The Architecture Foundation'ın düzenlediği, Garanti Galeri (GG) ve Arkitera Mimarlık Merkezi'nin ise yerel destekçiliğini üstlendiği "Londra - İstanbul Mimarlık Değişim Programı" Kasım ayı başında gerçekleştirildi.
Londralı David Kohn Architects, Studio Weave ve 00:/ mimarlık ekiplerinin temsilcileri David Kohn, Maria Smith & Je Ahn ile Indy Johar & Joost Beunderman, Kent ve Mimarlık Günleri boyunca İstanbul’daydı. Kohn, Beunderman, Smith ve Ahn ile, çalışma prensipleri, tasarıma ve kente bakışları etrafında şekillenen keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. İstanbul’da geçirdikleri birkaç günün sonunda, genç mimarlar değişim programının ve samimi bir ortamda paylaşılan fikirlerin hem profesyonel, hem de kişisel anlamda yenileyici olduğu konusunda fikir birliğine vardılar.
DK: Hem evet, hem hayır.
DK: Mimarlık söz konusu olduğunda kullanım ve konfor, benim oldukça ilgimi çeken konular. Araştırma ise, bu konularda oldukça önemli yer tutuyor. Restoran projemizi biliyorsunuz, o dönemde bir yıllık bir araştırma sürecimiz oldu. Böyle bir projede ele almanız gereken en önemli şeyler, insanların arasındaki ilişki ve yakınlık. Birbirlerine ne kadar yaklaşacaklar, ışıklandırma nasıl olmalı, aynalar nereye yerleştirilmeli… Üstelik bu kararları çok kısıtlı bir alan içinde vermek zorundasınız. Tüm bu detayları tek tek düşünerek restoranın bir çeşit “arka plan” haline gelmesini sağladık. Kullanıcı olarak, bulunduğunuz ortamda her şey olması gerektiği gibiyse, hiçbir detay gözünüze batmaz. Ama sonradan “Ne kadar güzel bir yerdi” diye hatırlarsınız.
Bunun zıttı ise, “Ben buradayım” diye bağıran mimarlıktır. Oldukça belirgin özelliklere sahip bir restorana gittiğinizde, orada olmak rahatsız edici olabilir. Mimarlık, bir yerde olmayı zevkli hale getirebilmelidir. Biraz önce bahsettiğim farklı ölçeklerdeki tüm detaylar, bu “zevkli” mimarlıkla yakından ilişkili. Çünkü böyle bir mekan tasarımı, insan vücuduyla başlıyor. Bu küçük ölçekli bileşenler de, mekanın konforuna önemli katkılarda bulunuyor.
DK: Herşeyden önce, biz genç tasarımcılarız, kariyerimizin başlarında veya ortasında bulunuyoruz. Bu, araştırmanın bir şekilde normalden daha da ön plana çıkmasına yol açıyor, çünkü hepimiz çalışmalarımıza bir derinlik katmaya çabalıyoruz. İki mesele daha var. Birincisi, mimarların hazırladığı projelerden yaklaşık %10’unun hayata geçiriliyor olması. Yani, yaptığınız 10 projenin 9’unda hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir çalışmanın içine girmiş oluyorsunuz. Dolayısıyla, hayata geçirilen projeleri, mesleki çalışmanın odağına yerleştirmek yanlış bir seçim gibi görünüyor. Fakat araştırmaya öncelik verirseniz yaptıklarınız anlam kazanıyor. Çünkü o zaman sadece bir proje yapmış olmuyorsunuz, mesleki açıdan kendinizi geliştirmiş oluyorsunuz.
İkinci konu ise şu: Üniversitede öğretim görevlisi olarak işe başladığım ilk dönemlerden beri, öğrencilerimi gerçek projelere dahil etmeye, öğretim ortamına çeşitli alanlardan uzmanlar getirmeye çalıştım. Çünkü bir öğretmen olarak, öğrencilerin ne yaptığını, daha da önemlisi ne öğrendiğini öğrenmeye çalışıyordum. Çünkü mimarlık böyle, sürekli bir şeyler öğrenmek durumundasınız. İlk kez bir tiyatro tasarımı işi aldıysanız, tiyatro hakkında öğrenilebilecek ne varsa öğrenmelisiniz. Geçtiğimiz yıl, bir Türk tiyatro firmasıyla çalıştım. Hepimiz davet edildik, tiyatroya gittik. Öğrencilerim ve ben oradaki sahne tasarımcılarıyla, oyun yazarlarıyla tanıştık. Herkes birşeyler anlatıyordu ve biz de yeni şeyler öğreniyorduk. Öğrenciler çok hevesliydi, çünkü oradaki her şey gerçekti. Ortada bir sözleşme veya benzeri bir anlaşma yoktu, ama yine de herkes zaman ayırıyor, çaba gösteriyordu; çünkü araştırma yapıyorduk. Sahne tasarımcıları mimarlarla bir araya gelmekten mutluydu. Herhangi bir rekabet söz konusu olmadan herkes değerli bilgiler ediniyordu. Böyle bir süreç sonunda da yaptığımız çalışmaları derleyip yayınladık.
Je Ahn: Aslında sadece mimarlık değil, her meslek böyle bence. Neyle uğraşırsak uğraşalım, araştırma işin her zaman vazgeçilmez bir parçası. En ticari iş kollarında bile söz konusu nesne hakkında araştırma yapılır. Bence bizim irdeleyip durduğumuz şey, araştırmanın dışavurumu. Tasarım sırasında içinden geçtiğimiz süreci gerçeğe yansıtarak aslında yaptığımız işi doğrudan etkiliyor çünkü araştırma. Bu süreç yaptığımız işin çok büyük bir kısmı. Diğer meslek gruplarının bunu yapmadığını söylemek istemiyorum, ama sanki biz daha çok farkındayız bunun. Bu da sadece bir başlangıç. İyi araştırma yapabilmek için, bence işe “Bu bir araştırma” diyerek, farkında olarak başlamak gerek.
DK: Evet, sonuçta araştırma yapmak belli yöntemler gerektiriyor.
Herkes: Evet, doğru.
Joost Beunderman: Hepimiz araştırmanın ne olduğu konusunda kendimize özgü fikirlere sahibiz. Önemli olan, bir bağlam oluşturmak.
Herkes: Ve araştırmanızı basılı olarak farklı kişilere ulaştırdığınız zaman bu çok farklı bir deneyim oluyor.
DK: Herkesi projenize dahil etmek, aynı zamanda politik açıdan yarar sağlayan bir eylem. Çünkü o zaman proje, kültürel anlamda kabullenilebilir ve değerli bir sürece dönüşmüş oluyor. Bunu yapmak yerine projenizi merkeze koyarsanız, tek başına proje ticari kaygılar barındırdığı için yavaş yavaş tartışmaların çıkması kaçınılmaz oluyor.
JA: Bence buradaki sorun başta konuştuğumuz araştırma konusu. Araştırmanın odak noktası ise her zaman iletişim olmalı. Eğer iletişim kanalıyla bir şeyler öğreniyorsanız, bu o süreci araştırma yapar. Ortaya çok katılımlı zihinsel bir süreç çıkar. Sonuçta oluşan ürün de daha geniş bir toplulukla kurulan iletişimi mümkün kılar. