9 Ekim'de İTÜ Maçka Kampüsü Mustafa Kemal Amfisi'nde "Yokluk Maddesinden Metafizik Harabeye" başlıklı sunumundan önce Edoardo Tresoldi ile bir araya geldik.
2013’ten beri dünyanın farklı noktalarına telden heykellerden konduran İtalyan sanatçının Zamanın Ötesinde Tasarım Kaşifleri #6 serisi için yaptığı sunumdan önce, heyecan verici işlerini besleyen kavramlar, süreçler ve üretim biçimleri üzerine konuştuk.
Edoardo Tresoldi: Yokmadde, tel örgü tarzı yapılar ile çalışırken kullandığım en temel kavram. Özellikle kamusal alanda çalışmalarımı yürütürken, insan ile mekanın özü arasındaki ilişkiyi çözümlemeye çalışırım. O nedenledir ki, çalışmaya başlarken genelde mekana dair kitabi bilgi toplamaya çalışmam, çünkü daha ziyade mekanın insanda yarattığı his veya deneyimlere dair konuşmaktan hoşlanıyorum. Örneğin neo-klasik mimari ögeler kullanarak mekanda kutsallık üzerine, dünyanın doğal unsurları ile kurduğumuzu kadim ilişki hakkında konuşabiliyorum.
Avrupa’da zaman (tarih) ögesi ile güçlü bir bağımız var. Amerika’nın aksine Avrupa çok çeşitli kültürel/tarihi katmandan oluşur ancak benim asıl anlatmak istediğim hikaye, bugün içinde yaşadığımız mekan ve zamanın hikayesi. Bu yaklaşım tabii ki güncel sanatta oldukça yaygın, ancak restorasyon disiplini ve mekanları için aynı şeyi söyleyemeyiz. Bir yerin hikayesini anlatmaya çalışırken, bugünden yaptığımız müdahalelerin de anlatmayı unutmamalıyız çünkü bugün yarattığımız mevcudiyet yarının hikayesi olacaktır.
Basilica Di Siponto, 2016 (fotoğraf: Roberto-Conte)
İnsanlar en başından beri, ürettiğim heykellerin görselliği ile sanal gerçeklik arasında bir bağlantı olduğunu bahsederler ancak ben görsel değil daha çok zihinsel bir sanal gerçeklikle ilgileniyorum. Herhangi bir mekanı deneyimlediğimiz doğal süreçler esnasında aslında hepimiz zihnimizde, o mekanın fiziksel gerçekliğinden başka bir -sanal- gerçeklik de oluşturuyoruz. Örneğin, Kolezyum’u [Roma] ziyaret ettiğinizde, yalnızca inşa edildiği malzemeyi görmüyor, o yapının geçmişteki fizikselliğinin zihninizdeki tezahürünü de hissediyorsunuz. Mekanı deneyimlediğiniz gerçeklik bu işte.
Doğrusu, insanların bu müdahaleleri “hayalet” olarak niteliyor olması başlarda biraz canımı sıkmıştı ancak hayaletin geçmişle ve az önce bahsettiğimiz sanal gerçeklik boyutu ile alakalı bir betimleme olduğunu düşündükçe bu fikre alıştım.
Etherea, 2018 (fotoğraf: Roberto-Conte)
Evet, ne yönden yaklaşırsan farklı algılanan, tam olarak kavranamayan bir tarafı var heykellerin. Asıl amacım hem hareket ile algısı değişen hem de insan ve mekanın farklı hikayeleri veya unsurları arasındaki ilişki kuran işler yaratmak. Böylelikle, heykeli deneyimlerken onunla oynamaya başladığınızda yeni şekiller ve mekanlar keşfetmeye başlıyorsunuz ancak bu keşif ziyaretçinin proaktif olmasını gerektiriyor. Böylesine bir etkileşim, ziyaretçinin heykeli yalnızca gözleri ile değil bütün bedeni ile deneyimlemesine olanak sağlıyor. Aslına bakarsan bu deneyim, durağan ve katı olan geleneksel heykelle yaşadığımız deneyimin aksine, mimari bir nesneyle kurduğumuz ilişkiye daha çok benziyor.
