Genç ekip Plankton Project ile bugüne kadar yaptıkları projelerini ve ileriye yönelik hedeflerini konuştuk.
Plankton Project ile tanışmamız Ovacık’ta tasarladıkları durak projesi ile oldu. Mimarların pek deneyimlemediği farklı bir coğrafyada genç ve hevesli bir ekibin bir şeyler denemeye koyulması başlı başına ilgi çekiciydi. Batı’ya yabancı bir coğrafyada, dayanışma temelli bir üretim biçimiyle, küçük ölçekte şekillenen DURAKOvacık projesi, Plankton’un deyimiyle, orada yaşadıkları tüm diyalogların neticesinde ortaya çıkan bir iş olmuş. İçine girdikleri ilişki ağları da Ovacık’tan sonra çeşitli ekiplerle işbirlikleriyle hayata geçen farklı ölçeklerdeki işlerle büyümeye devam etmiş. Gelin, Plankton Project’in hikayesini kendilerinden dinleyelim.
Hüma Şahin: 2010 yılında İTÜ Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü’ne girdim. İkinci yılımda Mimarlık’ta ÇAP yapmaya başladım. Mezuniyetime yaklaştıkça fazlaca vahşi olduğunu düşündüğüm ‘inşa etme’ fikrinden tamamen uzaklaştığımı düşünürken, okuldaki son senemin yazında Plankton Project bir anda DURAKovacık üretimi ile birlikte, hayatımda yeni bir ufuk olabilecek potansiyeli ile belirdi. Böylece alışık olduğumuz ya da alıştırıldığımızın ötesinde başka türlü bir fiziksel üretimin de olduğunu, başka bir yola sapma ihtimalini görmüş oldum. Şu anda bir yandan Plankton Project ile devam ederken bir yandan da yarı zamanlı olarak Aslıhan Demirtaş’ın ofisinde çalışıyorum.
Ayçıl Yılmaz: Yeditepe Üniversitesi’nde okuyorum, son sınıftayım. Benim katılmam biraz şans eseri oldu aslında, açık çağrı yapmışlardı, en son dahil olan da benim galiba.
Dilşad Aladağ: Ayçıl’ın dahil olması, Plankton Project’in oluşumunda hayalimizdi; açık çağrılarla büyüyeceğiz, sonra küçüleceğiz vs. Bunun işleyeceğine yönelik inancımız ara ara kırılıyordu ama bence Ayçıl’ın Yeditepe’den, kimseyle bir tanışıklığı olmadan gelmesi bunu kanıtladı.
Ben de İTÜ Mimarlık’a 2011’de girdim. Bu sene mezun oldum. Mezun olana kadar da sanırım deneyebileceğim her şeyi denemeye çalıştım. Vardığım noktada, üretmek istediğim şey biraz daha fiziksel bir şey denemek, “o fiziksel üretimin içinde ne çeşit yöntemler deneyebiliriz?”i keşfetmekti. Biz bunları tartışırken Plankton Project’le karşılaşmış olduk ve bu karşılaşma da hepimize yeni bir kanal açtı. Evet, fiziksel üretimi denemek için başka yollar da vardı, birinin yanında çalışmak gibi, ama Plankton Project’in verdiği deneyim sanırım çok daha gerçekçi ve içerisine ciddi şekilde dahil olabildiğimiz için bize çok daha yardımcı oldu.
Hüma: Fiziksel üretimin ve inşanın bütün bu büyük ölçekli üretim sürecinden geçtiğine dair olan inanç nedeniyle ‘sıdkımız sıyrılmıştı’ diyebiliriz. “İnşa etmek, tam olarak kavrayamayacağımız, yanına geldiğimizde kendimizi o dünyadan hissetmeyeceğimiz bir ölçekte bir şeyler tasarlamak mı?” düşüncesi bir kısmımıza rahatsız edici geldiği için inşa etme fikrinden hepten uzaklaşmıştık. Ama Plankton Project’le birlikte başka türlü bir üretim şeklinin de mümkün olduğunu görünce inşa sürecine daha sıcak bakmaya başladık hepimiz.
Uğur Latif Çelebi: Ben aslında diğer arkadaşların aksine öğrencilik hayatı mimarlıkla çok barışık geçmeyen biriyim. 2010 senesinde lisansa başladım, şu an hala bitirme projem duruyor. Biraz savruk okudum ama arada ben de çok şey denediğimi düşünüyorum. Bir sene okula ara verip sosyoloji okumaya çalıştım. Bize benzeyen, bizim öncülümüz diyebileceğimiz, bir araya gelişimizde örnek alabileceğimiz gruplarla pek çok kez bir araya geldim öğrencilik sürecinde. 1/1 ölçekte üretim atölyelerine dahil oldum. Ondan sonra yavaş yavaş okula yeniden ısınmaya başladığım süreçte Plankton Project’le bir araya geldik, tanışıyorduk önceden. Daha sonra böyle bir üretim pratiğinin içine bulunmak bizi ve dolayısıyla beni hayli motive etti ve güzel bir ilerleyiş oldu.
Merve Kadaifçi: İTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü 2009 girişliyim. Çift ana dal programına dahil olup mimarlığa kabul edildim. Ben Plankton Project’e DURAKovacık’tan sonra dahil oldum. Bu sistem içinde büyük olanın güzel ve iyi olduğuna dair kanılar var ama tasarımcı o sürece ne kadar dahil olabiliyor? Plankton Project sayesinde küçük olanın da insanı mutlu edebileceğini fark etmiş oldum.
Dilşad: Bu aslında sürekli konuştuğumuz bir şeydi: Evet, okulda sürekli bir şeyler üretiyoruz ve dönem arttıkça metrekarenin de arttırıldığı bir zihniyet var, anlamadığım bir şekilde. Metrekare arttıkça da detaya bakmak, hissederek üretmekten uzaklaştığımızı düşünüyorduk. Bir yandan da “Biz üretiyoruz, paftada kalıyor. En son ne zaman gerçekten bu üretimi fiziksel bir şeye dönüştürdük?” diyorduk. Sürekli içimizde “nereye dokunsak?” diye kabaran bir şeyler vardı. Ama bunun da kendi mahallende bir şeyler yaparak olmayacağını fark ettik. Tam bu aşamada, Ezgi Çiftçi, Ovacık’a başka bir proje için alan görmeye gitmişti. Orada Belediye Başkanı’yla tanışıyor. Belediye Başkanı, “otobüsler bedava, duraklar çok pahalı, halk bu durakları sevmiyor zaten” dediği an Ezgi’nin kafasında adeta bir ampul yanıyor. Fatih Başkan’a “tamam, bu durağı biz yapalım, biz mimarlık öğrencisiyiz, hem sizin daha benimseyebileceğiniz bir şey olur hem bizim de işimize yarayacak bir şey olur” diyor. Özellikle son dönemde popülerleşmiş olan yerinde üretim, yerel üretim, kullanıcıyla ilişki ile üretim gibi tasarım yöntemlerine paralel olarak bütün bunların deneyimlenebileceği bir yer olsa gerek Ovacık. Sonra baktık böyle şeyler yapılabiliyor, o zaman “devam edelim” dedik. Orada Uğur’un da değindiği bir mesele var; biz el atmaya çalıştıkça aslında bunu halihazırda deneyimlemiş olan veya böyle bir şeyin varlığına inanan insanlar, gruplar, organizasyonlar da bizimle deneyimlerini paylaştılar veya bizimle birlikte yapabilecekleri şeyleri düşünmeye başladılar. Yani ilerleyiş işbirlikleriyle oldu.
