Büke Uras ile yeni kitabı "Büyükada: Moris Danon Koleksiyonu" hakkında yaptığımız söyleşide, Büyükada'nın tarihi ve mimari gelişimi üzerine çarpıcı gerçekler hakkında konuştuk.
Ada Umay Cansız: Kitapta tarihi, siyasi ve politik gelişim ile Büyükada ruhunun ve mimarisinin etkileşimini; bu bağlamda gelişimi ve değişimini çok net bir şekilde öğreniyoruz. Tarihte yer edinmiş figürlerden, kitaplardan ve belgelerden alıntılarla desteklediğiniz ve Moris Danon’un hayranlık uyandıran kapsamlı koleksiyonu ile paslaşarak ilerlediğiniz bir Ada tarihi sunuyorsunuz okuyuculara. Mimari odaklı ilerleyen kitap, sizin mimar kimliğiniz ve yapılan çok geniş kapsamlı araştırmayla birlikte bende bir zaman yolculuğuna çıkmış hissi yarattı. Eminim ki sizin için de manevi değeri çok yüksek olan bu önemli koleksiyon kitabı üzerine çalışmaya karar verme süreciniz nasıl gelişti? Büyükada ile nasıl bir ilişkiniz vardı ve bu yolda Moris Danon ile yollarınız ne noktada nasıl kesişti?
Büke Uras: Öncelikle merhaba, beni davet ettiğiniz için teşekkür ediyorum. Bahsettiğiniz gibi bu kitap; yakın dostum, kendisi de bir Adalı olan Moris Danon’un kişisel koleksiyonu üzerine kaleme alındı. Değerli bir ekip çalışması ile ortaya kondu. Tabii ki başta Moris Danon’un tutkulu koleksiyoner vasfı, bunun yanında editörümüz Müge Cengizkan’ın profesyonel yaklaşımı, İngilizce’ye çeviri için Adalı dostumuz Melis Şeyhun Çalışlar’ın özverili çalışması ve Emre Çıkınoğlu’nun başarılı grafik tasarımıyla kitap ortaya çıktı. Hem bu kitabı mümkün kılan koleksiyoner Moris Danon’un hem de kitabın yazarı benim, birkaç nesle dayanan Adalı kimliklerimiz ve dolayısıyla Ada’ya yönelik duygusal bağımız, önce Moris Danon elinde koleksiyonun sonra da işbirliğimizle bu kitabın oluşmasını tetikledi.
Özellikle altını çizmek istediğim nokta, sıklıkla olumsuz dönüşümler karşısında duyduğumuz benzer duygusal tepkilerin belgeleri tarafsız yorumlamamızın önünde bir engel oluşturmamasına gayret gösterdik. Mimari yozlaşmaya rağmen Büyükada’yı geçmişinin gölgesinde bir travma mekanı olarak ele almadık. İdealize edilen ve artık var olmayan bir dünyaya yönelik hüzünden, yitirilen kültürel ve sosyal dokuyu mitleştirmekten özellikle kaçındık. Benimsediğimiz bu ortak iyimser tavır da kitabın ana çizgisini belirledi.
Ada Umay Cansız: Kitabın büyük bir bölümünü kapsayan Moris Danon Koleksiyonu’ndan sayısız fotoğraf, mektup, kartpostal, fatura gibi birçok tarihi belgeye yer veriyorsunuz. Hatta sanırım metin aralarında bahsettiğiniz kadarıyla koleksiyon, kitapta yer verilenden daha da fazlasını kapsıyor. Bu belgeleri deşifre etme, çevirme, koruma ve seçme süreçleri nasıl işledi?
Büke Uras: Bu kitap, Büyükada’ya dair belge ve görsellere eşlik etmek üzere kaleme alındı. 16. yüzyıla inen metinlerimiz, kitaplarımız mevcut ama kabaca 19. yüzyıla ait bir koleksiyondan bahsediyoruz.
Araştırma, Ada’ya dair bir genel tarih çalışması olarak başladı. Ancak koleksiyona ait arşiv malzemesi ile metinler yavaş yavaş birleştikçe Ada’nın özgün uluslararası kimliğini yansıtan bir anlatıma, yerel tarih çalışmasının oldukça dışına çıkan bir noktaya evrildi.
Prens Adaları’nın coğrafi kopukluğu, tarihsel anlamda kaleme alınan tanıklıkları sınırlamıştır. Buharlı vapurların tesisi 1840’lı yılların ortalarından itibaren söz konusu, bundan önce yaklaşık 5 saat süren “Pazar Kayıkları” denilen oldukça zorlu bir ulaşım aracıyla Büyükada’ya varılıyor. Bu fiziki zorluk da doğal olarak tanıklıkları sınırlıyor. Hakkında yazılanlar az sayıda olduğundan, Büyükada’yı kaleme alan çalışmaların çoğunda metinsel referanslar ortak. Örneğin 17. yüzyılda, aralarında 10-20 senelik bir tarih aralığı olan, Hollanda‘da basılmış bir kitapla Fransa’da basılmış bir kitapta, metinlerin birebir aynı olduğunu şaşkınlıkla fark ettik. Bu tekrarlar, bir şekilde gitmemekten ya da gidip önem vermemekten kaynaklanan birincil kaynakların kısıtlı olduğu saptaması; bizim ilk ke sunduğumuz yeni verilerin önemini arttırmaktadır.
