birbuçuk kolektifini kuruldukları günden beri ilgi ve merakla takip ediyorum. Ekip, 2017 ve 2018’de düzenledikleri kapalı toplantı serisinin ardından, bu kez 16. İstanbul Bienali’nde Sindirim programı başlığı altında bir dizi kamuya açık buluşma tertipliyor. Bienal dahilinde 5 hafta boyunca devam etmesi planlanan buluşmalara şimdiye kadar izleyici olarak katılmadıysanız, son iki haftanın “beton” ve “işlemci” başlıklı buluşmalarına katılmanızı tavsiye ederim. Buluşmalar cumartesi günleri 12:00-16:00 arası Resim Heykel Müzesi’nin üst katındaki WORLBMON’da gerçekleşiyor. Politik ekoloji ile ilişkilenen konuşmaların, performansların, hatta patates ikramının olduğu bir seçki izleyecek, aklınızda yeni ve heyecan verici sorularla etkinlikten ayrılacaksınız. Ortamdaki dostluk ve samimiyet ise oluşan yeni sorulara daha az yalnız ve daha umutlu bakmanızı sağlayacak (ben katıldığım her buluşmada böyle hissettim). birbuçuk’un failleri Ayşe Ceren Sarı, Yasemin Ülgen ve Serkan Kaptan ile yaptığımız söyleşiyi keyifle okumanız dileğiyle.
“birbuçuk: Ekoloji ve Sanat Çalışmaları” güncel ekolojik meseleleri odağına alan ve bunu yaparken sanatla temas halinde olan bir kolektif. Öncelikli olarak ne amaçla yola çıktığınızı merak ediyorum.
Ayşe: Üçümüz de hem araştırma-akademi hem toplumsal hareketler hem de görsel-performans sanatları alanlarında var olan insanlarız. Bir noktada bu alanlarda yapılan üretimlerin birbirine zaman zaman dokunduğunu, ancak bu temasın çeşitli nedenlerle kısıtlı kaldığını fark ettik. birbuçuk: Ekoloji ve Sanat Çalışmaları olarak yola çıkışımız “Bu temasın artması için daha fazla alan açmak mümkün olur mu?” sorusu ile oldu. Üç ana paydaşımız var: araştırmacılar/akademisyenler bir grup, sanatçılar bir grup, diğer bir grup da toplumsal hareketler. Bu üç grubun birbirini nasıl besleyebileceği ve büyütebileceği, aradaki temasların ve mikro anlatıların nasıl artabileceği üzerine bir soruyla çalışmalarımıza başladık. İlk sene yürüttüğümüz Solunum programında amacımız davetli katılımcılar arasındaki tanışıklık, sohbet ve diyaloğun kurulmasına dair bir adım atmaktı. Kapalı toplantılar yapıyorduk. Somut bir çıktı beklentimiz yoktu. İlk aşamada birbirimize değmek, birbirimizin hikayesini öğrenmek ve “Gelecekle ilgili beraber hayal kurabilir miyiz?” sorusu üzerine beraber konuşmak üzere toplandık.
Yasemin: Sanatla temasımızla ilgili burada belki bir ekleme yapabilirim. Üçümüz de sanatla ilgileniyoruz ama politik ekolojiyle de ilgileniyoruz. Üçümüzün gündelik hayatında bu alanların farklı ağırlıkları var, bu nedenle çalışmalarımızda farklı deneyimlerimizin de tamamlayıcılığından faydalanmaya çalışıyoruz. birbuçuk olarak yaptığımız toplantılarda sanatsal bir çıktıdan ziyade, bahsettiğimiz konularla ilgili çalışan insanları bir araya getirdiğimiz bir sohbet ortamı tanımlıyoruz. Yaptığımızın sanatsal bir üretim olduğunu söylemek doğru olmayabilir. Bizi aradaki moderatörlük/aracılık görevini yapan bir ekip olarak tanımlamak daha doğru olur. İçinde hem mücadelenin bilgisini taşıyan hem akademinin bilgisini taşıyan hem de sanatsal üretimlerin arka planını paylaştığımız – bir noktada estetik süreç olarak bile tanımlayabileceğimiz- bir şey var, ama kolektif olarak sanatsal bir ürün üretmiyoruz; farklı disiplinlerin bilgilerini bir araya getirdiğimiz bir alan tasarlıyor ve onu insanlarla paylaşıyoruz.