Zaman içerisinde, yalnızca fiziksel müdahalemin (heykelin biçiminin) değil, o ve etrafındaki her unsurun bir araya gelerek eşsiz bir algı oluşturduğunu fark ettim. Yerleştirmelerden birini alıp hiç değiştirmeden başka mekana koysam tamamen farklı bir algı yaratabilirim. Bu anlamda, Coachella’da kurduğum Etherea yerleştirmesi ilginç bir örnek çünkü insanlar oraya benim yerleştirmemi görmeye değil, eğlenmeye, müzik dinlemeye gelmiş durumdaydı. Benim amacım ise, insanların, çevreleri ile daha yumuşak ilişki kurabileceği samimi bir mekan yaratmaktı. Festivale gelen insanların, Etherea’nın içine girip, sanki hakikaten kutsal bir mekanmışçasına sessiz konuşmaya başlamalarını görmek çok ilginçti. İşte bu kendiliğindenlik benim en sevdiğim, doğal ve direkt ilişki kurma biçimi. Aynı yerleştirmeyi, misal Venedik Bienali’ne koysak, bambaşka bir ziyaretçi, bambaşka bir fiziksel ilişki içine girecek. Bir yapının asıl kimliğini oluşturan şeyin, onun biçimi değil insanların yaklaşımı olduğunu düşünüyorum.
En büyük olan yıkılacak. Orta boy olan Indio’da kalacak ve en küçük olan şu an Çin’de sergileniyor ancak aslında dünya turunda. Ortanca olanı Indio’dan alıp tekrar Coachella kentine yerleştirmek istiyoruz. Orada yaşayan, büyük ölçüde Meksika kökenli cemaat, bize Etherea’nın inşası esnasında yardım etmişti, dolayısıyla yerleştirmeyi insanlara geri verme fikri hoşuma gidiyor. Bununla birlikte, böylesine yapıların küçük kamusal alanlarda oluşturduğu etkiyi de seviyorum. Büyük, merkezi meydanlara yerleştirilen heykellerin aksine, küçük kasaba veya kenar mahallerdeki müdahaleler aslında insanları, heykellere ve meydana dair daha özenli ve koruyucu olmaya itiyor. Ancak önemli olan boş alanları heykellerle doldurmak değil, bir mekan yaratmak. Ancak o zaman bu mekan, insanların hikayesinin bir parçası haline gelebiliyor.
Bu bağlamda, Siponto bizim için büyük bir meydan okumaydı çünkü buradaki cemaat için anıtsal öneme sahip bir yapı ile uğraşıyorduk. Antik bazilika değil ancak yanındaki kilise yakınlardaki Manfredonia kentinde yaşayan insanların evlilik törenlerinin yapıldığı yerdir. En nihayetinde, bu anıtsal alanda ciddi bir müdahale olan yerleştirmeyi insanlar sevdi, özen göstermeye ve korumaya başladılar.
En başından beri benimle birlikte olan bir grup insanla çalışıyorum. Süreç aslında ilginç çünkü kimseye “alın şimdi bunu uygulayın” diyerek çizimler teslim etmiyoruz. Her şeyi kendi başına, ellerimizle yapıyoruz. Böylesine bir süreç tabii ki ürettiğiniz iş ile daha duygusal ilişkiler kurmanızı sağlıyor.
Yapım tekniği çok kolay değil. Tek başına ayakta duran bu yerleştirmeleri, tüm ağırlığını kendi kendine taşıyabilecek şekilde üretiyoruz. En küçük ayrıntıya büyük bir önem vermek ve her şeyi dümdüz üretmek zorundayız. Başlangıçta oyuncaklarla oynayan çocuklar gibiydik ancak birkaç yıl içinde tekniğimiz olgunlaştı; artık takımım bu strüktürlerin inşaatı konusunda son derece ehil insanlardan oluşuyor. Yaptığımız iş gerçek bir zanaat.
Hiçbir zaman yerleştirmeyi İtalya’daki stüdyomuzda inşa edip mekana taşımıyoruz. Tüm üretim gittiğimiz kentte, ya direkt proje alanında ya da kiraladığımız büyükçe bir mekanda yapılıyor ve 2-3 ay kadar sürüyor. Yılın 6 ayını yolda geçiren bir sirk gibiyiz; ekibim benim ailem gibi.
Locus, 2017 (fotoğraf: Roberto-Conte)
Bir yandan çok yumuşak belki uçucu gibi gözüken tel örgü, gerçekte çok sert, zor bükülen bir fiziksel yapıya sahip. Çalışması kolay bir malzeme değil ancak bu fiziksel ilişki benim için çok önemli. Günümüzde, bir şey tasarlayıp onu makinelerin inşa etmesini sağlamak ve hatta yalnızca onu inşa edecek bir makine üretmek bile çok kolay. Ancak ben ve takımım için ürettiğimiz yapının her bir karışını şahsen elden geçirebiliyor olmak, ona tırmanabilmek çok önemli. İnşa etmek, bizim için etkin bir eylem ve stüdyomuz aslında bu etkin eylemin içinde var oluyor.
