Prof. Uğur Tanyeli'yle, TBMM Camii, İller Bankası Binası, AKM gibi yıkım tehdidi altındaki binaların mimarlık tarihindeki yerini ve önemini konuştuk.
Son dönemde başta mimarlık dünyası olmak üzere kamuoyunu Ankara’daki iki bina meşgul ediyor: TBMM Camii ve İller Bankası yapıları. Cumhuriyet döneminde yetişen ilk mimar kuşağından Seyfi Arkan’ın tasarımı olan İller Bankası Binası ile Behruz Çinici ve oğlu Can Çinici tarafından tasarlanan Meclis Camii’nin yıkım kararıyla alevlenen, tartışmalı hukuki süreç devam ediyor. Akıbetlerini önümüzdeki günlerde göreceğiz ama her iki yapının da bu coğrafyada, yakın tarihte yapılmış en önemli modern mimarlık eserlerinden olduğunu söyleyebiliriz.
İller Bankası Binası, erken Cumhuriyet döneminin ayakta kalan en önemli yapılarından biri. 1939 yılında kullanıma açılan İller Bankası Binası modernist mimarlığın Türkiye’deki en temsili yapılarından biri olarak da kabul ediliyor. Yeniden imar edilen ülkede yerel yönetimleri güçlü kılmak için finansman sağlayan en önemli kurumlardan birinin temsili mekanı olarak inşa edilen yapı, belediyelerin yürüttükleri imar faaliyetlerini finanse etmek amacıyla kuruldu. İller Bankası’nın amacına uygun olarak, kurumun hizmet verdiği bina da dönemine yeniliği tavsiye eden bir anlayışa sahip. Ülkenin yeşermekte olan mimarlık kültürünün bir ifadesi olarak 1935 yılında düzenlenen uluslararası bir yarışma sonucu elde edilen yapı, 1980 yılında Koruma Kurulu tarafından tescil edilerek yasal koruma altına alındı. İller Bankası Binası bugün bulunduğu meydana, Hergelen Meydanı’na yeni yapılan caminin yaklaşırken her yönden görünmesi gerektiği söylenerek yıkılmak isteniyor. En azından basına yansıyan bilgi bu şekilde. Oysaki İller Bankası Binası yapıldığı dönemde Jansen Planı’nda meydanda öngörülen opera binasının önüne geçmemesi amacıyla sade bir dille inşa edilmişti. Geçtiğimiz aylarda da İller Bankası’nın tescili Ankara 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından kaldırıldı.
TBMM Camii kompleksi ise yine ibadet yapısı kategorisinde modern mimarlığın en önemli yapılarından biri olarak gösteriliyor. Behruz Çinici ve oğlu Can Çinici tarafından tasarlanan Meclis Camii için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin mimarı C. Holzmeister danışmanlığında bir çalışma yürütüldü. Camii 1989’da ibadete açıldı. 1995 yılında Ağa Han Ödülü’ne değer görülen yapı dönemi için çok yenilikçi bir anlayışa sahipti. 750 metrekarelik bir inşaat alanına sahip ibadet yapısının minare işlevini bir kavak ağacı ve iki tane platform balkon görüyor. Camii topoğrafyayı avantaja dönüştürerek arka bölümü toprağa gömülü olarak iki ayrı kütlenin eğimli bir araziye yerleştirilmesinden meydana geliyor ve açık alanlarıyla birlikte 6.400 metrekarelik bir alanda birbiriyle doğru açıda ilişki kuruyor. Bize miras kalan Osmanlı ve Selçuklu ibadet yapılarından farklı tasarlanan Meclis Camii, topoğrafyanın içine saklanarak belki de ibadet anında aranan o ulvi yalnızlık duygusuna bir atıfta bulunuyor; hiç rastlanmayan şekilde mihrabında şeffaflığı kullanıyor. Meclis’in ibadet mekanının böyle modern bir anlayışta tasarlanmasının ardında aslında Ankara’nın başkent olarak Herman Jansen planıyla inşa edilmesine uzanan bir hikaye var. Başkent Ankara’nın planı hazırlanırken kuzeyden güneye kalın bir hat şeklinde inen Atatürk Bulvarı eksen alarak şekillendirilmişti ve kentin merkezine konumlanıp, güneydeki giriş ekseni karşısına bakanlıkları da alarak en büyük arazi dilimi meclise ayrılmıştı. C. Holzmeister’ın projesi ile 1990’lara kadar meclis aşamalarla inşa edildi. Yani yapıldığı döneme göre modernizmin öncüsü sayılabilecek bu ibadet yapısı aslında meclisin mimarisi ile bir bütün olarak çok örtüşüyor. Ancak şu an cami kapalı ve atıl durumda. 15 Temmuz’un ardından hasar gören TBMM Halkla İlişkiler Binası A ve B bloklarının Eylül ayında yıkılması sorasında TBMM Camii’nin de yıkılarak yenisinin yapılacağı iddia ediliyor.