Sizin de dahil olduğunuz Yedinci Kıta’nın küratörü Nicolas Bourriaud açılış konuşmasında bundan bahsediyordu. Sanatçının bir ürün ortaya koymasının ötesinde yeni ilişkilenme biçimleri belirleyebilme potansiyeline odaklanıyordu. Yaptığınız toplantıların sanat üretimi alanında da güncel bir karşılığı olduğunu söyleyebiliriz.
Yasemin: Tam da o yüzden yaptığımızı estetik bir süreç olarak tanımlayabiliriz, çünkü farklı kamusallıkları bir araya getirip bir konu üzerinden birçok bağlam açıyoruz. Toplantılara davet ettiğimiz katılımcılarla beraber, bir masa etrafında tek bir meseleyi genişlettiğimiz bir alan var ediyoruz. O yüzden sanatın somut olarak nesnesini değil estetik sürecini öneriyoruz diyebilirim.
Toplantılara 2017-2018’de yaptığınız Solunum programı ile başladınız. Toplantılarda konuşulacak konuların kavramsal çerçevesini nasıl çizdiniz?
Ayşe: Kavramsal çerçevemiz politik ekoloji temelli ve burada ilham aldığımız bazı konular var. birbuçuk kolektifini kurma ihtimali üzerine düşünürken konuştuğumuz konular bizi bu kavramsal çerçeveye ulaştırdı, aramızda gerçekleştirdiğimiz sohbetlerin kavramsal karşılıkları olduğunu fark ettik ve ve bunu kullanabiliriz dedik. Bunlardan bizim için temel olanı, yine politik ekoloji literatüründe çok fazla kullanılan sosyo-ekolojik metabolizma kavramı. Toplulukların ve ekosistemlerin kendilerini nasıl örgütlediklerine; dışındaki varlıklarla, örneğin suyla, toprakla, kayayla, yapı ve süreçlerle nasıl ilişkiler kurduklarına; bu ilişkilere içkin süreçlere, bunları kendi sistemine nasıl dahil ettiğine, bu varlık yapı ve süreçlerin sistem içinde nasıl süreçlerden geçtiklerine/geçirildiklerine ve sistemden nasıl çıktıklarına veya çıkmadıklarına bakıyor. Burada iklim değişikliğinden, çevresel adaletten, hava kirliliğinden, toplumsal cinsiyetten vs. bahsedebiliyoruz. Literatürde metabolizma olarak tanımlanmasının nedeni, tüm gezegene, topluluklara ve ekosistemlere bir beden olarak bakılması ve bu bedendeki metabolik süreçlerin özellikle akışlar üzerinden takip edilmeye çalışılması; gıda akışı, madde ve enerji akışı gibi. Burada da ilişkilenme biçimleri, süreçler ve kurulmuş olan yapılarla ilgileniyor aslında. Biz de özellikle Solunum toplantılarımızı düzenlerken bunu temel aldık ve gezegen olarak içerisinde bulunduğumuz durumu “Hangi varlıklar, süreçler ve yapılar üzerinden tanımlayabiliriz?” diye sorduk. Bunların içinde su da var, biyoçeşitlilik de var, sınırlar da var, iklim değişikliği de var, toplumsal cinsiyet de var, kültür de var.
Yasemin: Tabi bir yandan sanat alanındaki üretimlerin konularıyla ilişki kurabilecek başlıkları seçtik. Çalışmalarımıza başlarken Türkiye’de bu konular etrafında üretilmiş olan sanat işlerini haritaladık ve buradaki odakları da inceledik.
Ayşe: Şu da önemli politik ekoloji farklı disiplinlerin birlikte var olduğu bir alan. Sadece bir çevre bilimci, iktisatçı ya da sosyolog olarak orada bulunmuyorsun. Politik ekoloji bakış açısının söylediği şey şu: bir yapı veya sürece bakarken her yerden bakmak zorundasın, benim disiplinim iktisat diyerek yalnızca iktisat bakış açısıyla bakamazsın, çünkü anlayamazsın. Tüm alanların birlikte çalışması ve bilgiyi birlikte üretmesi gerekiyor diyen, bilgi birlikteliğini savunan bir bakış açısı. Bilgi birlikteliği az önce bahsettiğimiz, bizim temel olarak savunduğumuz kavramlardan biri aynı zamanda.
