Türkiye'deki mimarlık eğitiminin durumunu tespit etmeyi amaçlayan Arkitera Kampüste projesi kapsamında Dokuz Eylül Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Atilla Orbay ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Arkitera: İlk olarak mimarlık eğitiminin kentle ilişkisi üzerine sormak isteriz. İzmir’in size katkıları nelerdir? Sizin eğitim sürecinde İzmir’e katkılarınız var mı?
Atilla Orbay: Mimarlık eğitimi kentin içinde yaşanması gereken bir süreç çünkü insan öncelikle görerek öğrenen bir varlık ve öğrencilerin yapılı çevreyi algılamaları, kavramaları önemli. Hem kentlerdeki geleneksel dokuyu okumaları hem de tarihi ve çağdaş yapılaşma arasındaki farkları kavrayabilmeleri için İzmir önemli fırsatlar sunmakta. Bu doğrultuda gerek İzmir’in merkezi, gerekse kentin bütünü, gerekse çeper alanlar bizim mimarlık eğitimimizin önemli bir parçasını oluşturuyor. İzmir; çeşitli düzeylerdeki teorik derslerimizde ve stüdyolarımızda, gezilerle görsel bilgilenmenin dışında; alan çalışmaları, çevre analizleri ve proje uygulamaları için öğrencilerimize çalıştırdığımız bir kent. İzmir bizim için, bir yandan öğrenme sürecine destek veren, diğer yandan da deneysel bir alan sunan konumda diyebiliriz. Elbette ki bu doğrultuda İzmir için yapılmış olan çalışmalar ya da yapılacak olan çalışmalar gerek yerel yönetimlerle gerekse Mimarlar Odası’yla işbirliklerimiz çerçevesinde kente geri dönüyor. Gelecekte de bu anlamda daha olumlu adımlar atıp kentle ve kurumlarla olan ilişkilerimizi yoğunlaştırmak istiyoruz.
Siz, Türkiye’nin en eski mimarlık fakültelerinden birisiniz. Aynı şekilde çok fazla sayıda öğrenciniz var ve her sene öğrenci sayısı giderek artmakta. Bu konuda sahip olduğunuz eğitim mekanları sizin için yeterli oluyor mu?
Mimarlık Fakültesi olarak ilk yerimiz İzmir’in merkezinde, Alsancak Stadı’nın hemen yanında bir binaydı. Kent merkezinde olduğundan çok daha olumlu bir konumdaydı bizim için. Öğrencilerin her gün okula gidip gelirken etrafı gözlemlemeleri, oradan kendilerine çıkarımlar yapmaları açısından çok faydalıydı. 2004 yılında ise kampüsleşme nedeni ile Tınaztepe Kampüsü’ne taşındık. İlk dönemlerde çok yeterli olan binamız 10 yılın ardından yetersiz gelmeye başladı. Eskiden her hocamızın kişisel ofisleri varken şimdi odalarını paylaşmak durumundalar. Artan akademisyen sayımızın karşısında öğrenci sayımız anormal şekilde artınca yer sıkıntımız başladı.
Şu anda fakülteniz dahilinde hangi bölümler var?
Mimarlık ve Şehir Bölge Planlama olmak üzere 2 bölümümüz var. Yaklaşık olarak da bine yakın lisans öğrencimiz bulunmakta. O yüzden mekanımız ileriye yönelik çok olumlu şeyler vadetmiyor. Fakültemiz açısından baktığımız zaman Endüstriyel Tasarım Bölümü’nün ve İç Mimarlık Bölümü’nün de artık açılması gerek. Şimdi stüdyolarımız Mimarlık Bölümü için yeterli görünüyor ama ileriye yönelik bu yeterlilikler tartışılacaktır.
Peki, ihtiyaçlarınız doğrultusunda mevcut mekanları dönüştürebilme ihtimaliniz var mı?
Bu mekanları dönüştürebilmemiz çok mümkün değil. Zaten yeni bir bina olduğu için düşünülerek tasarlanmış. Teorik derslerin yapılabileceği küçük sınıflar, çok sayıda öğrencinin bir arada çalışabileceği stüdyolar ve az sayıdaki yüksek lisans öğrencilerimiz için ayrılmış mekanlar bulunmakta.
Az önce bahsettiğiniz konuya geri dönecek olursak, bir mimarlık eğitimi, kentin içinde mi yoksa kampüste mi yapılmalıdır? Artıları ve eksilerini değerlendirebilir misiniz?
Elbette ki kentin içinde olması gerekir. Ancak İzmir’de genel olarak şöyle bir problem var; kent içinde üniversite yapacak mekan kalmadı. Bu sıkışıklıktan ötürü kampüsler şehir dışına kaydı.
Sizce mekanın mimarlık eğitimi ile ilişkisi nasıl olmalıdır?
Bireyin mekanla olan ilişkisi, yaşantısı süresince görsel hafızasında depoladığı imgelerdir. Yaratıcı gücünü ve üç boyutlu düşünme yetisini etkileyen bir olgudur. Mimarlık eğitimi alan öğrencilerin de ilk aşamada içgüdüsel olarak yaptıkları, gördükleri ve yaşadıkları yapılı çevrelerin benzerlerini yeniden üretmek oluyor. Kentin içinde olmaları büyük bir avantajdır her zaman için. Bu doğrultuda eğitim aldıkları yapıya dönersek özellikle de proje stüdyolarının mekansal kalitesi, mekanın psikolojik olarak onlara hissettirdikleri, o mekanın soğuk ya da sıcak olması, insan ölçeğinde olması ve barındırdığı donatılar çok önemli bence. Mekanın ruhu, donatılarının yeterli olması onun bir mimarlık fakültesi olduğunu hissettirmesi gerekir. Biz kent dışında bunların çoğunu sağlayabiliyoruz. Bir mimarlık öğrencisi ne kadar nitelikli bir çevrede eğitim alırsa kendi ürettikleri tasarımlarında o kadar başarılı olacağına inanıyorum.
Son olarak artan kontenjanlar hakkında söylemek istediğiniz şeyler var mı?
Kontenjanlar konusunda oldukça sıkıntılıyız. Bize sorulmadan kontenjanlar her sene arttırılıyor. Biz belli bir kontenjan sayısı veriyoruz; ama onun %60′-70’i kadar fazlası geliyor. Bizim şu anda mimarlık bölümü için kontenjanımız 80. İki tane de okul birincisi geliyor, 82 tane oluyor. Onun dışında artık yurtdışı sınavıyla gelenler var. Yatay geçişle gelenler var. Bir de bu seneyle beraber iki tip geçiş gelmeye başlıyor. Bir, kendi üniversitelerinde başarılı olarak puan sırasıyla gelen öğrenciler, bir de ÖSYM yoluyla gelen yatay geçişler var. Onlarla düşündüğünüz zaman yaklaşık olarak bizim bu sene aldığımız öğrenci sayısı 120’ye yükseliyor. Tabii bu da eğitimin kalitesini, hoca sayısının az olması nedeniyle etkilemeye başlıyor. Eskiden stüdyolarda on tane öğrenciye bir proje hocası düşerken, şu anda bu sayı on beş, on altılara çıkmaya başladı. İster istemez işleri zorlaştırıyor.