Hüma: Genel olarak şöyle diyebiliriz: Plankton Project, açık vizyonlu bir belediyeyle işbirliği ile başlayıp, sonrasında benzer üretimler yapan diğer ekiplerle dayanışarak devam etti. DURAKovacık’tan sonra yaptığımız projelerin neredeyse tamamı bizimle benzer motivasyonlara sahip olan Herkes İçin Mimarlık, Düzce Umut Atölyesi, Yedikule Bostanları Koruma Girişimi gibi ekiplerle işbirliği ile devam eden süreçler oldu.
Uğur: Ben son toplantılarımızdan birinde şöyle demiştim; bizim gördüğümüz bir boşluk vardı, olduğuna inandığımız ve biz o boşluğa müdahale etmek istedik, dahil olmak istedik, onunla mücadele etmek istedik. İnsanlar bir şeyler yapıyorlardı, herkesin kendi kurguladığı ve kendilerince başarıyla devam ettirdikleri bir model vardı; buna karşın biz hiçbir zaman tam manasıyla kurgulanmış ve iddiası büyük olan bir modelle girip “biz de buyuz” demedik ama eksik gördüğümüz ve müdahale etmek istediğimiz noktalara dokunarak küçük ölçekte başladık. Bunların etkisi bizim de tahayyül sınırlarımızın dışına çıkan biçimde büyük oldu. Geri dönüşler ne kadar haz verdiyse devam etme isteğimiz de aynı oranda arttı. Biz devam etmek istedikçe ilişki kurabileceğimiz bir ağ olduğunu farkettik, biliyorduk da zaten. Piyasayı böyle beylik laflarıyla eleştirmek istemiyorum çünkü çok da dahil olmadığım başka bir platform, dahil olmamaktan da memnunum. Ben bizim duruşumuzu bir ara ölçek gibi görüyorum. Ticari olmayan, gönüllü işlerle başladık. Tanıştığımız insanlarla süreç içinde oluşan modeli iyi bir biçimde devam ettirdiğimizi düşünüyorum.
Dilşad: Piyasada herkes çok hiyerarşik ve senin dahil olamadığın bir sistemin içerisinde bir anda kendini Autocad’de bir şeyler yaparken bulabiliyorsun, bu hepimizin bildiği bir şeydi. Ama çıkış noktamız, böyle bir eleştiriden ziyade belki mimarlık eğitimindeki minik bir eksikliği gidermek, belki çalışma hayatımızda tam olarak deneyimleyemeyeceğimiz bir sürece dahil olabilmekti. Biz sanırım direkt durumu eleştirmek değil ama o boşluğu fark etmek üzerinden ilerlemiş olduk.
Hüma: Bir de, başlangıç noktamız bu olmasa da sonrasında yaptığımız projelerle de zihnimizdeki şey evrilmeye başladı. Son geldiğimiz noktada da şuna yaklaştık: Kendimize “mimar” diyerek, insanlarla aramıza katı bir sınır koymayıp, aslında “yapacağımız her işte o net bariyeri kaldırıp eşitlenerek bir üretim biçimi mümkün mü?”yü de sorgular hale geldik. Yani üretimine dahil olduğumuz projelerde insanlarla bir araya geldiğimizde herkes eşitleniyor. Herkes bir anda Plankton Project’in parçası oluyor veya Plankton Project tümüyle yok oluyor gibi.
Uğur: Biz ayrı ayrı tasarımını, uygulamasını yaptığımız işlerde de, öğrencilerle buluştuğumuz atölyelerde de kendimizi her zaman katılımcı olarak tanımlıyoruz. Bu şöyle bir katılımcılık oluyor; herkes kendi daha iyi bildiği işin zanaatini ortaya koyuyor, ama o daha iyi bildiği işte baştan reddettiğimiz hiyerarşileri işler sürerken tatlı bir biçimde yeniden kurguluyoruz. Bir ustayla çalışırken o anki işin ilerleyişinde biz ustanın çırakları gibi oluyoruz. Ama mesela tasarımla ilgili bir karar alınacağı zaman onlara da danışarak biz karar alıyoruz. Öğrencilerle buluştuğumuzda onların heyecanını ele alıp, evriltip, doğru yöne kanalize etmeye çalışarak da sürece dahil oluyoruz. Ama her zaman biz de bu sürecin katılımcısıyız. Hiçbir zaman “geldik, ortaya bunu koyduk, bu yapılacak” gibi dayattığımız veya bize dayatılan bir durum olmuyor.
Dilşad: Mesela Ovacık’tan döndüğümüzde oturup, bu işin işleyişini bir şemaya döksek ortaya nasıl bir ilişki ağı çıkar diye düşündüğümüzde ilk önce şunu fark ettik: Plankton Project olarak ortada bir çekirdek oluyoruz çünkü bütün aşamalarda varız; uygulamada, belediyeyle verilen kararlarda… Yani kendimizi bir kesişim kümesi olarak tanımlayabiliyoruz ama hiçbir zaman üst düzey bir konumumuz olmuyor. Sonra bu ağları üretmeye devam ettiğimizde aslında ortaya çıkan şey, bir organizmanın farklı işler üzerinden büyüyüp küçülmesi. “Biz iç mimarlık yapamayız, kendimizi yeterli görmüyoruz” dediysek o zaman iki iç mimar da bize dahil oluyor ve o kesişim kümesi büyüyor. Kendimizi yetkin görmediğimiz her koşul altında bir araya gelmeyi tercih edip, bu bir aradalıklardan da neler öğrenebileceğimizi görüyoruz.
Merve: Bir de, son ürünün kalitesini tabii ki önemsiyoruz ama galiba daha da önemsediğimiz şey, çalıştığımız insanlar veya kurumlarla olan işbirliği ve o ilişkiler ağı. Ürünümüz belki çok tatmin edici olmasa bile, mesela onu öğrencilerle birlikte yapıyor olmamız ve tasarım sürecinde onlara hiçbir şey dikte etmememiz bize değerli geliyor. Üründen çok metot olarak farklı bir şey yapmaya çalışıyoruz.
Uğur: Ovacık aslında, senin de dediğin gibi çok deneyimlenmeyen bir coğrafya, ki bizim için de yabancı bir yerdi. Ovacık’ı duymaya başlamıştık yeni yeni, çünkü o sırada Ovacık’ta Türk siyasi hayatında bir ilk olarak bir komünist belediye seçilmişti. Sonra Ezgi dışında hiçbirimizin o ana kadar görmediği bir alana dair söz üretmeye çalıştık. Belli reflekslerimiz, lisans hayatımız boyunca tabii ki oluşmuştu. Coğrafyasına bakarsın, hava durumuna bakarsın, haritadan etrafında ne var diye bakarsın ama orayı tam manasıyla güneşiyle, rüzgarıyla, yağmuruyla hissedemezsin. 1 aylık bir sürede 8 farklı kişi bir şeyler ürete ürete; daha sonra o üretilenleri, üzerinde konuşulup damıtılarak en son elimizde bir taslak fikirle gittik.