Toplantı başlıklarınız, katılımcı seçimleriniz, toplantıların kapalı yapılması vs. bunların hepsi sizin düşünce dünyanızda bir yere oturuyor olsa gerek. Biraz detaylı bilgi alabilir miyiz birbuçuk toplantılarının işleyişine dair? Şimdiye kadar pek çok akademisyen, araştırmacı, sanatçı ve toplumsal hareketlerden gelen aktörlerin katıldığını söylediniz. Bu katılımcılardan bir ağ oluşmaya başlandı mı sizce?
Serkan: Toplantı formatı bizim sorumluluklarımızdan bir tanesiydi. Toplantıları yapmaya karar verdikten sonra toplantı formatı üzerine de çalışmaya başladık. Toplantı süresi nasıl olsun, daveti nasıl yapalım, kimleri davet edelim, nasıl davet edelim? Tümdengelim yaparak ulaştığımız belli başlı bazı kararlarımız vardı. Üç saatten sonra ilginin hızla azalacağını düşündük ve toplantı süresini üç, en fazla üç buçuk saat olarak belirledik. Bir yandan da samimiyet oluşturmak bizim için çok önemliydi, dolayısıyla toplantının neredeyse yarı zamanından daha fazlasını katılımcıların kendilerini tanıtmasına ayırdık. İnsanlar kendilerini tanıtacak sonrasında bir de konu konuşulacak; böyle olunca 15-20 kişilik toplantılar yapamayacağımızı fark ettik. 15 dakika insanlar kendilerini tanıtsa, bu kendini tanıtma üzerine 5 dakika soru cevap alsak zaten 2 saate dayanıyoruz, 1 saatte konuyu konuşsak 6 kişi çağırabiliyoruz. Dolayısıyla 3 saatten ve 3 saatte kaç kişi çağırabileceğimizden yola çıkarak 6-7 rakamına vardık. 3 kişi sanat alanından çağırsak 3 kişi de toplumsal hareket, akademi/araştırma alanından çağırsak ne olur diye düşündük. Yine bu amaçladığımız samimiyetin ve tanışıklığın daha hızla gelişebilmesi için kapalı toplantılar yapmaya karar verdik. Bir panel formatında insanların dışa doğru konuşması yerine birbirine doğru konuşmalarının, tanışıklık sağlamalarının, sohbet ve samimiyet ortamının oluşmasının önemli olduğunu düşündük. İlk başladığımız bu formatı da şimdiye kadar devam ettirdik. En başından başlayacak olursak, şu isimlerin katılması iyi olur, bunların arasında tanışıklıklar olması iyi olur diyerek -belki de küratöryel bir seçki yaparak- toplantıya kimlerin katılacağını belirliyoruz ve o insanları davet ediyoruz. Katılacak kişiler belli olduktan sonra katılımcılara hem kişisel hikayelerine girizgah yapabilecekleri hem de beklentilerini paylaşabilecekleri birkaç kısa soru gönderiyoruz, onlar toplantı öncesinde bize dönüyorlar ve biz bütün katılımcıların bilgilerini içeren bir katılım dosyası hazırlayarak toplantının hemen öncesinde tüm katılımcılarla dosyayı paylaşıyoruz. Dolayısıyla katılımcılar toplantıya geldiklerinde birbirlerini nispeten biraz tanıyor oluyorlar; isimleri, soyadları, hangi konuyla ilgilendikleri, o konuyla neden ilgilendiklerini birazcık biliyor oluyorlar. Toplantı günü herkes tam saatinde yerinde oluyor. Toplantıya tam kadro başlamayı önemsiyoruz. Biz kendimizi tanıtıyoruz, neden orada olduğumuzdan bahsediyoruz, katılımcıları toplantı formatından haberdar ediyoruz ve sonra kürsüyü ilk katılımcımıza veriyoruz. Mümkünse daha resmi veya akademik toplantılarda kullanamadıkları kişisel hikayelerinden de bahsederek kendilerini tanıtmalarını istiyoruz. 2 saatlik tanışmanın ardından, herkes birbirini tanıdıktan ve güven sağlandıktan sonra asıl konumuz olan toplantının başlığına dönüyoruz. Yine serbest bir şekilde konu başlığı üzerinden ne durumdayız, neler yapılmalı, güncel olarak neler gözlemliyoruz üzerine söz alarak konuşuyoruz. Bir saat tabi ki bunun tartışılması için çok kısa bir süre, fakat en azından anahtar kelimeler, önemli cümleler ortaya -cevap olarak olmasa da- soru olarak dökülmüş oluyor. Şimdiye kadar solunum serisinde 11 toplantı yaptık, samimiyeti sağlamakta başarılı olduğumuzu gördük. O toplantıya katılan insanlar herhangi bir ihtiyaçları olduğunda birbirlerine ulaşabildiler. Sanat tarafından bir bilgi ihtiyacı olduğunda konuyu akademik ortamda çalışanlara veya bizzat toplumsal hareketlerde sahada, sokakta deneyimleyenlere erişmek veya araştırma/toplumsal hareket taraflarından da daha yaratıcı bir ihtiyaç olduğunda sanatçılara erişmek mümkün oldu.