Koleksiyonun şimdilik sadece dörtte biri gibi oldukça ufak bir bölümüne yer verebildik. Kitabı 400 sayfayla sınırlı tutmak gayretiyle, oldukça önemli belgeleri elemek zorunda kaldık. Şu ana kadar yayımlanabilenler ve sonrasında ortaya konulacak belgelerin, Ada’yı merkeze alan çok sayıda yeni tartışmayı da tetiklemesini arzu ediyoruz. Çıkış noktamız bu arzudan kaynaklanıyor.
Ada Umay Cansız: Yavaş yavaş kitabın içeriğine doğru ilerlemek istiyorum. Kitabın önsözünün ardından gelen “Başlarken: Ada Ruhunun Peşinde” bölümünün son paragrafında değindiğiniz daha sonra “Yanılsama Üzerine: İmparatorluğun Sonunda Büyükada” bölümünde “Büyük Harekat-ı Arz” üzerinden ve daha birçok kısımda ara sıra sözü geçen bir deprem konusu var.
Güncel olarak da gündemimizde olan ve coğrafi olarak tarih boyunca bizi etkilemiş olan bu konudan Büyükada’nın ruhu bağlamında şöyle söz ediyorsunuz: “Takımada’nın bir zamanlar parçası olan, Maltepe açıklarında iki adacıktan oluşan Vordonisi, 1010 yılında meydana gelen şiddetli depremde denize batarak tarih sahnesinden silinir. Patrik seçilen Din Alimi Photios’un 858’de Vordonisi üzerine inşa ettirdiği manastırın suya gömülüşü, 1894 ve 1999 depremlerinin toplumsal hafızadaki izleri, tıpkı bir anda değişen talihleriyle Lizbonluların ya da Vezüz Yanardağı karşısında Napolilerin duyduğu acizlik düşünüldüğünde, doğal afetlerin yerel halkın genlerine işlediği tedirgin ruh halinin yersiz olmadığının kanıtıdır. Olası bir tahribatın yarattığı korku, Adalı kimliğine mührünü vurur.”
Bunlardan yola çıkarak doğal afetlerin, özellikle de depremin Adalı ruhunda ve Ada mimarisinde nasıl etkileri var?
Büke Uras: Doğal afetlerin etkisi büyük. Bunu anlatmadan önce isterseniz ufak bir parantez açalım. Prens Adaları’nın kaybolan bir adası olan Vordonisi’nin, 1010 yılında battığı bilgisi kesin değil. Çünkü 1770 tarihli John Lodge haritasında hala gözüküyor. 18. yüzyıldan itibaren, zamanla suya gömüldüğü ihtimali olasılıklardan bir tanesi.
Büyükada özeline geri dönersek fay hattına yakınlığından dolayı depremler, Büyükada üzerinde özellikle yıkıcı olagelmişlerdir. Örneğin Ada’nın eski merkezi -günümüzde Aya Nikola Manastırı’nın olduğu- Karya isimli bir yerleşim yeri. Bugün yerinde hiçbir şey yok. Bunun da sebebi 1509 yılında gerçekleşen, “Kıyamet-i Sura” ya da “Küçük Kıyamet” olarak adlandırılan büyük deprem. Bu şiddetli depremde, fiziki olarak yer yarılıyor ve Aya Nikola Manastırı içine gömülüyor. Sonrasında bu “batık manastır” tekrar inşa ediliyor. Çevresinde yer alan adanın ilk yerleşimi “Karya” tamamen terk ediliyor ve günümüzde Pancos İskelesi civarına taşınıyor. Böylece Ada’nın merkezi, bu afet neticesinde tamamen kaymış oluyor.
İkinci önemli deprem hepimizin bildiği, “Büyük Harekat-ı Arz” olarak adlandırılan ve İstanbul’u da çok etkileyen 1894 depremi. Döneminde başkentte yeterli donanımda bir gözlemevi olmadığından, hakkındaki en önemli rapor Atina Ulusal Gözlemevi müdürü Demetrios Eginitis tarafından hazırlanıyor ve Sultan 2. Abdülhamid’e sunuluyor.