Dilşad: Biz oraya 5 durak yapmak için gittik ama baya talihsizlikler dizisi yaşandı. Gittiğimizde Suruç patlaması olmuştu, belediye çok yoğundu. Bir yas haliyle karşılaşıp, onların durumu atlatmasını bekledik ki inanılmaz bir yer, insanlar çok hızlı atlatıyorlarmış böyle durumları. Usta bulamıyoruz, malzeme henüz tedarik edilmemiş, “en azından bir tanesini nitelikli bir şekilde üretelim ki buradaki ustanın da bu durağı üretmeye dair bir deneyimi olsun, diğer kısımları sonra düşünelim” dedik. Bir de istediğimiz malzemelere ulaşmamız zor oluyordu. Mesela kereste lazım, Elazığ’dan geliyor. Ya da “gabion duvar yapacağız” dedik, “gabion duvar ne?” dediler, gabion duvarı anlattık onlara. Gabion duvarı anlattıktan sonra Hasan dayının yolun kenarındaki demir telleri görüp “bunlar atılmış, götüreyim bizimkiler değerlendirir” deyip getirmesini, ya da “tamam siz madem böyle bir şeyler istiyorsunuz, gelin bir de buraya bakın” diyerek eski eşya deposu gibi bir yerde büyük bir malzeme cennetiyle karşılaşma anımızı hatırlıyorum. Biraz o diyaloğun da mümkün kıldığı bir iş DURAKovacık. Çünkü biz oraya gittiğimizde her şey hazır olacak ve üreteceğiz sanıyorduk. Ustanın yıllık izninden arttırdığı 5 gün ya da başka birinin evine giderken gördüğü demir tel… O diyalog içerisindeki çabalarla karşılıklı olarak ürettiğimiz bir şey oldu. Bana o yüzden daha mucizevi geliyor çünkü “gabionu yapamıyoruz şimdi ne yapsak?” veya “buradaki ahşapları bulamadık şimdi ne yapsak?” derken ahşapları yatak suntasını boyayarak elde ettik, gabionu yolun kenarından bulduk, taşı dereden çektik…
Uğur: Şunu diyebiliriz: DURAKovacık, İstanbul’dan giderken Plankton Project’in tasarımına karar verdiği bir üründü ama oraya gittikten sonra herkesin -herkesin derken lafın gelişi olarak söylemiyorum- dahil olduğu bir iş oldu. Oraya gittiğimiz ilk iki günde Dilşad’ın bahsettiği tatsız durum oldu. İlçede üç günlük yas ilan edildi, yas süresince tüm dükkanlar kapalıydı, biz insanlarla yeni yeni tanışıyorduk ve onlarla zaman geçirme şansı bulduk. Doğal olarak sen böyle bir yere gittiğinde ilgi çekiyorsun, dışarıdan gelen biri olarak herkes merak ediyor seni ve biz ellerimizde sürekli revize olmak üzere proje çıktılarıyla dolaşıyoruz. Sonra yavaş yavaş bunu insanlarla paylaşmaya başladık. Bir durak yapılacak Ovacık’ta ve inanılmaz kısa sürede ilçedeki herkesin bundan haberi oldu, değerlendirmeler başladı. Aslına bakarsan bu, okulda yürüttüğün proje sürecine benzer bir süreç; biz orada bu değerlendirmeyi akademiden biriyle yapmıyorduk ama o coğrafyada yaşayan, orayı bilen insanlarla konuşuyorduk. Mesela kendimizce hava durumunu değerlendirip bir çatı eğimi belirlemiştik ama onlarla konuştuğumuzda “olur mu öyle şey, siz buradaki karı hayal dahi edemezsiniz” diye anlattıkları girdilerle biz yavaş yavaş projeyi revize ettik. Bazı malzemelerin olmadığını veya çok geç gelebileceğini öğrendik, o malzemeden vazgeçip başka bir malzeme kullanmaya karar verdik. Süreç boyunca bir sürü insanla konuşarak, kahvedeki dayıyla da belediyedeki görevliyle de belediye başkanıyla da konuşarak son halini aldı. Ana kararları çok değişmedi ama nasıl yapılacağı, hangi malzemenin kullanılacağı süreçle birlikte evrildi. Çatısına henüz net karar veremeden temel betonunu atıp başladık mesela. Bir yanda beton dökülürken, kalıplar çakılıyorken arka tarafta örneğin Hüma çatıyı düşünüyordu, sonra Dilşad gabion duvarı nasıl yapabiliriz, ona bakıyordu, Ezgi bir yandan atölyeye gidip geliyordu. Bu, Ovacık’taki herkesin, yoldan geçen insanın bile dahil olduğu ve bizim çok benimsediğimiz bir süreç oldu. Bu yüzden bizim için çok kıymetli. Gerçekten Ovacık’la, oradaki yönetim modeliyle çok örtüşen bir yaratım süreci oldu, o yüzden de bizim için tatmin edici bir keyifti. Oranın verdiği motivasyon, Plankton Project’e bu denli şevkle sarılmamıza neden oldu.
DURAKOvacık
Hüma: İlçenin ölçeği ve demografik yapısı da bunları olanaklı kılan şeylerdi. Biz bu sürece örneğin İstanbul’da bir belediye ile başlamış olsaydık belki de üretimlerimiz bu şekilde devam ediyor olamayacaktı.
Dilşad: Belki de Kadıköy Belediyesi’ndekiler bu kadar heyecanlanmayacaktı.
Uğur: Kadıköy Belediyesi’yle muazzam işçilikte, mükemmel bir son ürün ortaya koyabilirdik ama bizi tüm bu bahsettiklerimiz ışığında ne kadar tatmin ederdi bilmiyorum.
Bu karşılaşma bana açıkçası ilginç geliyor. Mesela “biz mimarız, açılın” diye giden bir kitle yok, orada da “gençler siz bilmezsiniz, durun bakalım” diye karşılayan insanlar yok. O yüzden çok örtüşen bir uyum varmış gibi.
Dilşad: Hayati abi gelmişti, belediyenin danışmanı, tesadüfen İstanbul’daydı. Biz de “Hayati abi biz hayatımızda burayı görmedik, bizim anlamadığımız durumlar var, Taşkışla’ya gelip Ovacık’la ilgili bize bir şeyler anlat” dedik. En son bize şöyle demişti; biz soruyorduk “Ne düşünüyorsunuz?, Nasıl bir şey olmasını hayal ediyorsunuz?” diye, o da “Biz düşünmeyeceğiz, siz mimarsınız, sizden bekliyoruz” gibi inanılmaz bir açık fikirlilikle önümüzü açtı, bize alan verdi.