O halde her katılımcı birer kere katılıyor toplantılara. Şu ana kadar tüm toplantılara katılan yalnız sizlersiniz. Tüm bu toplantılar sizin çalıştığınız alanlara ve genel anlamda konuya dair bakışınızı nasıl değiştirdi. Neler öğrendiniz bu 11 toplantıdan?
Yasemin: Bahsettiğimiz üç farklı alanın (sanat, toplumsal hareketler ve akademi) arasındaki temasın kısıtlarını tekrar fark etmiş olduk. Benim için alanların sıkışıklıklarını ve üç tarafın da farklı karşılaşmalar esnasında yaşadıkları heyecanı görmek güzel oldu.
Ayşe: Bazı konularda literatüre hakim olduğumu düşünsem de her toplantıda çok fazla şey öğrendim. İlgimi çeken bir diğer şey ise her toplantıda farklı katılımcılar olmasına rağmen ortak temaların ortaya çıkması oldu. Bunlardan belki de en önemlisi her toplantıda çıkan dostluk ve samimiyet teması.
Bir ihtiyaç olarak mı beliriyor samimiyet?
Ayşe: Evet. Hem dostluktan gelen ortak iş üretiminden çok fazla bahsediliyor hem de geleceğe bakarken o dostluk ve samimiyetin önemi vurgulanıyor. Başka bir ortak tema herkesin kişisel hikayesinde kıra bakmanın, kıra dönmenin yer etmesiydi. Büyük şehirde doğmuş büyümüş insanlarda bile bakılan yerler çok benzer. Yine üzerinde durulan başka bir tema dilin basitleşmesiydi. Zaten akademide ve sanat alanında terimleri kullanmaya çok yatkın oluyorsun, fakat burada farklı alanlardan insanlarla bir araya geldiğin zaman o terimleri kullanamıyorsun. Aslında bazı şeylerin gündelik dilde çok basit karşılıklarının da olabildiği gördük. Bu şu açıdan çok öğretici, iklim değişikliği ve HES mücadelesi gibi konularda herkese ulaşmaya çalışıyorsun ve aslında çok basit anlatım imkanları var. O tarafa doğru keşfedeceğimiz daha çok fazla şey var.
Serkan: Sadeleşmenin gücü diyorum. Hem dilimizi sadeleştirmenin hem ilişkiyi sadeleştirmenin… Konuşulan konuyu karmaşıklaştırmaktansa yalın ve gündelik dile, ilişkilerimizi konu özeline ve arkadaşlığa çekmenin çok güçlü olduğunu gördüm.
Buradan 16. İstanbul Bienali’ne geçmek istiyorum. Siz de Bienal’in kamusal programı dahilinde yine bir dizi -bu sefer kamuya da açık olan- toplantı düzenliyorsunuz. Yine Bourriaud’a referansla “kimsenin keşfetmek istemediği bir kıtayı keşfetmeye çıkanlar” olarak görüyor musunuz kendinizi? birbuçuk Bienal’e organizasyonel olarak ve düşünsel olarak nasıl dahil oldu?