Raporu incelediğimizde, sunulan veriler oldukça önemli. Özellikle depremin büyük hasara yol açtığı Adalar’da, depremin anakaradan daha şiddetli hissedilme sebebinin, toprağın jeolojik yapısıyla ilişkili olduğu kaydediliyor. Sarsıntının etkileri bir şekilde açıklanmaya çalışılıyor ve örnek olarak Büyükada’da depremde yıkılan Değirmen sanayi tesisinin (bölgenin ismi hala Değirmen’dir) büyük bacasının -arşiv fotoğraflarında görebiliyorsunuz- aşağıdan yukarıya doğru küçülen üç parça halinde yıkılması, dönel ve dikey devinimlerin neticesi olarak açıklanıyor. Ürkütücü olan, raporda; Büyükada açıklarında depremi takip eden iki gün boyunca, deniz yüzeyi üzerinde asılı üç kilometre uzunluğunda, dar, bulutsu ve gri renkte bir bant gözlendiği. Sular çekildiğinden İdare-i Mahsusa’ya ait bir vapur karaya oturmuş, Nizamiye Sular İşletmesi’nin Hristos tepesindeki havuzu çatlamıştır. Hamidiye Camisi’nin minaresi yıkılmış, Aya Yorgi ve Aya Nikola manastırları büyük zarar görmüştür. Ancak kargir binalar karşısında ahşap ve ardından tuğla yapılar sarsıntıya daha iyi dayanmışlardır.
Eginitis raporunda, Büyükada’da Mesrobyan Bey’in evini örnek göstererek tuğlanın dayanıklılığını özellikle belirtir. Afet sonrasının yoğun onarım ve imar hareketliliğinde tercih edilmeye başlanan ahşap ve tuğlanın yanı sıra, kiremit ve hidrolik kireç gibi ihtiyaçları karşılamak üzere girişimler gecikmez. Dimbouglou & Mandicas inşaat malzemesi deposu ya da Seferoğlu tuğla üretim atölyesi gibi önemli yerel işletmeler, depreme daha dayanıklı olan yeni malzemelerin üretimi fikriyle kurulur. Adanın baskın yapı malzemesi olarak ahşap ve tuğla böylece öne çıkar. Bu da önemli bir mimari sonuç.
Ada Umay Cansız: Yine Ada tarihi ve günümüz ilişkisi ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Kitabın dört ana bölümünden ilki olan “Tecrit Üzerine: Coğrafyanın İlahi Yorumu” bölümünde henüz sayfiyeleşmenin bile başlamadığı bir dönem olan 1700’lü yıllardan, o dönem dini yapıların yaygınlaşması sürecinden detaylıca söz ediyorsunuz. Ada tarihinde ruhani yapıların ne denli önem taşıdığı da su götürmez bir gerçek. Ancak sizin de değindiğiniz gibi İstanbul’un kentsel gelişiminde dini ritüellerin önemi yeterince ele alınmamış bir konu. Yazar Lewis Mumford’dan yer verdiğiniz “Manevi hayatın pratik hayattan ayrılması, varoluşumuzun her iki tarafına da tarafsız şekilde yansıyan bir lanettir,” alıntısı da bu konunun değerini ve etkisini özetliyor aslında. İstanbul’da, Adalar’da günümüze kadarki süreçte bu konuya bakış açısı nasıl değişti, bu konuya farklı bakılsaydı yaşadığımız şehirler nasıl farklılık gösterirdi sizce?
Büke Uras: Bu benim özellikle hassas olduğum bir konu. Sembolizmin hem insanlığın dini yaşamındaki belirleyiciliği hem kentsel izdüşümleri çok önemli ve İstanbul özelinde bu konu henüz çok araştırılmadı.
Söz konusu yer günümüzde Lunapark Meydanı olarak adlandırılan büyük meydan ile zirvedeki Aya Yorgi Manastırı’nı birleştiren yokuş; aslında dünyevi (meydan) ile kutsal (manastır) arasında bir eşik işlevi görüyor. Manastır’a çıkan yaklaşık bir kilometrelik yokuş, bir ibadet yöntemine dönüşüyor. Maksatlı fiziksel yorgunluğun, dini adanmışlık olarak yer bulduğu Hristiyan geleneğindeki ritüellerle karşılaştırılabilir çok rahatlıkla.
Yokuşu tırmanırken, birbiri ardına sıralanmış ufka uzanan kara ve deniz görünüşleriyle manastırın konumu, sanki Ada üzerindeki manevi hakimiyetini gizliyor. Bu baskın konum, fiziki sınırlar ile kısıtlı olmayan, Pagan geleneğindeki Poseidon tapınaklarının çevreleriyle ilişkilerini hatırlatan ilahi bir ruhaniliği işaret ediyor. Poseidon’un yerini Aya Yorgi almış olsa da bir manevi süreklilik söz konusu ve bu süreklilikle Aya Yorgi, biçimsel ya da liturjik olmasa da semantik bağlarıyla Osmanlı dünyasının Pagan geçmişinin dünya algısına en yaklaştığı yerlerden bir tanesi.