Hüma: Bir yandan alan vermek söz konusuyken bir yandan da pek çok insan için biz orada mimarlık öğrencisi olarak yoktuk; sadece hevesli öğrenciler, ihtiyaç doğrultusunda bir şeyler yapmak isteyen heyecanlı, genç insanlar olarak oradaydık. Oraya snop mimarlar olarak gitseydik muhtemelen kimse bize bu kadar yardım etmeyecekti. Orada iyi bir denge kurulmuş oldu.
Dilşad: Bir de o ilişki bir günde olmadı mesela. Yusuf usta oraya ilk gittiğimizde bizi biraz züppe buluyordu belki de bilmiyorum, “siz 8.30’da uyanıp buraya gelemezsiniz, siz bu yolu yürüyemez, yorulursunuz” ya da “biz nasıl yapacağız bunu, tek başıma yapacağım herhalde” diyordu. Ama sonra hepimiz ustanın çırakları olduk ve o, çok hevesli bir şekilde öğreten, özenle üreten bir insan olduğu için ikinci gün, üçüncü gün bize güvendi, biz ona güvendik. O sırada da usta şunu demiyor: “Ya bunlar ne yapıyor, taştan duvar mı olurmuş, ben buna sıva dökeyim”. Ki bunu diyenler de oluyordu, mesela yaşlı bir amca geliyor “böyle durur mu taşlar, şuna bir sıva dökün” diyor, usta “hayır o onların işi, onlar yeni bir şey deniyor burada” diyebiliyordu.
Uğur: Bizim 5 duraktan vazgeçmek zorunda kalıp, tamamen, her aşamasında içinde bulunduğumuz bir durak yapmaya karar verme aşamamız baya kritik oldu. Google Earth haritasından bakıp belirlediğimiz yerler vardı. Sonra gidip bunu yapamayacağımızı anladıktan sonra arabaya atlayıp Hayati abiyle Ovacık’ı dolaşmaya başladık. Durağın yer kararını tartışıyoruz aramızda. Ovacık’a girişte, Dersim’den Ovacık’a gelenleri karşılayan bir noktada cemevinin yanında bir alan gösterildi ve orasının iyi olacağını düşündük. Belki de o seçim, daha sonraki tüm karşılaşmalara, tanışıklıklara imkan tanıdı.
DURAKOvacık
Dilşad: Aslında burada çok tatlı bir amcayla yaşadığımız anekdotu anlatabiliriz. Durak tamamlanıyordu, cemevinde de cenaze olduğu için Ovacık’taki herkesin cemevine geldiği bir gündü. Gelen geçen oturuyor, arada bizimle muhabbet ediyor veya gücü olan orada bir şeyler yapıyor. Sonra orada otururken “amca doğruyu söyle gerçekten beğendin mi?” dedim. Sevimli sevimli soruyorum, amcadan da “beğendim evladım” cevabını bekliyorum. O da dedi ki “Kızım böyle bir şeyi beğendim beğenmedim olur mu… Sen buraya gelmişsin, benim yemeğimi yemişsin, Munzur’dan su içmişsin, ben seni tanımışım, burada bir emek harcamışsın, buna güzel veya çirkin demek olmaz”. Yani biz tanıştık, bu işe yaradı, böyle nitelendirdi durumu. Onun dışında şöyle şeyler oldu; mesela biz oturma birimlerini birbirine bakacak şekilde yapmaya çalışmıştık. Hayati abi “bazen yarım saat otobüs bekliyorlar” demişti, burası aslında bir diyalog kurma yeri. Karşı karşıya bakan oturma yeri vardı, yaşlı amcalar, “sehpa da koysaydınız kızım niye koymadınız?” diyordu.
Uğur: Galiba onların kendi hayat rutinlerinde yer alan çoğu şeyin bizim akademik camiada başka bir üst dilde karşılığı var. Hayati abinin “insanlar burada yarım saat bekliyorlar ve konuşuyorlar birbirleriyle” dediği şey bizim tasarım kriteri olarak bambaşka isimlendirdiğimiz bir olgu. Yani onların söylediği şeyler de bizim için fazlasıyla dikkate değerdi ve ortak bir dilde buluştuk. Onların söylediği şeylerin denk geldiği noktaları galiba biz iyi kavradık ve bizim vurgu yapmak istediğimiz noktalarla da paralel olduklarından dolayı ortaya konan iş hem onları memnun etti hem bize oldukça haz verdi. Baya doğru bir birliktelik oldu. Biz “mimarız” demiyoruz onlar “bunlar ne anlar ki” demiyor ve bu iki parça öyle iyi entegre oluyor ki bu birliktelikten sonradan baktığımızda “iyi ki yapmışız” dediğimiz ürün ortaya çıkıyor. İnşa süreci başladığında ve haliyle orada bir kalabalık oluştukça otobüsler de orada durmaya çoktan başlamışlardı bile.
Dilşad: Sadece otobüs de değil, arabayla geçen, motorla geçen biri duruyor. Ve mesela bizim, hızara ihtiyacımız var, kerestelerin üst kısımlarını kesmek için. Usta diyor ki “ben kesemem, hızarım yok”, sonra oradan bir traktör geçiyordu, el ettiler onu durdurdular, “hızarın var mı?” dediler, traktörün içinden takım elbiseli bir adam çıktı, traktörün arkasından hızarı çıkardı, “var, ne yapacağız?” dedi, çıktı hızarla keresteyi kesti. “Hızar nereden bulacağız?”, “nereden getirtsek?”, “Dersim’e mi sorsak?” derken o beş dakikalık zamanda oldu her şey.
Hüma: Ayrıca proje halkın tashihinden de geçmiş bir proje oldu. Güneş durağın yan cephesindeki sac levhanın üstüne vuruyormuş ve ışığın malzeme üzerinden yansıması ile durak doğrultusunda gelen arabalar için riskli bir durum oluşuyormuş. Arabasıyla karşıdan gelen bir sürücünün inşaat devam ederken durağın yanında durup “kaza yaparız burada” demesi üzerine aynı gün yansıma yapan malzemenin üzerini parlamayı önleyecek bir renkte boyamamız bu duruma örnek verilebilir.
Uğur: Çünkü biz o haliyle deneyimleyemiyorduk alanı, oraya araçla geldiğimiz tek zaman dilimi sabahtı ve sabahları güneş doğuda kalıyordu. Yani güneşin o açıyla vurduğu anda biz çalışıyor oluyorduk ve onun farkına varamıyorduk. Oradan araçla geçen biri bu girdiden bahsediyor, sonra biz onu, üzerine 3-5 dakika konuşup akıl birliği yapıp evriltiyoruz. Galiba Durak’ı özledik (gülüşmeler).
