Richard Sennett ile söyleşi.
Richard Sennett: Bu konuda çok net bir görüşüm var. Bir mimar hiç bir zaman kamunun büyük kesimini ilgilendiren kapsamlı projelerde gayrimenkul geliştirici şirketlerle birlikte yalnız bırakılmamalı. Büyük projeler, mimarın bağımsızlığının korunabilmesi adına, devlet veya belediye tarafından sübvanse edilmelidir.
Gayrimenkul geliştirici tarafından kullanılan bir mimarın prensiplerini koruması çok zor. Eğer binlerce insanın hayatını etkileyecek büyüklükte bir proje yapıyorsanız, mimar olarak müşteriniz o insanlar olmalı, o alandan para kazanmak isteyen firmalar değil. Bunun da tek yolu, devletin veya belediyenin arada durmasıdır.
Üzerinde düşündüğüm ve beni rahatsız eden bir konuda soru sordunuz bana. Büyük boyutlu kentsel projelerde mimarların işvereni yerel veya merkezi yönetimler olmalı kesinlikle…
RS: Evet, doğru, çok karışık, sevimsiz bir durum. Aslında önerdiğim yöntem, tedavinin bir adım öncesi. Belki İngiltere, Fransa veya Almanya gibi ülkelerde daha uygulanabilir bir metot. Buralarda bile sıkıntılı çünkü büyük ölçekli projelerde mimar pek çok taviz vermek zorunda kalıyor ve sonu gelmeyen bir döngüye giriyor. Buna itiraz etmesi de pek mümkün olamıyor çünkü ekonomik olarak sıkıntılı olan yerel veya merkezi yönetim bir anda mimarın işine son verebilir. Bu da çok büyük bir sorun aslında.
RS: Bu şekilde ifade etmezdim sanırım. Binaları imal ederken kullandığımız harika araçlar, makineler ve sistemler var. Ancak modern dünyada imalat sorunlu. Özellikle kapitalist sistemin binaları göze hoş gelen, estetik bir standardizasyona sürüklemesi söz konusu.
Dolayısı ile yaratıcılık, zanaatkarlık ve imalat arasına girebilen bir husus değil. Küçük ölçeklerde mimari üretimlerde, örneğin tekil ev çözümlerinde malzemeye dayalı zanaatkarlık söz konusu olabilir. Ancak büyük ölçekli projelerde, kentsel projelerde bu biraz sıkıntılı.
Şahsen Alejandro Aravena’nın işleri beni derinden etkiliyor. Kendisi, insanların bir ölçüde kendi zanaatkarlıklarını uygulayabilecekleri bir mimari sistem üretti ki bu çok şahane bir şey. Aynı şekilde Teddy Cruz da bu kapasiteye sahip biri örneğin. Ama bu, mimarın müşteri ile sıradışı bir ilişki ve ölçekte birlikte çalışmasını gerektiriyor, ancak ondan sonra malzemeye dayalı zanaatkarlıktan farklı bir şekilde söz etmek mümkün olabilir.
Mimar olarak farklı ve büyük ölçeklerle karşılaştığımızda çok da dürüst değiliz aslında. Çoğunlukla bankaların çalışanları konumunda oluyoruz. Dolayısı ile mimarları doktorlara ve avukatlara benzetmek yanlış, belki muhasebecilere veya hesap uzmanları ile anoloji kurulabilir.
RS: Benim neslimin direnç nosyonu kağıt mimarlığında (paper architecture) saklı idi. Tabii ki teori seviyesinde. Sizin neslinizde ise, özellikle Batı Avrupa söylemi dışında bir nevi yerel mimarlık pratiğinin bu direnci gösterdiğini izliyorum. Daha çok Brezilya, Arjantin, Meksika gibi Latin Amerika ülkelerinde çok sık karşıma çıkan bu durum imza mimarlığına karşı duran, kullanıcıyı sürece dahil etmeye çalışan taze fikirler şeklinde görünüyor.