Lewis Mumford’un sizin de bahsettiğiniz cümlesi önemli. Özellikle İstanbul, bu tip ruhani değerlerin, bir şekilde kentsel plana etkilerinin son derece önemli olduğu bir kent. Örnek verelim; şehrin imarını büyük ölçüde etkilemiş Eyüp’teki Cülus-ı Hümayun Yolu. Sahilden Eyüp Sultan Camisi’ne kadar uzanan dini bir güzergah söz konusu. Ancak 1980’li yıllarda sahil yolunun geçirilmesiyle maalesef denizle bağlantısını tamamen yitiriyor ve anlamını kaybediyor. Benzer örnekler Yıldız Sarayı ile Yıldız Camisi bağlantısı ile buna eşlik eden ve Barbaros Bulvarı’nın açılmasıyla yok edilecek kamusal açıklıkları ya da Dolmabahçe Sarayı ile hiç inşa edilmeyecek Vişnezade’deki Aziziye Camisi arasındaki bir kentsel bağlantı olarak kurgulanan Akaretler Yokuşu. Sarkis ve Agop Balyan tarafından Sultan Abdülaziz için tasarlanan Aziziye Camisi, Vişnezade düzlüğünde yer alacaktı. Akaretler yokuşunun hepimizin bildiği sol kanadının kavisinin yönünü, Aziziye Camisi’nin öngörülen konumu belirler.
Sadece bu iki üç örnek bile İstanbul kentsel planlarındaki ruhaniliğin izlerini göstermemiz açısından önemli. Hanedanla ilişkili Müslüman dini ritüeller kadar bir zamanlar payitahtın birçok mahallesini kateden sayısız Hristiyan ikon olayları da etkin olmuşlardır.
Ancak Aya Yorgi Yokuşu, İstanbul’da hala müminler tarafından katedilen, Doğu Roma ruhunu devam ettiren son dini güzergahtır.
Ada Umay Cansız: Büyükada tarih boyunca birçok ilke ev sahipliği yapıyor ve çok sayıda gelişmeye öncülük ediyor. Bunlar arasında;
– “Macar Gezintisi” ile modern anlamda eğlence mekanlarının yaygınlaşmasına ve sosyal yaşamın geceleri de yer almasına öncülük etmesi,
– Sahil şeridinin gezinti yoluna dönüşümü sırasında yapılan, yolu sınırlayan korkuluk ve çevresinin Cumhuriyet İstanbulu’nun ilk kapsamlı kent mobilyası olması,
– Düzenlenen regattalar yani tekne yarışları sırasında kadınların da spor faaliyetlerinde aktif rol alması,
– Büyükadalı Eugenios Antoniadis’in Dünya’da ilk Mars haritasını çizen kişi olması ve daha nicelerini sayabiliriz.
Büyükada’nın bunca önemli dönüm noktasına ev sahipliği yapmasının sebebi sizce nedir ve Büyükada sizce hak ettiği önemi görüyor mu ya da tarih boyunca görmüş mü?
Büke Uras: Büyükada’nın kent yaşamına kattığı modernlik pratikleri ve özgürlükler, rahatlıkla fark ediliyor. İsterseniz cevap verebilmek için verdiğiniz örneklere teker teker değinelim.
Öncelikle “Macar Gezintisi” dedik. İlk kez bu kitapla kentsel ve sosyal anlamda önemine yer verilen bu güzergahın fiziki oluşumu ve yaygın kullanımı Sultan 2. Mahmud dönemine tarihlenmelidir. Amerikalı gezgin David Porter daha 1832 yılında “Macar” ismini kullanıyor. Bu tanım, yanı başında yer alan ve geçmişi 17. yüzyıla uzanan Aya Yani Mezarlık Kilisesi’nin varlığıyla, “mezar” kelimesinin zaman içinde “Macar” şeklinde telaffuz edilmeye başlanmış olmasıyla açıklanmalıdır.
19. yüzyılın ilk on yılından itibaren büyük kalabalıkları ağırlayan hareketliliği; kadın ve erkeklerin kamusal anlamda aynı anda kendini göstermesi açısından yeni bir ilgi odağı haline gelmesine sebep oluyor. Osmanlı sosyal yaşamı üzerindeki öncü etkisi, dönemin Pera (İstiklal) Caddesi ile karşılaştırılabilir. Büyükada, payitahttan görece uzak olduğu için hem merkezi yönetimin denetimi hem de toplumsal muhafazakarlığın kontrol mekanizmalarından bağımsız bir yer. Bu anlamda, marjinalleşmeye izin vermeden kamusal alandaki gece yaşamına dair çok sayıda tanıklık var, bu anakarada söz konusu değil.
Avrupa’daki örneklerle de karşılaştırılmalıdır. Günümüzde Fransa’ya ait olan Nice şehrinde, 1824 yılında denize paralel olarak düzenlenen Promenade Des Anglais (İngilizler Gezintisi) güzergahı yeni alışkanlıklar konusunda öncüdür. Kentliler, deniz kenarında bir gezinti güzergahıyla denizin boş vakte yönelik değerlendirilmesine tanık olurlar, kent ile deniz arasındaki ilişki böylece değişmeye başlar. İlginç olan, Büyükada “Macar Gezintisi”nin, “İngilizler Gezintisi” ile hemen hemen aynı yıllarda oluşturulmuş olmaları. Büyükada’nın seçkin bir sayfiye kimliği kazanmasında Macar Gezintisi’nin, Batı’daki benzerleriyle çağdaş olarak Osmanlı sosyal tarihinde öncü bir kentsel deneyim olarak hatırlanması gerekiyor.