DURAKOvacık
Hüma: Durak Ovacık bittikten sonra Plankton Project kurulmuş oldu ve artık her hafta olağan toplantılarımıza başlamış olduk. O sırada ‘gündemde olan’ mülteci ‘meselesi’ üzerinden, biz de “kent mültecileri için bir dokunuşta bulunabilir miyiz?” diye kafa patlatmaya başlamıştık. Ama bunu masa başında yapıyorduk ve bu mesele için, içine dahil olunmadan ve anlamadan geliştirilen herhangi bir önerinin yeterince mide bulandırıcı olduğunun farkına hızlıca vardık. Mülteciler için bir şey yapmak istiyorsak bizim sahaya çıkıp olayı tam anlamıyla özümsememiz gerekiyordu. Laboratuvar ortamında verilebilecek kararların cevap olmayacağının farkına vardık o günlerde. Yine o tarihlerde hala bu ‘mesele’ üzerine çalışan Mülteciyim Hemşerim oluşumu ile irtibata geçtik. Mülteciyim Hemşerim’in o günlerde Sarıyer’de mültecilerin yaşadığı bir mahallede görüşmeleri vardı. Birlikte Sarıyer’e gittik. O sırada aynı zamanda Düzce Umut Atölyesi ile de etkileşimde olan Kumru Çılgın’a konuşma arasında kendimizden ve DURAKovacık sürecinden bahsetmiş olduk ve onlar da heyecanımızı paylaşarak bir yandan Düzce Umut Atölyesi tarafından S.S Evsiz Depremzedeler Dayanışma Konut/Yapı Kooperatifi üyeleri için geliştirdikleri projeden bahsetti. Hayallerinde, inşaat süreci bitiminde mahallelinin kolektif evi olarak kullanabilecek bir şantiye biriminin inşa edilmesi olduğundan bahsetti.
Merve: Direkt “şantiye birimi tasarlayalım” diyerek işin içine giremedik, bir süre toplantılara gittik geldik, sonra oradakiler de “biz bir şey tasarlayacağız ama çok iş yükümüz var” dediler ve bütün süreçte beraber ilerledik. Biz her yaptığımızı onlara danışıyorduk çünkü ekonomi çok önemli bir girdi, her şey ona göre şekillendi.
Hüma: Kumru Çılgın bize, “Sıradan bir konteynırdan şantiye birimi tasarlamaktansa, sizin de sürece dahil olmanızla ‘açık şantiye birimi’ fikrine yeni bir soluk getirebilir miyiz?” diye sormuştu. Şantiye bittikten sonra, her şantiyede var olan ancak sonrasında kaldırılan şantiye birimi bu şantiyede mahallenin kolektif evi olarak kullanılacaktı. AÇIK ŞANTİYEbeyköy’e dair olan en büyük hayallerden bir tanesi de, şantiye biriminin tüm sürecin mottosu haline gelen ‘açık şantiye’ anlayışına katkı sağlayacak biçimde, şantiye süresince insanların biraraya gelerek müzakere yapmasına olanak sağlayacak bir merkez haline gelebilmesiydi.
Merve: Tasarım ne kadar kıymetli olsa da gerçekten somut olarak bir şey üretmek istiyorlar ve esas kıymetli olan o insanların en hızlı, en ekonomik şekilde ev sahibi olması. Biz şöyle olsun, böyle olsun diye bulduğumuz örnekler üzerinden gittiğimizde “bu malzemeyi bulamayız” diyorlar çünkü belli bir bütçe var ve “bu bütçeyi şantiye binası için harcamayalım” diyorlar. Ona göre değiştiriyoruz hep beraber. Düzce sürecinde sanırım hepimiz için değerli olan böyle bir ekiple çalışmış olmaktı.
AÇIK ŞANTİYEbeyköy
AÇIK ŞANTİYEbeyköy
Hüma: DURAKovacık, 1 ayda tasarlayıp, 1 haftada inşa ettiğimiz bir süreçti. Bunun hemen ertesinde AÇIK ŞANTİYEbeyköy tasarımı gibi çok uzun bir zamana yayılan bir süreçte yer almak bizim için yeni bir deneyim oldu. Uzun zamana yayılan bir süreci nasıl idare etmemiz gerektiğinin, üretim sürecinin her an aktif olmanız gereken, elinizin her an, her düzeyde üretimin üzerinde olması gereken bir süreç olduğunun burada farkına varmış olduk. Düzce şantiye süreci devam ederken Düzce Umut Atölyesi aynı zamanda Studio-X’te Umut Sergisi üzerine de çalışmalar yapılıyordu. O noktada Yaşar Adanalı’nın da önerisiyle hem AÇIK ŞANTİYEbeyköy’ün mobilyaları olarak kullanılacak hem de Studio-X’teki Umut Sergisi’nin sergi mobilyaları olarak kullanılacak bir mobilya tasarımını da bizim yapıp yapamayacağımızı sordular. Böylece IZGARAbeyköy’ün tasarım süreci de başlamış oldu.
Dilşad: O da enteresandı aslında. Biz de bunu bir deneyim ve araştırma süreci olarak gördüğümüz için aslında bir yandan sınırları zorluyor gibiydik. Hüma çesanlarla açılıp kapanan, götürülebilen, tamamen monte demonte olabilen bir tasarım ortaya attı.
Uğur: Çünkü mekan dönüşecek; zaman zaman oturup yemek yiyebilecekleri, bazı zamanlar film gösterimlerinin yapılacağı, toplantılara olanak sağlayabilecek bir mekan oluşacak. Mekanın hızlıca dönüşümüne hizmet eden, toplanıp kaldırılabilen, kolay depolanabilen bir ürün için bu kriterler çerçevesinde çalışıldı. Plankton Project ilk defa ürün tasarlamak üzerine kafa yormaya başlamış oldu.
Dilşad: Aslında şu çok enteresan, Düzce Umut’un inanılmaz fazla gönüllüsü var. Elini attığın her yerde birbirini tanıyan, birbirine destek olmak için kafasında bir şeyler olan insanlar var. “Usta nereden bulacağız?” derken Düzce Umut’un zaten iletişimde olduğu ustalar var. O dayanışmayı Ovacık’ta deneyimledikten sonra “bir daha nerede göreceğiz ki” diye düşünürken aslında İstanbul’da da, kendimizi, bir felaketin ardından insanların bir araya geldikleri bir oluşumun içerisinde bulmak baya enteresandı.
Merve: Şu da bana ilginç gelmişti, bir kişi orada bir iki gece sabahlayıp bu işi yapıyor, sonra Düzce Umut’un sergisine geliyor, sergiyi gezip konuşmaları dinleyip gidiyor. Orada bir katkı sağlıyor ve gidiyor, aslında biz onu görmüyoruz ama o çok büyük bir ağın parçası. Onun içine girmek güzeldi.
Hüma: Ayrıca IZGARAbeyköy açısından şu da çok heyecan vericiydi; herkes yıllardır bu mücadelenin içindeydi ancak ‘atölyede hep beraber üretim yapma’ sonucunda ortaya IZGARAbeyköy’ün üretimi süresince Plankton Project, Düzce Umut Atölyesi ve Bir Umut Derneği’nden pek çok insan seferber olup, gece yarılarına kadar çalışarak mobilyanın sergiye yetişmesi için bir arada çalışmış oldu. IZGARAbeyköy, bütün bu soyut dayanışmanın ilk kez görünür bir şekilde fiziksele dönüşmüş haliydi. Düzce Umut Atölyesi’ndeki pek çok gönüllünün bir atölyede bir araya gelip, ilk kez fiziksel bir ürün ortaya çıkardıkları anlardan bir tanesiydi IZGARAbeyköy’ün üretim süreci.