Prof. Uğur Tanyeli’yle de, AKM gibi yapılara da değindiği söyleşimizde bu yapıların mimarlık tarihindeki yerini ve önemini konuştuk.
Uğur Tanyeli: İller Bankası Binası 1930’lar Türkiye’sinin en önemli mimarlarından biri olan Seyfi Arkan’ın tasarımı. Hatta Arkan, sadece 1930’ların değil, bu ülke tarihinin genelde en kayda değer mimarlarından biri sayılabilir. İller Bankası ise onun en başarılı işlerinden biri. O dönemin teknik açıdan en yüksek standardını temsil ediyor. Modernizmin dünya genelindeki tarihine bile örnek olarak katılabilecek bir tasarımsal kalitede. Behruz ve Can Çinici’nin eseri olan TBMM Camisi de ibadet yapısı tasarımı alanında Türkiye’nin yaratıcı olabildiğini kanıtlayan az sayıdaki ürün arasında. Genel eğilimin, 16. yüzyıl Osmanlı cami mimarisinin ilkel taklitlerini yapmak olduğu bir ülkede ve 1980’lerin sonunda, yepyeni bir mimari dille güncel bir İslami yapı tasarlamanın mümkün olduğunu kanıtlıyor. Türkiye’de bunu başarıyla yapan ilk yapılardan biri. Modernite ile İslam’ın çelişmesinin gerekmediğini, tam aksine, çağdaş bir İslami duyuşun ve dinsel estetiğin üretilebileceğini ortaya koyuyor. Öyle ki, Emre Arolat’ın iki yıl önce hizmete açılan Sancaklar Camisi’ne gelinene kadar Meclis Camisi düzeyinde başarılı başka bir cami tasarımından söz edilemez burada. İller Bankası’nın da Meclis Camisi’nin de tarihsel mal varlığının önemsendiği aklıselim sahibi bir ülkede özenle korunması gerekir.