Bunun haricinde üslup olarak modernizm konusu var. Modernizm, ülkede özellikle Cumhuriyet dönemiyle yerleşmeye başlıyor. Büyükada’da ise ilk kez bir binayla değil bir kentsel düzenlemeyle başlıyor. 1925 yılında, istimlak ve kamulaştırmalarla, rıhtım üzerinde ikinci bir çizgisel gezinti güzergahı oluşturuluyor. Yüzlerce metre uzunluğunda, dairesel açıklıklı betonarme bir korkuluk ve elektrik telleriyle birbirine bağlı, her birinin iki yüzeyinde ampuller taşıyan aydınlatma elemanları yerleştiriliyor. Bu düzenlemenin, Cumhuriyet İstanbulu’nun ilk kapsamlı kent mobilyası tasarımı olduğunu düşünüyorum. Günümüzde büyük kısmı maalesef balık lokantaları tarafından yıkılan ve bütüncül görünürlüğünü tamamıyla kaybeden bu nitelikli düzenleme, şehrin ilk modernist kent mobilyası olarak restore edilerek tekrar ortaya çıkarılmayı bence fazlasıyla hak ediyor.
Çok daha eskilere gidelim. Regattalar olarak bilinen tekne yarışları, Macar Gezintisi gibi Osmanlı sosyal yaşamında öncü konumdaki bir sosyal aktivite. Büyükada’da ilki 1859’da düzenleniyor ve 1. Dünya Savaşı’na kadar önemini devam ettiriyor.
Osmanlı’da halka açık kamusal şenlikler hanedan tarafından düzenlenmişlerdir. İlk defa 1850’lerden itibaren özel girişimle, kurumsal boşlukları dolduran bağımsız ya da yat kulübü üyesi yeni “seçkin” hamiler, kişisel statülerini yükseltirken sosyal açıdan da bilinçli ve öncü bir yeni yaklaşımın temsilcileri oluyorlar. Böylece regattalar, Osmanlı’nın özel girişim tarafından düzenlenen ilk kamusal şenliği olarak ortaya çıkıyor.
Başka önemli bir nokta daha var burada; Osmanlı sosyal yaşantısında ilk kez kadınlar ve erkekler, bir spor müsabakasını beraber seyrediyorlar. Moris Danon Koleksiyonu’nda, çok sevdiğim ve çok önemli olduğunu düşündüğüm bir fotoğraf mevcut. Alışılagelmiş yat yarışı fotoğrafları karadan çekilmiştir ve denizdeki yarışmacılara odaklanır. Denizden çekilmiş ve tribünlerdeki seyircilere odaklanan, 1885 tarihli ve Pascal Sébah imzalı bir fotoğraf var. Burada, seyredilen kadar seyirciler de konu ediliyor. Dönemin tanıklıkları, bu spor etkinliklerinin milliyetçilikle ilişkisi hakkında da fikir veriyor. Olimpiyatlar gibi uluslararası organizasyonlar henüz ortada yokken, sporun milliyetçilikle olan erken ilişkisi ve kadınlı erkekli Osmanlı kalabalıkların tribünlerde yarışları seyretmesi sosyal anlamda büyük bir yenilik.
Başka bir önemli konu, Büyükada’nın Osmanlı astronomi tarihindeki rolü. Deprem örneğinde bahsettiğimiz gibi İstanbul’da o dönemde henüz modern donanıma sahip gözlemevleri yok. İlk modern teçhizatlı gözlemevi Atatürk tarafından kurulan Kandilli Rasathanesi’dir. Daha önce İcadiye’de, Beyoğlu’nda bazı gözlemevleri var ama bunlar kısıtlı donanım ve alt yapıya sahipler. Varolan binaların bir şekilde dönüştürülmesiyle ya da çatılarına bir takım teçhizatın konulmasıyla oluşturulmuş değerli ama yetersiz girişimler.
Bu amatör gözlem kulelerinden bir tanesi de Büyükada’daki Mizzi Köşkü’nün kulesinde yer alır. Mizzi, Malta asıllı ve döneminde oldukça ünlü bir avukat. Günümüze Raimondo d’Aronco tarafından tasarlanan köşkü ve astronomi kulesi de ulaşmış olsa da, teleskop paslandığı gerekçesiyle maalesef 1950’li yıllarda hurdaya veriliyor. Bu köşkü kullanan en önemli kişi ise Tatavla doğumlu, İstanbullu ve yazlarını Büyükada’da geçiren Eugenios Antoniadis. 20. yüzyılın ulus-devlet tarih kurgusu, Osmanlı-Rum bilimsel üretimini hatırlamamızı olanaksız kıldığından, doğduğu şehirde unutulmuş olan çok önemli bir isim. Bu kitabın araştırma sürecinde, Paris’te bir sahafta Antoniadis’in Büyükada’da çizip Fransa’ya yolladığı ve bu şekilde Paris yakınlarındaki önemli bir gözlem evinden davet aldığı çizimleri ortaya çıkardık. Bunlar zannediyorum, Osmanlı’nın günümüze ulaşan en eski astronomi evrakı arasındadır.