RS: Bunun bir de arka yüzü var. Biliyorsunuz ki ben bir sosyolog olarak eğitim aldım ama mimarlıkla da ilişkim hep var oldu. Sosyolojiyi icra ederken, binaları incelemek teorik olarak sosyolojiye katkıda bulunuyor elbette ama fiziksel olarak bir objeyi meydana getirmek, sosyal bir ilişkiyi düşünme açısından çok heyecan verici. Tek taraflı bir ilişki değil bu. Mimarlar, sadece mimarlarla çalışmakla öğreneceklerinden daha fazlasını, ekonomistlerden veya sosyologlardan öğrenebilirler örneğin. Aynı şey bizim için de geçerli. On yıllardır benim de içinde çalıştığım sosyolojinin yeni bir alanı olan görsel sosyoloji alanında örneğin film, fotoğraf ve kimi zaman gerçek bir bina üretim sürecinde tasarımcılarla çalışıyoruz ki bu iyi bir şey.
RS: Size katılıyorum. Bir imza mimarlığına dair eğiliminiz var. Herhangi bir zanaatkar gibi değilsiniz. Stradivarius örneğin sürekli viyolin imal etti, ardı ardına. Oysa sizin yaptığınız binalar çok daha statik şeyler. Yine benim neslimde, zanaatkarlığa en yakın duran mimar herhalde Lois Kahn idi. Yine de bir stil üretmedi, ürettiği daha çok bir diyalog bir öykü idi. Mimarları bugün sıkıntıya sokan şey sanırım belli güçlere tabi olmak zorunda kalmanız. Bu tebaiyet durumu yeteneğinizi kısıtlıyor.
RS: Suç ortağı demek istemem. Bu tartışmaları başlatmak ve farklı kişileri bunlara dahil etmek o kişileri klasik düşünme kalıplarının dışına çıkmasını sağlayabilir, özellikle belediye, hükümet gibi büyük ölçekli işverenlerde. Bu kişilere “bu eski moda” derseniz bu alışıldık bir tepki olur, insanlar yine de cevap verir ama sınırlıdır bu cevap. Bana göre acil olan, tasarım profesyonellerinin kendilerini bankaların, büyük şirketlerin hükümdarlığından kurtarmasıdır. Bu profesyonellerin işledikleri suç değil ama tebaiyet böyle bir izlenim doğuruyor.
Bu büyük bir kriz aslında. Sanırım 18 yy’da bir kral için çalışan herhangi biri bugün bir banka ya da küresel bir şirkete çalışandan çok daha özgürdü. Çünkü kral yeni deneyimlere bir bankaya kıyasla çok daha açıktı. Bankalar aslında bina satmıyorlar, metrekare satıyorlar, boşluk satıyorlar.
RS: Evet, öyle muamele görüyor. İçinde bulunduğumuz durum berbat aslında. Ama buna karşın bir çözüm var. Objelerin, binaların nasıl olacağına dair kişilerin hakkı, bir iddiası var. Ve bu hak, objeleri tasarlayan tarafından talep edilebilir.
Bu durumda mimar ve gayrimenkul geliştiriciler arasında devlet bir arayüz yaratmalı.
Evet zor olan bu. Kapitalizm ve devlet yönetimi arasında çok sıkı, neredeyse ayrılmaz bir ilişki var. Batı Avrupa’da bu ikisi arasına bir boşluk konabiliyor kimi durumlarda. Devletin araçları var, planlama komiteleri, tarihi eser kurulları, koruma kurulları gibi. Yerel topluluklar da bu araçları kullanarak gerektiğinde itiraz edebiliyorlar. Bu araçlar sayesinde mimara daha fazla özgürlük tanınabiliyor.
RS: Evet, kimi zaman olabiliyor, Amerika’da bile. İdeal bir durum değil elbette, ama gelişen bir dünyada kapitalizmin mahkumusunuzdur. Bu mücadele edilmesi gereken bir durum.