus bekçiliği, aileden başlayarak toplumun bütün katmanlarına ve kent hayatına yayılıyor. Bu görevle çelişen bir kentsel manzaranın oluşması ticari bir risk haline de geliyor. Çünkü kiralık konut ve yaşam çevresi bu ahlak çerçevesine göre şekilleniyor.
LŞ: Düşünsenize, Sabun ve Deterjan Sanayicileri Birliği’nin bile, “ev, kentin dışarıda bırakıldığı yerdir” diye bir reklamı var. Tabii, böyle demiyorlar, “suya sabuna dokunun” diyorlar… Gayet haklı bir gerekçe… Bir erkek çocuk, sokakta dolaşıyor, aslında dolaşmıyor bile, tek yaptığı okuldan evine gelmek. Yani, zaten olası en dar temas aralığı içinde tanımlanmış bir kent hayatı var. Çocuğun geçtiği ve dokunduğu her yerdeki tüm nesneler peşinden geliyor ve evden içeri giriyorlar. Tabii, tahmin edebileceğiniz gibi, evde annesi çocuğu karşılıyor, ziyanı yok, der gibi gülümsüyor, çocuk ellerini güzelce yıkıyor ve tüm nesneler kapı dışarı ediliyor… Şimdi, açık açık cinsiyetçi bildirimlerle dolu bir reklam tabii bu…
Bir kere, ev mekanı kadınsal iç mekan olarak tanımlanmış. Erkek çocuk, kentte dolaşmaya hakkı olan yetişkin beyaz erkeğin prototipi. Kontamine olan ise, kentin kendisi; kentteki bütün nesneler ev için tehlikelidir, mikrop saçar, ve benzeri bildirimler burada sevimli bir biçimde zerk ediliyor bizlere…
Ellerimizi yıkamaktan “doğal” ne var, sabunla elleri ovalamaktan “doğal” ne var, bunun nesi kafes diyebilirsiniz… Ama dikkatli ve uyanık olmazsanız, Frye’nin sözünü ettiği kafesin teline bakıp durursanız, toplumun nereye ve nasıl bir hijyenik kent ideolojisinin içine kapatılmaya çalışıldığını asla anlayamazsınız…
Kent, bu reklamda kirli olmaktan kendini alamayan ama aynı zamanda içinde yaşamaya mecbur olduğumuz bir mekan olarak tanımlanıyor. Her şeyin evin içinde olup bitmesini konu alan ikinci bir film daha olsa, belki başka bir izlenim edinebilirdik… Yani “insan evinde de kirlenebilir” demiyor reklam. Dışarıda kirlenirsin, evinde arınırsın. Yollu, çok daha mecazi ve çok daha eski bir bildirimin alegorisi ile karşı karşıyayız… Modern mimarlar da evi, kirlerden arınılan bir tür tanrısız tapınak olarak hayal etmişlerdi…
Toplumsal bilinçaltı hakkında fazla bir şey bilmiyorum, böyle bir şey mevcut mudur onu da bilmiyorum. Bu sık sık konan bir teşhistir, işte, toplumun bilinçaltındaki, atalarından taşıdığı genlerindeki kötücüllük ortaya çıktı, bir anda hepsi linççi bir güruha dönüştü, gibi. Bu biraz kestirme bir teşhis sanıyorum. Biraz da aklın üstünlüğünü temel alan bir teşhise benziyor, aklın bedene hükmettiği bir modernite düşleminin ifadesine benziyor, Freud’un meşhur id-ego-alterago ya da at ve sürücü metaforundaki gibi.
Elbette reklamların kodlarla iş görmesinden normal bir şey olamaz. Geçerli kodlar daha hızlı dolaşırlar ve tekrarlanırlar, yeniden üretilirler. Kuşkusuz, bütün cinsiyetçi kodlar zihnimizdeki erkek ve kadın imgelerinin kökleşmesine katkısı oluyor, bunu inkar edemeyiz. Ama bu, kodların her seferinde değişmeden tekrarlandığı ve hep aynı şeyin üretildiği yanılsamasına da yol açmamalı.
Reklamlarda müşteriyi harcıalem değerlerin etrafında tutmak ve ürkütmemek temeldir; büyülemeden de vazgeçilmeden bunu yapmak gerek sanırım. Toplumsal cinsiyet kodlarının kullanılması bu anlamda zorunlu; çünkü bir ev eşyasını kadınlara satmak gerekiyor. Mekanizma böylece işlemeye başlıyor, reklam varoluş nedenini buradan alıyor, bu arada da, temel amacı bu olmasa da, toplumsal cinsiyet kodlarını yeniden üretmiş oluyor.