Antoniadis’in önemi, tarihte ilk Mars haritasını çizen kişi olması. Hakkında Batı’da onlarca kitap mevcut ve “İstanbul doğumlu, Yunan asıllı Fransız astronom” olarak biliniyor. Osmanlı ile ilgili en ufak bir ibare yok, bu da bizim hatamız diye düşünüyorum. Bu kitap da bunun telafisi yolunda önemli bir adım olacaktır diye umut ediyorum.
Özetlemek gerekirse, Büyükada her daim özel girişimle şekilleniyor. Merkezi idarenin etkisinin, kurumsal denetimin, muhafazakar toplumsal baskının göreceli eksikliğinin olanak sağladığı yenilikler; anakaradan oldukça farklı bir sosyal yaşamı mümkün kılıyor. Suyun varlığından destek alan fiziki ayrışmayla seçkinlerin egemen hissettikleri, ayrıcalıklı bir özerklik alanı kimliğinin de ötesinde; çünkü kent yaşamına kattığı modernlik pratikleri var ve özgürlükler hala rahatlıkla fark edilebiliyor. Bu özgürlük ortamında diplomatlar, yazarlar, şairler, müzisyenler, fotoğrafçılar ve hatta astronomlar; bireysel ifadelerle kendilerini ortaya koyabiliyorlar ve bu anlamda Osmanlı sosyal yaşamında öncü konumunda olabiliyorlar.
Ada Umay Cansız: “Yanılsama Üzerine: İmparatorluğun Sonunda Büyükada” bölümünde, arkeolojik kalıntılar üzerine bir alt başlık yer alıyor. Burada arkeolojik kalıntıların neredeyse umursanmadığı hatta bu açıdan büyük öneme sahip Kadınlar Manastırı’nın üzerine bir demir madeninin inşa edildiğinden söz ediyorsunuz. Bu umursamaz yaklaşımın sebebi sizce nedir? Örneğin Büyükada’nın anakaradan uzak olması ya da kültürel bilinç bu konuda etkili mi?
Büke Uras: Büyükada’daki Kadınlar Manastırı, Büyükada arkeolojisinin başlıca konusudur. Hristiyan kadın manastırlarının tarihteki en önemli birkaç örneğinden bir tanesidir. Aynı anda yaklaşık 400 rahibenin ikametine imkan sağlayan, çok büyük bir yapılar bütününden bahsediyoruz. Milattan sonra 4.-5. yüzyıllardan itibaren kurulmaya başlıyor. Büyük ölçüde sahile paralel uzanan üç ana gruptan oluşuyor; merkezde manastır kilisesi (üç nefli bazilikal planlı) ve iki kol halinde 250 metre boyunca uzanan, rahibe odalarına ayrılan tonozlu hücreler (kamares) ile savunma, servis birimleri.
Dünya tarihindeki önemi, İmparatoriçe Eirene’nin Kadınlar Manastırı’nda gömülü olması. Lahitinin neye benzediğini bilmiyoruz çünkü 16. yüzyıldan itibaren Ada gezginleri, İmparatoriçe Eirene’nin lahitini gördüklerini söyleselerde tanıklıklarda büyük tutarsızlıklar var. Her tanıklıkta, mermerin cinsine, rengine kadar değişen farklılıklar söz konusu. Büyük bir ihtimalle bu, Adadaki papazların farklı mermer parçalarını para karşılığı seyyahlara göstermelerinden kaynaklanıyor. Lahitin Büyükada’daki varlığı kesin var ama ne zaman terk ettiği, nereye gittiği, neye benzediği, nasıl bir sonla kaybolduğu hakkında en ufak bir fikrimiz yok. Her manastır bir azize adanıyor ancak biz bu önemli manastırın hangi azize adandığı dahi bilmiyoruz, o yüzden Kadınlar Manastırı diyoruz.
19. yüzyılda üzerinde bir demir madeni işletilmeye başlıyor. Günümüzde de bu semt bu nedenle Maden ismiyle bilinir. Demir madeni sadece birkaç sene açık kalıyor ama üzerine inşa edildiği için kompleksin fiziki anlamda dağılmasına sebep oluyor. Bu tarihten itibaren de yavaş yavaş çözülmeye başlıyor ve taş taş yok oluyor. Ancak bu süreç öylesine yavaş ki ne akademik ne politik anlamda hiçbir tepki görmüyor. En sonunda 1980’li yıllarda, üzerine son derece niteliksiz birkaç villa inşa ediliyor ve bu yeni inşaat süreci tek bir kınama ile bile karşılaşmıyor. Defalarca gündeme gelmesine rağmen bir bilimsel kazı, hiçbir zaman gerçekleşmiyor. Günümüze ulaşan tek tük duvar kalıntıları da özel mülke ait arsalar içerisinde, o yüzden de ziyaret etmek mümkün değil.
Kısmen 1920’lere kadar ulaşabilmiş 250 metre uzunluğundaki devasa boyutlarda bir arkeolojik miras, nasıl birkaç on yıl içerisinde tamamen yok edilebildi, niye buna bir tepki gösterilmedi? Bunu anlamak için hem döneminin Osmanlı ya da Fransız basınını hem de gezginlerinin metinlerini inceledim. Eğer karşıma çıkan genel tutum tek kelimeyle özetlenebiliyorsa bu kelime “duyarsızlık”.