Ancak, Türkiye’de “tarihsel” denildiği zaman akla hep, değerliliği tanımlayan bir zaman eşiği geliyor. Bu ülkede tüm geçmişi sahiplenmek yerine, onun ideolojik gerekçelerle seçilmiş bazı dönemlerini sahiplenmek gibi çarpık bir yaklaşım vardı ve hala da var. Bir zamanlar, 1960’lara dek, o eşik sadece 18. yüzyıl öncesinin mimarisini önemsemek şeklindeydi. Sonrası yozlaşma ve bozulma sayılıyordu. 1960’lardan başlayarak 18. yüzyılı da sahiplenme bilinci yavaş yavaş yeşerdi. Ama 19. yüzyıl ve sonrası 1980’lerde bile çoğu okumuş yazmış tarafından hala tarihsel değere sahip görülmüyordu. Şimdi 1930 ve sonrasının mimari değerlerini hiçe saymak gibi başka bir ideolojik tavır var. Dikkat ederseniz, giderek ve epey yavaş biçimde tarihselliğin uzak geçmişe ait olmak demek olmadığını anlamaya çalışıyoruz. Ne var ki, bu bilince ülke olarak çok yavaş ulaşıyoruz. O yolda sayısız önemli tarihsel yapıyı yok ettik ve hala da ediyoruz. Daha önemlisi, bir türlü ideolojik dirençleri ortadan kaldıramıyor, gündelik siyasal asabiyeti bir yana bırakıp mimarlığa ve geçmişe bakamıyoruz. Mimari açıdan değerlilik meselesini tartışmayı ender akademik kulvarlar dışında başaramıyoruz. Örnek vereyim: 19. yüzyıl mimarlığını ve belirli bir 19. yüzyıl yapısını tartışmak yerine, onların yapıldığı dönemin sultanı Abdülhamit’i ve rejimini tartışmayı yeğliyoruz, açık veya örtük olarak. Kimimiz için yüce hakan, kimimiz için sefil bir müstebit o. Oysa, tarihsel aktörlerin, dönemlerin, yapıların olağanlığının farkına varmalıydık. Çoğunluk bunun tam aksini yapmak eğiliminde. Tarihin ve geçmişin bazı kesimlerini, aktörlerinse kimilerini kutsallaştırmak istiyor Türkler. Halbuki bugünün dünyasında kutsallaştırmaya değil, olağanlaştırmaya ihtiyacımız var. Geçmişin geçmiş olmaktan başka bir özelliği olmadığını kavramalıydık. Geçmişi bütünüyle, tüm aktör ve dönemleriyle kendimizin bilmedikçe, olağanlaştırmadıkça, ne toplumsal barışa ulaşabileceğiz, ne de tarihsel mimarlık varlığımızı geleceğe aktarabileceğiz. Aksi olsaydı, Meclis Camisi, İller Bankası, AKM ve daha niceleri itinayla korunmaya çabalanan eserler olurlardı; yıkılma tartışmalarına ilişkin sorulara yanıt vermem beklenmiyor olurdu.
AKM herkesin bildiği gibi yıllardır işlevsiz tutuluyor ve birkaç yıldır da çatı sistemi ve dış kaplamaları açıldığı için iklim koşullarının yıkıcı etkilerine maruz bırakılıyor. Bunun dünya genelinde benzersiz bir israf ve değer bilmezlik olduğunu söyleyebilirim. Kullanılır halde ve çok yüksek teknik standartlara ve pahalı sahne donatılarına sahip bir tiyatro-opera-konser kompleksinin adım adım yok edilmesine yönelik bir girişimle yüz yüze olunduğunu söyleyebilirim. Yapının eskidiğinin, artık işe yaramaz olduğunun ve güvenlik koşullarını sağlamadığının iddia edildiğini biliyorum. Bunlar ciddiye alınabilir savlar değil. Birincisi, yapıyı doğa koşullarına özellikle açık bırakırsanız sonunda tabii ki kullanılmaz hale getirirsiniz. AKM’de yapılan da bu. İkincisi, eskime ve yeni koşullara uymamak her tarihsel yapı için geçerli bir gerçektir. Bu durumda yapılar yıkılıp ortadan kaldırılmak yerine, sürekli bakım yapılarak, kısmi yenilemeler ve onarımlarla