Siz bir reklamı sevdiğinizde, etkileyici bulduğunuzda, onda sevdiğiniz şeyin terkibinde onun cinsiyetçiliği de var elbette; bunu ayıramazsınız ki… Çok etkileyici bir reklam ama cinsiyetçi olmasaydı, diyemezsiniz… Öncelikle cinsiyetçi olduğunu söylemeniz gerek. Bu noktaya da fazla saplanmamak gerek; o zaman, yapacağınız şey, cinsiyetçi olmayan bir kanal, program, site, yayın arayıp bulmaktır madem ki geniş bir yelpaze mevcut.
LŞ: Bu konulara benden çok daha fazla vakıf olan arkadaşlarım, beni uyarmışlardı: Erillikle erkeklik arasındaki farkı ortaya koymam gerektiği konusunda. Eril erkekliklerden söz etmek mümkün; eril olmayan erkekliklerden de. Güncel bir örnek vermek gerekirse: Bazı saldırgan köpek türlerini, özellikle de genç erkekler, eril bir sembol olarak kent sahnesinde dolaşıma sokuyor. Bunu bir güç gösterisi olarak araçsallaştırıyorlar. Neden böyle yaptıkları üzerine elbette araştırma yapmak gerek, bir tür ergenlik davranışı da olabilir. Arabayla yüksek volümlü müzik çalarak geçmek benzeri bir davranış. Ama çok daha kullanışlı. Çünkü bir kere yaya olarak köpekle kentte her noktaya gidebiliyor. Müthiş bir mobilizasyon yeteneği var. Ölü bir araca göre karşı cinsi daha fazla etkileme şansı var. Köpeği olan diğer insanlarla eşitlenme arayışı gibi bir yanı da var. Ama her an şiddete dönüştürülebilecek bir arayış bu. Köpek, beslenen, sevilen bir hayat arkadaşı olmaktan çok uzak. Bu yüzden de barınaklar, bu hayvanları alıp birkaç ay bahçelerine bağlayan, havasını attıktan sonra da sokağa salıveren kişilerin “eserleriyle” dolu. Köpek dolu bir silah gibi. Belde taşınan bir tabanca gibi. Gerektiğinde, bir orman kıyısı hesaplaşmasında, köpekler çekilebiliyor. Biri ötekinin üzerine yürüyebilmek için, köpeğini kullanabiliyor. Bunun bir de ezen ve ezilen erkeklik bağlamında, korku boyutu da olsa gerek. Yani aslında tek başına üzerine yürüyemeyeceği birini, yanına bir doberman aldığında, daha kolay tepeleyebileceğini düşünüyor. Kentte bu türden abartılmış eril güvenlik araçlarının muadillerini kadınların da kullandığını görebiliriz. Sözgelimi kent trafiğinde jiple dolaşmak buna benziyor. Jip, kadınlar tarafından da kullanılan, eril bir araca dönüşüyor. Erkeklerin dünyasında olağan bir biçimde varolmaya çalışmanın risklerini azaltmak adına, yeniden hegemonik, hatta askeri bir aracı devreye sokuyorsunuz… Bu da ataerkilliğin ikrarına dönüşüyor.
LŞ: Kent sahnesindeki bütün gündelik beceriksizlikleri kadınlara yükleyerek kendini yeniden güvende hissetmek isteyen erkeklikler var elbette. Karşıdan karşıya geçerken, araba kullanırken, iş yaşamında, ikili ilişkilerde ve genel olarak kent mekanında bunu gözlemek zor değil. Bu da röntgenci eril bakışın bir hali aslında. Yöneticisinin kadın olmasını sindiremeyen adam da, ev sahibinin karısıyla kahvehanede alay eden adam da aynı röntgenciliğin parçası. Onlar kadının kent sahnesinde zaten son derece kısıtlı olan varlığından bile rahatsız olduklarını beyan edip duruyorlar. Erkek üniversite öğrencisi, tarihin eril olduğuna inanmadığı gibi, feminist tarihyazımlarına burun kıvırıyor. Hepsinin ortak noktası aynı: Öfkeliler.