“Kadınlar Manastırı kalıntılarının ortadan kalkması Ada tarihine karşı işlenmiş kanımca en şiddetli eylemdir.”
Örneğin Fransız aristokrat yazar Kont Gabriel de la Rochefoucauld, yakın arkadaşı Pierre Loti’yi ziyaret etmek üzere 1904 yılında İstanbul’a geliyor. Büyükada’da tanıştığı, yerel seçkinleri hicivle ele alıyor. Diyor ki; “Saat beş civarında kendisine saygısı olan her zarif topluluk gibi sırtımızı manzaraya ve denize dönerek sessizce çay içtik. Birkaç kişi briç oynamanın bir yolunu buldu ve hiçbirimiz İmparatoriçe Eirene’nin mezarından tek kelime bile söz etmedik.” Anlaşılan kozmopolit Büyükada burjuvazisi, Eirene’nin mezarı hakkında en ufak bir merak duymuyor.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın da ilginç bir tanıklığı var. Şinasi Hisar, Ada’da büyüdüğü için burası, yazılarında önemli yer tutar. Kalıntılara yönelik aldırmazlığı şaşkınlıkla aktardığı, çocukluğuna dair bir alıntı, bence çok anlamlı: “Yine bazen, gezinirken, ıssız bir noktada terk edilmiş bir manastır harabesine rast gelirdik. Bunun bir eski ev değil, dünyayı terk etmişlere mahsus bir manastır bakıyesi olduğunu anlardım. Daha zaman hakkında tarihin aşağı yukarı verdiği hiçbir fikrim yoktu. Bunların ne zamandan kalma ve ne manalara delalet etmiş yerler olduğunu enişteme sormuştum da, koca yaşına rağmen hiçbir cevap veremediğini görünce şaşırmıştım. Çocuklar isterler ki yanlarındaki büyükler her zaman bütün suallerine cevap verebilecek alimler olsun”. Bu satırlar, yerel halkın duyarsızlığı konusunda fikir verici.
Sonuç olarak metin aralarında saptadığım ufak bilgilerden anladığım kadarıyla Büyükada arkeolojisi; kazılar, keşifler ya da buluntulardan çok ihmaller ve bunların kaçınılmaz sonucu, büyük tahribatların tarihidir. Eğer bu duyarsızlıklar olmasaydı, Büyükada bugün dev manastırıyla dünya arkeolojisinin önde gelen yerlerinden biri olabilirdi. Maalesef bu şansı tamamen kaybettik.
Kadınlar Manastırı kalıntılarının ortadan kalkması Ada tarihine karşı işlenmiş kanımca en şiddetli eylemdir.
Ada Umay Cansız: Cumhuriyet’in ilan edildiği dönemlere geldiğimizde Adalı kimliğinin bu değişime ayak uyduramadığını ve yeni düzene tam olarak uyum sağlayamadığını görüyoruz. Kitaptan alıntı yapmam gerekirse: “Göz önündeki kimliğiyle Ada, İmparatorluğun son yıllarında Batılı seyyahlar tarafından yeterince Osmanlı bulunmadığı gibi, ulus-devlet fikrinin yerleştiği erken Cumhuriyet ve sonrasında ise yeterince Türk olmadığı eleştirisine maruz kalır. Kesin olan, geniş kitlelerce kabul gören ortak kimliğe ve ideolojik söylemlere karşı her dönem bir karşı savı temsil etmesidir.” sözleri durumu açıkça ifade ediyor. Bu ayrıksılığın sebebi hakkında ne düşünüyorsunuz, bu ayrıksılığın Ada mimarisine nasıl bir etkisi var?
Büke Uras: Bildiğiniz gibi erken Cumhuriyet yıllarına kadar Prinkipo ismi kullanılıyor ve sonrasında bu isim resmi olarak, Osmanlı’da Ada-i Kebir tanımına karşılık gelen Büyükada ile değiştiriliyor. Erken Cumhuriyet dönemi, sokak isimlerinin hatta ülkenin isminin değiştiği bir dönem. Yani o dönemde ufak bir adanın isminin değiştirilmesi, kesinlikle şaşırtıcı olmamalı. Ancak Konstantinopolis ve İstanbul’un tersine, Prinkipo ve Büyükada birbirine muhalif değildirler. Büyükada, İmparatorluk’a özgü çok milletli toplum fikrini ve bu fikrin çağrışımlarını günümüze kadar yansıtmaya devam etmiştir. Anakaranın tersine, toplumsal yapı kadar, toplumsal algı açısından da süreklilikler söz konusudur.
Büyükada, ulus-devlet modelinin iyice yerleştiği ve çoğulculuk ifadelerinden vazgeçildiği Cumhuriyet tarihinin büyük bölümünde, Osmanlı dünyasının romantize edilmiş bir uzantısı biçiminde, neredeyse bir emperyal kalıntı olarak yaşamına devam etmiştir. Kimliğinin bu sürekliliği, kentsel mimari dokunun da göreceli olarak daha iyi korunması sonucunu getirmiştir.