güncel koşullara uygun hale getirilirler. Süleymaniye medreseleri güncel koşullara AKM’nin yüzde biri kadar bile uymazlar. Yıkacak mıyız? Dünyada -bırakın AKM gibi 1960’larda inşa edilmiş- 18. yüzyıldan kalmış ve hala kullanılır nitelikte böyle çok sahne sanatları binası var. Kimse onları yıkıp daha iyisini yapacağız demiyor. Ama, Türkiye gibi AKM niteliğinde beş adet gösteri sanatları merkezi bile bulunmayan bir ülkede “daha iyisini yapacağız” gibi sözler söylenebiliyor. Yapabiliyorsanız bir tane daha yapın ve çalıştırın. Kaldı ki, bu kadar karmaşık teknik içerikli bir yapının yeniden yapımının mali yükü bile olağanüstüdür. Türkiye’den çok daha zengin Almanya’da ve İtalya’da böyle yüzlerce tiyatro var ve birini bile feda etmiyorlar. O zaman AKM’yi ille de yıkmak için neden uğraşıldığını sormak gerekir. Bunun yanıtının rasyonel gerekçelere dayanarak verilebileceği kanısında değilim. Yıkmak istemenin, yıkmak istemekten, sevmemekten başka bir nedeni bence yok. Türkiye’nin hızlı ve çok başarılı bir restorasyonla kolayca çözülebilecek bu meseleyle yıllardır neden meşgul edildiğinin de akla uygun bir açıklaması bence olamaz. Yıkımın yanlış olacağı o kadar aşikâr ki, belki tek açıklama “birileri yıkılmasın diyorsa onlara inat olsun diye yıkalım” şeklinde olabilir. Başka bir gerekçe de, kendileri AKM’nin sunduğu hizmeti kullanmayanların, oraya ilişkin hiçbir anısı bulunmayanların, yalnızca bu nedenlerle bile AKM’den nefret etmesi olabilir.
Öncü olmak çok iddialı bir terim. Mimarlık tarihinde dünya genelinde bir avuç öncü yapı var. Mimarlık eserlerini korumamız için öncü olmaları gerekmiyor. Belirli bir dönemi, anlayışı, olayı, kişiyi, ideolojiyi, sanatsal yaklaşımı, toplumsallığı temsil eden ve/veya çağrıştıran ve/veya belgeleyen her yapı korunmaya değerdir. Örneğin, İller Bankası sadece 1930’ların kıt olanaklarıyla o kadar yüksek bir yapım ve tasarım düzeyi tutturulabilmiş olması açısından bile korunmalıdır. Kaldı ki, onun ötesinde uluslararası düzeyde bir başarı örneği olduğu da kesin.
Meclis Camisi ise, biraz önce de söylediğim gibi, dinsel inancın güncel mimari morfolojiyle kavgalı olmayabileceğini en manifester biçimde kanıtlıyor. Bu manifester duruşun Meclis’te olmasıysa özellikle önemli. O camiyi yıkmak ve yerine Ataşehir Sinan Camisi benzeri bir çakma Osmanlı klasik binası koymak, Türkiye’de 16. yüzyıldan sonra hiçbir önemli mimarlık ürünü yapılamadığını söylemekle eşanlamlıdır. Sürekli olarak 17. yüzyıl öncesine takılıp kalmanın başka ne anlamı olabilir? Bu takıntı, “yeni mimarlıklar üretmeyi beceremiyoruz” diye itirafta bulunmak anlamına gelir. Tarihsel gelişimi 17. yüzyılda sonlanmış bir mimari üretkenlik ortamında yaşandığını iddia etmek demektir bu. Benim anlamadığım şey, ülkesini ve kültürünü önemsediğini iddia eden birilerinin nasıl olup da böyle bir 17. yüzyılda tıkanıp kalmışlık halini içlerine sindirebildikleri. Türkiye toplumu son yaratıcı mimarı Sinan olan bir toplumsa, kültürel açıdan çoktan ölüp gömülmüşüz demektir. Ya da öldüğünün farkında olmayan, yaşadığını sanan zombileriz hepimiz. Ben şahsen bir zombi toplumu içindeki ender canlılardan biri olmadığıma inanmak istiyorum.