IZGARAbeyköy
Dilşad: Bana şöyle geliyor: Aslında bir sürü tasarım yöntemi var ve çuvalın içerisinden seçiyorsun, onunla kendi tasarımını yapmaya devam ediyorsun. Plankton Project’in tasarım yöntemi biraz bu oldu, çünkü biz Ovacık’ta ilk bunu deneyimledik ve bunun tadına vardık. Çünkü bence bizim yaptığımız şeylerin ölçekleri çok küçük, büyük aktörlerin işin içinde olduğu büyük projelere dahil olmamıştık. Ama müşteri-mimar ilişkisini müşterek tasarıma dönüştürmek, herkesin kendi mesleki deformasyonu olan egosundan, “ben biliyorum, en iyisini ben yapıyorum” gibi uzmanlık halinden koptuğu durumda mümkün gibi geliyor. Çünkü mesela Yedikule Bostanları’nda da kendi alanımızda uzmanlaşmış bir sürü insandık; arkeolog vardı, mimar vardı, gazeteci vardı… Biz de oraya Plankton Project olarak dahil olmuştuk. Ama o kadar uzmanla birlikte masada oturan bostancılar da vardı. Mesela bostancıya baraka tasarlanıyor ama kimse orada bin tane marulun yan yana gelince ne kadar alan kapladığını bilmiyor. O noktada işin uzmanı tamamen bostancı ve o bostancıyla iletişim kurmadığında saçma sapan bir şey üretebilirsin. Bana öyle geliyor ki, orada herkes kendi uzmanlık alanını bir kenara bırakıp “bin tane soğan ne kadar yer kaplıyor?” sorusunu sorduğu anda birbirine uzaktan bakan, ilişki kurmayan grup bir araya gelip çözüm arayabiliyor.
Uğur: Büyük projeler bazında mı incelemek yoksa mimarlık dünyasında piyasadaki güçlü özneleri ele alarak mı incelemek daha doğru, emin değilim ama bugüne kadar belli bir rutinle gelmiş insanlarda çok büyük değişim olacağını zannetmiyorum. Kendi jenerasyonumuzu, bir üst jenerasyonumuzu veya alttan gelen daha genç mimarlık öğrencilerini düşündüğümde aynı zamanda da çok iyimser olursam bir dönüşüm olabileceğine inanmak istiyorum çünkü güzel örnekler var etrafımızda. Biz belki iyi bir örneğiz, okullarda öğrencilerle buluştuğumuzda onlar da benzer bir araya gelişlerden bahsediyorlar. Pek çoğu maddiyat işin içine girdiğinde bu ideallerinden vazgeçebiliyor ki normaldir. Ama daha sıkı sıkıya bağlanan, bizim gibi yolda hazlar elde ederek süreci devam ettirdiğinizde küçük bir çevrede de olsa etkisinin daha bilinir hale geleceğine inanıyorum, inanmak istiyorum galiba.
Dilşad: Kısa bir stajda deneyimlediğim kadarıyla o kadar büyük projeler oluyor ki o projeler içerisinde kimse birbirine soru soracak, birbiriyle bir şeyler paylaşabilecek bir alana sahip değil. Zaten büyük bir program içerisinde zamanın var ve bitirmek üzerine ilerliyorsun. Belki de bu bahsettiğimiz durum sadece mimarla ilişkili bir şey de değil; işverenle de, müşteriyle de ilişkili bir şey. Sadece mimarın değiştirebileceği bir organizasyon şeması değil bu.
Hüma: Bir yandan da mimarın cevap vereceği kişinin tekil bir aktör değil, çoklu bir grup olmasıyla da durumlar değişebiliyor. DURAKovacık ya da AÇIK ŞANTİYEbeyköy özelinde düşündüğümüzde tek bir aktöre cevap veren projeler yürütmedik.
Uğur: Plankton Project işlerinin dışında öğrencilerle buluşuyor dönem dönem. Sunumlar, atölyeler olsun, onlar da kıymetli süreçler.
Dilşad: Biz iki kere Mardin’e gittik. İlkinde biraz daha stüdyoya entegre olmuş ve stüdyonun konusuyla ilişkilenen, aynı zamanda stüdyo yürütücüsünün, öğrencilerin hep aynılaşan çalışma biçimine alternatif bir öneri ortaya koyulması isteğine cevap verecek- video yapmak ya da başka bir story work yapmak gibi- bir haftalık bir süreçti. İkincisi ise orada, Plankton Project olarak kendi üretim motivasyonumuzla ve öğrencilerin de dahil olacağı bir şey üretmekti. Ama orada öğrencilerin kendilerinin de yarattığı garip bir hiyerarşi vardı. Yani sen ne kadar “hepimiz şu an katılımcıyız” desen de garip bir yürütücülük yaftası alıyorsun ve öyle gidiyor.
Ayçıl: Genelde çalıştaylarımız şöyle yürüyor; senin dediğin de olsun onun dediği de olsun, birlikte bir şeyler üretelim karar verelim istiyoruz. Çünkü biz kendimiz de öyle çalışıyoruz. Yani “birinin dediği olsun” değil, birbirimizi ikna etmeye çalışıyoruz. Birimiz hayır dese bile “ama çoğunluğumuz böyle dedi” diye bitirmiyoruz tartışmayı. Çalıştayda da onu yapmaya çalıştık, çok zorlandık.
Uğur: Akademide bu tarz işlere kafa yoran ve bu tarz işlere kafa yoran insanların yaptıklarını kıymetli bulan kişiler de var. Onlarla bir araya geldiğimiz Mardin süreçleri, bu açıdan bayağı deneysel ve bizim de katkıda bulunmaktan çok keyif aldığımız atölyelerdi. İlkinde, MONTAJmekan adında, daha çok konsept üzerine, son ürünü çok fiziksel olmayan fikir üretmek ve alışılagelmişlikleri sorgulamak üzere bir atölye yürüttük. İkincisi ise Plankton Project’in deneyimlerine ve işleyiş mantığına daha yakın bir işti.
Dilşad: Biz bugüne kadar öğrenciydik, daha doğrusu bir geçiş dönemindeydik. Bu işi gönüllülükle yürütmenin olumsuz bir yanı var gibi gelmedi şu ana kadar. Ama şunu fark ettiğimiz bir an var: Aslında finansörümüz yokmuş gibi geliyor, hiç kimseden ödenek almıyoruz ama bir noktada aslında hepimizin finansörü ailesi. Daha küçük ölçekte, kamuyla ilişkili ve kendine boşluk yaratıp iş üreten ekiplerin dünyada bir sürü örneği var. Ama bunların çoğu belediyenin desteklediği ya da bir fon ile desteklenen oluşumlar ve sadece kullanıcılarını döndürüyor. Biz bu noktada kendimizi nasıl döndüreceğimizi tartışıyoruz. Ya yaptığımız işleri Robin Hood’culuk oynayıp ikiye ayıracağız; bazıları yapmayı çok istediğimiz işler olacak bazıları yapmaya mecbur kaldığımız. Belki de mecbur kaldığımız işlerden de bir sürü şey öğreneceğiz. Bir diğer ihtimal, bu bahsettiğimiz fonlarla ilerlemek.