Ada Umay Cansız: Gelecekteki planlarınızdan bahseder misiniz? Şuanda gündeminizde neler var, bizi yakın zamanda yeni bir kitap ya da sergi projesi bekliyor mu?
Büke Uras: Ben tekrar Büyükada kitabına döneyim izin verirseniz. Hem Moris’i hem beni heyecanlandıran keşifler, aslında kitabın oluşum sürecine de yön verdi. Örneğin bahsettiğimiz Antoniadis evrakı, bu kitabın yazılmaya başlanmasından sonra Paris’te bir sahafta ortaya çıktı. Benzer bir şekilde çok önemli bir parça, yine kitabın yazılmasından sonra ortaya çıktı. Lev Troçki’nin Büyükada albümü yine Paris’te bir müzayede de saptanarak koleksiyona dahil edildi.
Troçki albümü, Büyükada’daki yaşamına dair 96 adet fotoğraf içermektedir. Troçki’nin sürgündeki hayatına dair önemli verilen sunan albümün kime ait olduğunu saptamaya giriştim ve bulduğumu zannediyorum. Albümde Troçki çifti hariç, sadece aynı köşkte (Arap İzzet Paşa Köşkü) beraber yaşayan, Çekoslavak katibi Jan Frankel’in iki fotoğrafı mevcut. Bu yüzden Frankel’in kişisel albümü olduğunu düşünüyorum. Fotoğraf karelerinin, Atatürk’ün de fotoğrafçısı olan Jean Weinberg gibi profesyonel fotoğrafçıların tersine resmiyetten uzak doğası, Troçki’yi neredeyse ev kıyafetleriyle masasında çalışırken görmemize olanak sağlıyor. Bu fotoğraflarda Troçki artık ateşli bir hatip ya da politikacı değil; sıradan bir insan. İster istemez empati duyuyorsunuz.
Albüm, Troçki ve beraberindekilerin Büyükada’da nelere dikkat ettiklerini, nelere ilgi gösterdiklerini göstermesi açısından da önemli. Örneğin görkemli köşklere, otellere, kadim manastırlara dair en ufak bir görsel yok. Balıkçıların ikametgahı mütevazi ahşap konut dokusu ise önündeki sandallarla sıklıkla fotoğraflanmış.
Başka bir ilginç nokta; çok sayıdaki sokak görüntüsü arasında tek bir kişinin göze çarpmaması. Muhtemelen temkinli olmak adına, yürüyüşler sabahın çok erken saatlerinde yapılıyor. Kitapta yer alan, insanların vapurlara binerken gösteren kalabalık iskele fotoğraflarının tersine, aynı İskele Meydanı’nın, Troçki albümündeki karşılığına bakarsak tek bir insan yok. Öldürülme korkusuyla öylesine izole ki, kendine alternatif bir Ada yaşamı yaratmış. Bu albümü, uluslararası bir kişilik olan Troçki’nin Büyükada’daki tedirgin, içe dönük ve yalnız sürgün yaşamının görsel dışa vurumu olarak kabul edebiliriz.
Bir sonraki projemiz, Moris’le beraber bu albüm üzerine bir kitap ya da sergi fikrini gündeme getirmek. Çünkü Büyükada kitabında, bu albümün sadece ufak bir bölümüne yer verebildik.
Amacımız, bu malzemenin yapıcı bir tartışma ortamını tetiklemesi. Astronomiden bahsettik, Troçki’den bahsettik. Sadece Troçki özeline dönersek bile konuşacak ve yapacak o kadar çok şey var ki.
Örneğin Troçki’nin Büyükada’dan sonra gittiği Meksika’da yaşadığı ve öldürüldüğü mütevazi evi, şu anda ülkenin en çok ziyaret edilen müzelerinden bir tanesi. Oysa Türkiye’de Büyükada’da yaşadığı iki tane köşk var. Bunlardan ilki (Arap İzzet Paşa Köşkü), dört beş vasat daire uğruna 1980’li yıllarda yıkılarak son derece kötü bir kopyasına dönüştü. Sonrasında yaşadığı Hamlacı Sokak 9 numara adresli Sevastopulo-Triantafyllidis Köşkü ise tamamen çöktü ve bugün dört duvarı kalmış bir moloz yığını halinde. Arzu ettiğimiz, Büyükada hakkında tetikleyebileceğimiz tartışma ortamıyla, kaybettiklerimize değil belki ama hala kurtarabileceklerimize dair bir araç olabilmek.
Ada Umay Cansız: Bu ufak bahsettiklerimizden bile bu arka plana atmaların nasıl kayıplar getirebileceğini gördük. Bu yüzden umarım dilediğiniz gibi tetikleyici olur.
Büke Uras: Bu konuda da ses verdiğiniz, yer verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. İyi ki davet ettiniz, büyük mutluluk duydum.
Ada Umay Cansız: Zaman ayırdığınız ve bu keyifli sohbeti gerçekleştirdiğiniz için ben de çok teşekkür ederim.