Serkan: Başından beri birbuçuk toplantılarında bir çıktı beklentimiz olmasa da, bu insanlar bir araya gelip bir konu üzerine konuşurlarsa buradan güzel şeyler çıkacaktır diye düşünüyorduk. O yüzden küratörün yaklaşımıyla bizim Bienal’in çok öncesinden beri yaptığımız Solunum toplantılarının paralellik gösterdiğini düşünüyorum. Bu sene İKSV Bienali ilk defa çalışma ve araştırma programı (ÇAP) isimli bir program duyurdu. Sanatçılara ve küratörlere başvurmaları için açık çağrı yaptı. Biz de birbuçuk olarak oraya başvurduk ve diğer pek çok sanatçıyla beraber kabul edildik. Eylül 2018’den itibaren çalışma ve araştırma programına gidip gelmeye, Zeyno Pekünlü’yle ve yine seçilmiş sanatçı ve küratör dostlarımızla beraber toplantılara katılmaya, sanatçılardan ve akademisyenlerden sunumlar dinlemeye, ortak mekanı paylaşmaya başladık. Ayrıca çalıştığımız meseleler üzerine uzun süredir işler üreten Fulya Erdemci mentörlüğünde de çalışmaya başladık. Bu bizim İKSV’ye attığımız ilk adım oldu. Bu süreç devam ederken Bienal’in ana teması ve çerçevesi açıklandı. O an biz de bu temanın neredeyse tam merkezinde durduğumuzu gördük. Hem Türkiyeli olmamız hem sanat ve ekolojiyi uzun zamandır birleştirmeye çalışıyor olmamız dolayısıyla, yine aynı şeyi yapmaya çalışan ve bunu ilişkisel estetik bağlamından okumaya çalışan bir küratörün gerçekleştireceği bienalle ortaklıklarımız olabileceğini düşündük. Sonrasında zaten bize Bienal’den bir davet geldi. Küratöre bir sunum yaptık ve orada bize bakış açımızın, dilimizin, kafamızı yorduğumuz konuların aynı olduğu söyledi. Sunumdan sonra da bir daha küratörle görüşmedik açıkçası. O aşamadan sonraki her şey düşünsel olmaktan çok organizasyonu planlamaya dönüştü.
Ayşe: Şundan da bahsedebiliriz. Fulya Erdemci’nin mentörlüğünde çalışırken ve Bienal davetini almadan önce buluşmalarımızda Solunum programı ardından neler yapabileceğimiz üzerine konuşmaya, düşünmeye başlamıştık. O sırada Sindirim programına dair ilk fikirler kafamızda şekillenmeye başlamıştı. Bourriaud ile olan buluşmamızda da bu fikirleri sunduk ve daha sonra Sindirim programını bu temel üzerine oluşturduk.
Sindirim Programı üç haftadır 16. İstanbul Bienali kapsamında devam ediyor ve önümüzde iki hafta daha var. Cumartesi günleri saat 12:00’da Resim Heykel Müzesi’nin en üst katında Güçlü ve Güneş’in kurdukları WORLBMON’un içinde toplanıp bir dizi sunumu art arda izliyoruz. Ben şimdiden iki buluşmanıza katıldım, fakat henüz katılmamış olanlar için Sindirim Programı’nda kamuyu neler bekliyor?
Ayşe: Solunum programında su, biyoçeşitlilik, iklim, maden gibi kavramlar üzerinde gitmiştik; Sindirim programında ise ortaya her gün doğrudan veya dolaylı olarak temas ettiğimiz ve aslında hayatımızın merkezine oturan gündelik nesneler alalım ve bu nesnelerden üzerinde çalıştığımız meselelere açılmaya çalışalım diyerek yola çıktık. 5 tane nesne seçtik: su, benzin, patates, beton, işlemci. Bu nesnelerin merkeze aldığı bazı konular var tabi. Su daha çok su politikalarını ve suyun akma hakkını merkeze alıyor; benzin petrol ekonomisinden ve çevresel adaletten yola çıkıyor; patates tarım, gıda, toprak, hayvancılık politikalarına bakıyor; beton kentsel dönüşüm ve kent hareketlerinden yola çıkıyor; işlemci ise içinde bulunduğumuz durumdan geleceğe dair nasıl tahayyüller kurabiliriz üzerinden gidiyor. Bu seriyi iki ayaklı tasarladık. Bienal’den kabul aldıktan sonra Nisan, Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında 5 tane kapalı atölye yaptık. Bu atölyelerde katılımcılar birbirleriyle ve birbirlerinin çalışmalarıyla tanıştı ve bu çalışmalar üzerinden odak noktaları belirledik. Daha önceki toplantılarımızdan farklı olarak bu sefer katılımcılardan kamusal etkinlikte izleyicilerle paylaşmak için çıktı ihtimalleri üzerine düşünmelerini istedik. Sonunda herkesin 20 dakikası olmasına ve performatif herhangi bir formatla bu 20 dakikayı kullanıp kendi alanlarındaki söylemlerini paylaşmalarına karar verdik.