Uğur: Ama bu, Plankton Project kesinlikle dönüşecek veya Plankton Project kesinlikle aynı şekilde yoluna devam edecek demek değil. Dahil olunan ve konvansiyonel veya alternatif olarak adlandırdığımız modellerden birine Plankton Project’in modelini adapte edip yola devam etmek gibi değil de Plankton Project bu modeli kendisi yaratabilirmiş gibi geliyor bana. Dediğim gibi modeli belki de ‘Planktonca’ yaratmak en güzeli. Mesela Plankton Project’in yeni projesi, Plankton Project’in yola nasıl devam edeceği olabilir. Para gerçekten bir girdi olarak düşünülmeye başlandığında işler sarpa sarabiliyor ama o da klasik bir süreç gerçeği: Mezun olan öğrenci ne yapacak? Elimizde epey kıymetli bir şey var ve bunun etkisinin azalmadan Plankton Project olarak devam edeceğini belki iyimser belki romantik bir biçimde düşünüyorum.
Dilşad: Konuşmalarımızın çoğunda yatay organizasyon şemalarından, farklı üretim yöntemlerinden bahsettikten sonra bildiğimiz ofis modellerine dönüştürdüğümüzde gerçekten bir sene içerisinde biz de kendimizi hiç memnun olmadığımız bir şeyin içinde bulmaktan da biraz ürkebiliyoruz. Önceden hep şunu derdim: “Evet yeni birileri gelecek, biz bu modeli bitirmeyeceğiz, bu modelden ayrılmış da olmayacağız ama mesela biz bu modele haftada bir gün ayırmaya devam edeceğiz, onlar üç gün ayırmaya devam edebilecek.”
Uğur: Karamsar olmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Şu an zaten Plankton Project’in gündeminde bildiği yöntemlerle devam eden iki tane projesi var. Onların sonlanması gerekiyor ve yine Plankton Project’in gündemine alabileceği, Plankton Project’e teklif edilen işler de var. Kalabalık bir grubuz, onu hiç söylemedik sanırım ama diğer organizasyonları düşündüğümüzde içinde bir hiyerarşi barındırmayan nispeten kalabalık bir grubuz ve elbet bu grubun içerisinde hala enerjisi olan, farklı dönemlerde enerjiyi içinde bulabilecek insanlar olacaktır. Bu da, tüm soru işaretlerimize cevap olabilen bir modeli kurgulama konusunda en azından beni cesaretlendiriyor.
Merve: Şimdiye kadar yaptıklarımız ve evrilmemiz hep bize gelen işler üstünden oldu. Mesela şu an bilmiyoruz ama ilerde farklı bir iş tanımı geldiğinde, bundan ekonomik bir kazanç da elde ettiğimizde belki biz yine bu şekilde işler yapmaya devam edeceğiz.
Uğur: Biraz şundan da bahsetmek lazım; galiba hep Ovacık, Düzce, Yedikule gibi olumlu ve başarılı, çok ideal süreçlerden konuştuk ya da bizim daha sonradan idealize ettiğimiz süreçlerden bahsettik. Ama Plankton Project her öğrenci grubunun veya her gönüllü olarak bir araya gelmiş grubun karşılaştığı gibi sonuçlanmayan, başarısızlıkla biten işlerin içine de girdi. Bu “ya çok güzel denk gelmiş, hep çok güzel işler içinde yer almışlar” gibi göz korkutan bir durum oluşturabiliyor. Alttan gelen arkadaşlara onları cesaretlendirmesi için söylüyorum ki çok başarısız örnekle de karşılaşabiliyorsunuz süreç içerisinde. Plankton Project da her girdiği işi mükemmel bir biçimde sonuca ulaştıran bir grup değil ama yüzdesi iyi.
Dilşad: Bir yandan insanlar biz çok yakın arkadaşlarız, haftalarımızı birlikte geçiriyoruz da sonradan böyle bir şey yapmışız, inanılmaz bir ritim içerisinde çalışıyoruz gibi düşünüyor. Aslında öyle değil; ciddi anlamda farklılıkları olan bir ekibiz. Bir yandan eğer şimdi yeni bir şey yapmak isteyenlere bir şey söyleyecek olursak illa her şeyde aynı fikre sahip olmak ve aynı yolu izleyen insanlarla bir şey oluşturmak gerekmiyor.
Uğur: Kendimizden bahsederken hiçbir zaman ezberlenmiş bir tanımımız yok ama sağda solda bize bizi sorduklarında aklımıza gelen doğaçlama tanımlarda hemen hemen hepimiz çok seslilikten bahsediyoruzdur herhalde. O çok sesli olma durumu bence “siz hepiniz çok yakın arkadaşsınız benzer şeyleri düşünüyorsunuz”dan daha kıymetli bir durum. Daha fazla tartışmamıza sağlıyor, bazı durumlarda bizi yavaşlatabiliyor bile olabilir. Ama o yavaşlamalar sonrasında daha dingin ve daha oturaklı kararlar çıkmasına vesile olabiliyor.
Dilşad: Planktonlar bulundukları ekolojik habitatta bir araya geldiklerinde büyük etkiler yaratabilen çok küçük organizmalar. Ve aslında bizim küçük hedefimiz de buydu.
13 yorum
Ülkeyi Şişko Nuri’ler yönetince böyle oluyor, bindiler üzerlerine her şeyin, vuruyorlar kırbacı…
Yazınız oldukça güzel bir yazı; hem hüzünlerinizi hem de özlemlerinizi oldukça güzel yansıtıyor… Büyüklerim de Çengelköy’ün eski halini aynen bu şekilde anlatır, ben de göremediğim o günler için hayıflanırım. Ancak bu kayıp ve özlemlerin “tek” sorumlusu olmadığını, bilakis sorumluların en az 60 yıllık döneme yayıldığını da kabul etmek gerekiyor…
Sizden biraz farklı olmakla birlikte, ben de bunca yıldır Vahdettin Köşkü’nün bakımsızlığına üzülüyor, durumu için endişeleniyor ve keşke birileri el atsa da kurtulsa diye çıkan haberleri takip ediyordum. Zaten köşkler, Özal döneminde yapılan yanlış restorasyon nedeniyle orjinalliğini kaybetmiş ve kendi haline terkedilmişti. Geriye kalan ise korusunda tinercilerin sabahladığı, insanda hayranlıktan çok hüzün bırakan bu köhne yapılar olmuştu. Sanki birileri, kendi kendine yıkılsın da kurtulalım diye bekliyordu… Sonra koru, mezarlık olarak parsellenmeye başladı. Ağaçların yerini çıplak mermer mezarlar alıyordu. Dolayısıyla Başbakanlığın, bu gidişata dur diyerek restorasyona başlaması benim için oldukça sevindirici bir haber oldu.