Agorafobinin toplumsal cinsiyet bağlamında önemli bir yeri olabilir. Daha 19. yüzyılda bile, kadınlara yönelik umumi tuvaletin Londra’nın göbeğinde kabul görmesinin ne kadar güç olduğunu hesaba katacak olursanız, bu korkunun yersiz olmadığını hemen fark edersiniz. Bir umumi tuvalet mekanı, öylesine cinsiyetli bir planlamaya sahipti ki, erkeklerin kullanımına sunulan bölümüne erişim son derece doğrudanken, kadınların kullanacağı kısma ulaşmak için büyük bir çaba harcamak gerekiyordu. Üstüne üstlük, kadınlar Viktorya döneminin ahlaki normlarına uygun bir biçimde, katman katman, kilit üstüne kilitten oluşan kıyafetlerin içine hapsedildikleri halde bu böyleydi. Tuvalete gidememek çok önemli görünmeyebilir ama çişe gitmeden kentte geçirebileceğiniz zaman sınırlıdır. Tam gün dışarıda kalamazsınız.
Kadınlara yönelik umumi hela için büyük savaş verilmiş olması bir örnek yalnızca. Bugün alışveriş merkezlerinin, bir yandan kadını alışverişin merkezi öznesi haline getirirken, diğer yandan, sözgelimi bebek bakımı mekanlarına yer vermemesi veya çok az yer ayırması semptomatiktir. Bu mekanların on binlerce metrekarelik depolama hacimlerine karşılık, beş metrekarelik emzirme mekanlarına sahip olmasını, kapitalizmin vahşiliğiyle açıklayamazsınız. Kadının emziren memesi zaten kentten kovulmuştur. Bunun üzerine bebeğiyle beraber, bir de küçücük bir odaya kapatılır. Öte yandan, muhafazakarlaşan kentsel çehrelerle ilgili olarak, şunu da düşünmek gerek; madem kent mekanı kamusaldır, neden bir anne bebeğini emzirmek gibi bir edimi bile gizlenerek gerçekleştirmeye çalışır? Neden hep en sıradan kişisel edimler hep kamusal mekanda gizlenmeye dayanıyor veya gizlenerek yapılması kabul görüyor? Alışveriş merkezi, bu son derece kısıtlı olanağına rağmen, yine de kentte garip bir şekilde can simidine dönüşebiliyor ve böylece eksik ve yanlış verdiği hizmet çok meşruymuş gibi algılanıyor. Kent mekanının, kadın bedenini nesneleştirmek yerine, sıradanlaştırmak için yeni programların doğup gelişeceği mekana dönüşmesi gerek.
LŞ: Cinsiyet ayrımcısı olmayan bir mekan kuşkusuz mümkün. Ama biz bunu düşlemekten epeyce uzağız. Belki şunu da düşünmek gerek; cinsiyet ayrımcısı olmayan bir mekan ne zaman ve hangi koşullarda bizim yaşamımızda önem kazanacak? Çoğumuz için hiçbir zaman olabilir. Çoğumuz, öncelikle mekanların medeni olmasını isteyeceğiz ve bunun bile yeterli olduğunu düşüneceğiz. Gerisini de araştırmayacağız: Medeni olduğunu düşündüğümüz bu mekanın belli bir kullanımının cinsiyetçi olduğunu ve bu cinsiyetçiliğin de aslında kendimize çizdiğimiz mutlu mesut modern çerçeveyi bozduğunu kabullenmek istemeyeceğiz. Çoğunlukla olan budur.
Eril göz bütün bedenleri delip geçiyor aslında, sadece kadın bedenini değil. Kendi gibi olmayan bütün bedenleri kent sahnesinden kovmaya, silmeye uğraşıyor. İçinde yaşadığımız politik panoramanın, yalnızca muhafazakarlığın çeşitlemelerinden ibaret kalması, diğer seslerin kısılması veya tedavülden kalkması gibi garip bir hali var. Bu aşırılığın gelecekte aşılması, kentin erilliğini sorgulamaya uygun ortam yaratacaktır diye düşünüyorum.
Nihayetinde, çekirdek aile ne kadar az cinsiyetçi olabilirse, kent mekanı da o oranda cinsiyetçilikten uzaklaşabilir veya cinsiyetçi yapıları gerektiğinde bertaraf edebilecek ağlar geliştirebilir. Ailelerin çocuklarıyla ilgili ideallerini cinsiyetle beraber yapılandırdıkları gerçeğini inkar edemeyiz. Her şeye itaat etmeyi öğrendikleri gibi, çocuklar kendilerine verilen toplumsal cinsiyet yapılarını da kendilerinin kılıyorlar. İş sadece dikkatli oyuncak seçmekten ibaret değil. Baba ve annenin, cinsiyet ve disiplin figürleri olmanın ötesine geçip, cinsel bedenlere sahip olduklarını göstermeleri gerekiyor. Toplumsal cinsiyet rollerini çocuklar üzerinde tatbik edilecek yeni manevralar olarak görmek yerine, o güne kadar üzerimize kazınan rollerden kurtulmak için bir başlangıç gibi görmek gerek.