Serkan: Önceki toplantılarımızda bir kere bir araya geliyor, toplantının tümünün ses kaydını alıp deşifresini yapıp, bu deşifreden yarı-anonim, farklı katılımcıların ortaklıkları arasında bağ kuran bir metin oluşturuyor ve o metni paylaşıyorduk. Toplantının kamuya duyurulması sadece o metin üzerinden oluyordu. Bu sefer planımız çıktıyı kamusal bir programda paylaşmak oldu. Yani atölyeler yine kapalıydı, ama çıktı hep beraber yaptığımız bir kamusal performans serisi oldu. Amacımız katılımcıların sırayla söz alıp şiir okumaları, performanslar, bildiri okumaları, metin okumaları, müzikal performanslar gibi süreli işleriyle zamanın ruhunu ve içinde bulunduğumuz durumu bazı ekolojik başlıklar altında dinleyiciye yansıtmalarıydı. Tüm bu sunumlar bittikten sonra insanların kafasında oluşan soruların cevaplanması içinde bir soru-cevap kısmı ve ardından serbest sohbet kısmı var.
Yine Resim Heykel Müzesi’nde sizinle benzer bir bakış açısına sahip olduğunu düşündüğüm bir kolektif olan Feral Atlas Collective’inde bir grup işi var. Feral Atlas Collective bienal metninde bilim insanlarının, hümanistlerin ve sanatçıların olduğu 100 kişiden fazla bir grup insan olarak tarif ediliyor. Benim bienali gezerken ilk girdiğim oda onlarınkiydi ve ardından tüm bienali o odadan edindiğim bilgilerin perdesi ardından izledim. Aranızda kurduğum benzerlikten ötürü, Feral Atlas Collective’in işini sizin nasıl yorumladığınızı merak ediyorum.
Ayşe: Ruh ikizimiz (gülüşmeler). Bizim için kesinlikle çok ilham verici bir ekip.
Yasemin: Sanatsal bir etkinliğin içinde öyle bir bilgi katmanının olması iyi bence, en azından oradaki sanat formlarını o bilgi dağarcığı çerçevesinde okumaya vesile olabiliyor. Bienalin kalanındaki diğer işlerde sanatçıların kentle ve kırla kurduğu ilişkiden çıkan bir anlatım var, Feral Atlas’ta ise daha araştırma odaklı bir sürecin çıktısını görüyoruz. Hepsinin bir arada olması bence durumu farklı katmanlarda okumaya vesile oluyor. Feral Atlas’ta farklı disiplinlerin beraber çalışması durumu da var. Politik ekolojide de, eko-sanatın başlangıcında da bu böyle. Hem sosyal bilimlerle hem farklı bilim alanlarıyla ilişkilenerek başlıyorlar: mimarlar, sosyologlar, biyologlar vs. Bugün de aslında ekolojiyle ilişkilenen ve bunun üzerine sanat üretimi yapan insanlar hep farklı disiplinlerden bilgileri veya kişilerin deneyimlerini kullanarak üretiyorlar. Feral Atlas’ta da kolektif ürün çok önemli çünkü o disiplinlerin bilgileri bir araya gelmeden böyle bir ürün çıkarmak mümkün değil.
Son olarak isminizden bahsederek bitirelim: birbuçuk.
Ayşe: İlk ilhamımız iklim krizinde güvenli sınır olarak kabul edilen 1.5 derece küresel ortalama sıcaklık artışı oldu. İkinci olarak da disiplinsiz alanlardan ilham aldık. Tanımlanmış disiplin ve alanlardan çıkarak bilgi birlikteliğinin imkanlarının araştırılabileceği, diyalog ve mikro anlatıların çoğalabileceği alanları mümkün kılmak; sınırları esnetmek, gevşetmek, yıkıp birbirine kaynaştırmak gibi bir merakımız vardı.
Yasemin: Evet, aslında çok disiplinli çalışmayı disiplinsiz olarak tarif edebiliriz.
Teşekkürler zaman ayırdığınız için. birbuçuk’un icraatlarını ilgiyle takip etmeye devam edeceğiz.