Elbette restorasyon keşke tamamen aslına uygun olsaydı ancak olmadı. Anladığım kadarıyla yapıyı sürekli kullanıma ve günün şartlarına uygun hale getirmek amacıyla bazı değişiklikler yapıldı. Bunlar doğrudur yanlıştır tartışmıyorum ancak şahsen ben, bu şekilde de olsa Vahdettin Köşkü ve Korusu’nun hatırası yaşatılacak diye seviniyorum. Üstelik siz ne kadar son hali diye inşaat resimlerini eklemiş olsanız da, şu anda tüm alan yemyeşil ağaçlandırılmış durumda ve oldukça görkemlidir… Köşklere bakarak, pencerelerinden Çengelköy’e yayılan musikiyi ve bahçesinde ata binen hanım sultanları hayal etmeye devam edebilirsiniz. Tabi bunu yaparken Çengelköy’ün geri kalanını ve köşklerin arkasındaki çirkin yapılaşmayı göz ardı etmenizi tavsiye ederim…
Yediler yediler doymadılar. İnsanın buna hüzünlenmemesi elden değil. Güzel yazmışsınız. Dile getirdiğiniz için teşekkürler!
Tundzi > Yazınız oldukça güzel bir yazı; hem duygusal ama aynı zamanda yere basan ; gerçekleri ve zaman faktörünü bir kenara bırakmadan…. En azından ön yargılı (bana ne senin şahsi siyasi fikrinden) ve tarafgir değil… saygılar…
Tundzi’ye, çok teşekkür ederim. İstinat duvarlarının önüne dikilen incecik kalem servilerini diyorsanız Boğaziçi flora ve fionasına verilen kaybı karşılaması mümkün değil. Şunu öğrenelim kesilen bir ağacın telafisi yeni dikilen bir fidan değildir. Evet Bülent A. zaman faktörü var 🙂 ve ağaç büyük bir yaşam alanıdır. Kaldı ki şu an yaptıkları peyzaj da çok zayıf, keşke içeri girebilseydik değil mi? Hangi günümüz kullanımları? Vahdettin’den konuşuyoruz Osman Bey değil, 20. Yy den söz ediyoruz. Kaldı ki işlev halka ait olmalıydı. Yaşatılan bir ad da yok Vahdettin bu şekilde yaşatılamaz. Neden buraya çekildiğini bile anlamamışlar. Geçmişe darbe burada.. 3. Havalimanı’nın adı da hayırlı olsun. Recep Tayyip Erdoğan Havaalanı. Neyse ölen kuşları bu isim güzel karşılar. Hürmetlerimle.
Sİmla’ya teşekkür ederim… Siyaset Yapmadan Laflayabilmiş…
Buralara Gelene Kadar ; Bu Kadar Kodamanın Boğaziçini Yemiş Bitirmiş Olduğunu Görmezden Gelmek Neden ? Veya İçeri Girmek Neden ? Onu Anlamadım !!! Vahdettin Ne Zaman Kıymete Bindi. Ceddimiz Bile Sayılmayan Hainlerin!!!! Mirasına Sahip Çıkar mı Olduk… Üstelik Vahdettinin Neden Yaşatılsın. Boğazdaki Diğer Kodamanların Flora ve Fionasına Bakmak Varken bu Köşkler Neden ? Evet Simla S. Ortada Bir Kayıp Var. İnsanlık Her Yerde Kaybediyor. Sadece Bu Ülkede Değil….
Bülent A. ya; ben 5. Kuşak Çengelköylüyüm bu bütün önyargı iddianızı çamaşır suyu gibi bir güzel temizlesin önce. Sonra ben sizi elimle şöyle hafifce bir iteyim eski başbakana doğru, uzaktan güzel duruyor, “bana ne fikirlerinizden” diyerek beni o tepeden aşağı atmaya çalıştığınız için. Tarafsız yorum arıyordunuz ama “siz gidin ormanda yaşayın” diyen başbakanla balkonda “izafi” duruyorken, ben son bülbülleri kaydediyorum tam da “yazısı” ölen bu alanda. Sizi de anlıyorum ama ben çağırdığınız bu körebeyi oynamıyorum. O sizin “yapmak” dediğiniz gösteriş budalalığını başka savunu bulamamanızdan temcit pilavına çevirdiniz. Kabullenin, ihtiyacımız olmayan dev inşaat projeleriyle zengin olan bir iktidar var. Şehri bir “gülle” yapıp kuşları yıkıyorlar, kuşları. Sonsuzluk küçülen bir şey Islamiyete göre ama onlar nedense sığamadılar saraylara, köşklere. Farkında mısınız halk nöbette, kimi okul kimi bostan kimi yol kimi Hes kimi dere kimi kumsal. Paralel devlet yok. Paralel halk olduk mübarek. Ve sonsuzluk bize doğru geri geliyor. Hortum hortum.
wuuw.. Önyargı Bu İşte… “Bana Ne” Size Denmedi ki…
Sizler de ortada bir kayıp olduğunu kabul ettiğinize göre hep birlikte Validebağ Korusu’na döndürebiliriz başımızı. Hiç endişeniz olmasın, hep itiraz ettik Dalan’a da, küfür de etmişizdir. Menderes’i de anarız, her kim ki İstanbul’a “taşı toprağı altın” demiş ona isyan ederiz. Ancak son 15 yıl beni orta yaşıma hızlı getirdi. Piştim ben Istanbul’u düşüne düşüne. Denk şimdidir. Geçmişteki darbelerin sesini neden banttan verirler biliyor musunuz, bugünkü darbenin sesleri işitilmesin diye. Siyaset yapma hakkıma hiç yeltenmeyin ben çocuklarla yapıyorum o işi. Kızıyorum. Tek bir adam mı yapacak siyaseti? Hem neyin siyaset olduğu da belli değil. Başka bir argüman geliştirmelisiniz “hepsi yaptı”, “bunlar iş yapıyor”, “siyasi önyargı”…
Sevgili Simla Sunay Özdemir’in “ağıtına” aynen katılıyor ve “restorasyonla” ilgili verdiği değerli bilgiler için teşekkür ediyorum. Yazısına atıfta bulunarak ben de bu konuda katkıda bulunmaya çalıştım: Vahdettin Köşkü’nün katli – Zuhal Nakay – Radikal Blog http://rktr.co/1pAStWp
Saygılarımla….
Sevgili Simla Sunay Özdemir;
Ben de 52 yıllık Çengelköy’lü bir mimar olarak bu çirkinliği etap etap duyurmaya ve şikayet etmeğe çalıştım ama nafile…
Benim de çocukluğumu çaldılar…
Biz tam karşı yamaçta gözümüzün önündeki bu cinayeti elimiz kolumuz bağlı izledik üzülerek…
Umarım bu düzen bir gün değişir
http://rktr.co/1t9AXuO
ayrıca bitmediiiiiii….
bir de bu rezillik var, bizler evlerimizi boyarken bile izin almaya çalışırken olanlar içler acısı…
Çok üzüntü verici, karşılaştırmalı bu fotoğraflar da benden olsun….
http://bit.ly/1LLJ2kj
http://bit.ly/1LLJ2kn