Bu meselenin hukuken nasıl çözüleceğini bilmiyorum, önemsemiyorum da. Korumak için hukuki süreçlerden daha yaşamsal olan şey, biraz önce de söylediğim gibi, tarihi olağanlaştırmaktır. Tüm geçmişimize aynı sempatiyle yaklaşmak yerine, bazı kesimlerine nefretle yaklaşılırsa, sonunda ortada korunacak mimari varlık kalmaz. Öyle ya, Türkiye’de herkesin geçmişte ve bugün nefret ettiği bir şeyler var. Herkes kendi nefretini fiziksel çevreye kusarsa, bunların bileşkesi bugünkü tahribat ortamı olur çıkar. O yüzden Türkiye korkunç boyutta bir yapı kaybı yaşamakta ve yaşıyor.
Her dönemde çeşitli gerekçelerle yok edilen önemli yapılar oldu. Cumhuriyet’e kadar zaten böyle bir korumacı endişe istisnaiydi. Gerektiği zaman her eski yapı ortadan kaldırılıp yerine yenisi yapılabiliyordu. Veya yeni zevk anlayışı doğrultusunda özgün bünyesi değiştirilebiliyordu. Hele hele yapı Türk dönemi öncesine aitse bu iş daha da kolaylaşıyordu. 1930’lardaysa korumacı endişe tırmandı, ama koruma vurgusu 16. yüzyıl ve anıtsal mimarlık üzerindeydi. Geleneksel konut stokunu ve 18. yüzyıl ile sonrası eserlerini korumak önemsenmiyordu. Kimi cadde açımları sırasında epey eski eser yok edildi. Örneğin, İstanbul’da Atatürk Bulvarı açılırken Kırkçeşme gibi benzersiz bir su yapısı duyarsızca ortadan kaldırıldı. Ancak, en büyük eski eser tahribatlarından biri, şimdilerde muhafazakarlığı övülen DP iktidarı döneminde (1950-60) yaşandı. DP klasik Osmanlı’yı korumayı çok önemser gibi gözükürken, yeni cadde ve bulvar açma istimlakleri sırasında İstanbul’da yüzlerce tarihsel yapıyı yok etti. Benzer bir tırmanma Özal döneminde de yaşandı. Haliç boyunca pek çok eski eser, yol ve park yapmak uğruna istimlak edildi. Özetle, Türkiye’de eski eser tahribatı alanında hiçbir dönem ve iktidarın eli temiz çıkmaz. Her biri yerine konamaz önemdeki sayısız yapıyı ortadan kaldırdı. Örneğin, ender istisnalar haricinde, 1970’lere kadar konut mimarisi kimsenin kaygı konusunu oluşturmadı. O nedenle sandığımızın aksine, bugün bu boyutta bir ülke için çok küçük bir geleneksel yapı stokuna sahibiz. Ancak, eski kuşakların çok geçerli bir mazereti vardı: Dünya genelinde de benzer yaklaşımların varlığından söz edip kendilerini bir ölçüde haklı diye tanımlayabilirlerdi. Geleneksel konut burada korunmuyorsa, sözgelimi İngiltere ve İtalya’da da bugünkü kadar ciddiyetle önemsenmiyordu. Oysa şimdi dünyanın her yerinde korumacı bilinç AKM, Meclis Camisi, İller Bankası gibi yapıları korumayı bir zorunluluk kılarken, bu ülkede onları yıkmak için canla başla uğraşanlar var. Bunun anlamı şu: Geçmişteki yıkıcılar çağın dışında değil, içinde eylemde bulunuyorlardı. Şimdikiler anakronik gözüküyorlar. Tarihsel mal varlığına karşı çağın genel denebilecek eğilimlerinin dışında bir duyarsızlığı temsil ediyorlar. İçinde yaşadıkları çağın genel duyarlılık rejiminin haricinde kalıyorlar. Bu ise çok iç burkucu gözüküyor.
*Söyleşi, Istanbul Art News’ün Aralık sayısında yayınlanmıştır.