Öte yandan, tel örgü ile çalışmanın prestijli bir tarafı da var. Eğer başka bir boyutta yer alacak bir iş üretmek istiyorsan, başka türlü fiziksel kurallara sahip bir malzeme ile çalışmak önemli. İnsanlar nasıl olup da ayakta durduğunu, üretildiğini -ve hatta gerçek olup olmadığını- tam olarak algılayamıyor ama ben bu malzemeyi iyi tanıyorum. Tel örgü ile çalışmaya başlamaya karar verdiğim andan beri, bunun dışında başka herhangi bir malzeme veya taşıyıcı kullanmamaya karar vermiştim. Uzunca bir süre tel örgüyü başka ekler ile gölgelememek üzere çözümler aradım. En nihayetinde oldukça karmaşık bir teknik geliştirdik ancak bu oldukça sert bir iş [vücudundaki yaralarını gösteriyor].
Locus, 2017 (fotoğraf: Roberto-Conte)
“Bulaşma” fikri benim için çok önemli. Mimaride ve görsel sanatlarda performanstan bahsetmek pek mümkün değil çünkü performans zaman boyutunda var olur. Müziğin (ve benzeri ortamların) benim heykellerime bulaşması konusunda beni en çok heyecanlandıran şey, bu bulaşma sonucunda, normalde görsel sanatların var olamayacağı yeni nesne/mekanın ortaya çıkabiliyor olması. Ürettiğim heykeller onları sarmalayan peyzaja bulaşırken, aynı zamanda farklı disiplinler de birbirilerine bulaşıyor… Bununla birlikte, süreç dahilinde de bulaşmadan bahsedebilir ve şöyle sorular sorabiliriz: “Mimar nasıl bir müzik besteler? Heykeltıraş nasıl bir yemek pişirir? Nasıl bir heykel bir müzisyen yaratır?”.
Böylesine bir yerleştirme için, hangi sanatçı ile ve nasıl birlikte çalışacağınızın yanı sıra programı, mekanı, zamanlaması, kitlesi, performans öncesi ve sonrası anları ve tam olarak ne zaman biteceği gibi çoklu yönüyle değerlendirmeniz ve kararlar almanız gerekir. Locus’u, tüm bu ögeleri bir bütün olarak düşünerek tasarladık. Jacopo Incani’ye (IOSONOUNCANE) insan ve mekan arasında kurgulamak istediğim ilişkiyi anlattım. Yerleştirmenin plaja çok yakın, suyun içinde yer alacağını; yerleştirme ve plaj arasında su dışında bir sınır olmayacağını, dileyenlerin yüzüp yaklaşabileceğini anlattım.
Basilica Di Siponto, 2016 (fotoğraf: Roberto-Conte)
Jacopo ile gelecekte de birlikte çalışmayı planlıyoruz ancak sesin özellikle o mekan için farklı bir şeyler söyleyebileceği bir yer arıyoruz. Dahası, ziyaretçilerin diledikleri gibi girip çıkabildikleri bir performans yerleştirmesi yaratmak istiyoruz.
Siponto’dan sonra arkeolojik rekonstrüksiyona dair zihnimde çeşitli görüşler oluşmaya başladı, ancak Siponto’nun benim evrensel modelim olmasını kesinlikle istemem. Benzer projeler üretmek isteyen birçok şirket benden tel örgü tekniğini öğretmemi istedi. Siponto bağlamında bu yaklaşım mantıklıydı çünkü yaptığımız heykel, insanların geriye yalnızca temel taşları kalmış bir antik bazilikayı hayal edebilmelerini sağlıyor. Böylelikle yalnızca geçmiş ve gelecek arasında değil peyzajın diğer parçaları, ağaçlar, diğer kilise, gökyüzü arasında da bir ilişki kuruyor. Bu yaklaşım bir arkeolojik alanda yine çalışabilir ancak bu konuda oldukça seçiciyim çünkü bu tarz bir yerleştirme yalnızca, hiçbir duygusal ilişki kurulamayan, geriye çok az kalıntı kalmış bir alanda mantıklı.
Bir yere kendimizi bağlı hissedebilmek için onunla duysal/duygusal ilişki kurmamız gerekir. Geçmişe dair bilgiye sahip olmak yeterli değildir. Ancak benim asıl derdim geçmiş değil, geçmiş ile bağlantısı olan ama güncel bir ilişki kurmak. Bu nedenden ötürü, insan ile ören yeri arasındaki ilişkiyi incelediğim “Metaphysical Ruin” [Edoardo Tresoldi’nin Zamanın Ötesinde Tasarım Kaşifleri #6 sunumun da başlığı] hakkında yazmaya başladım.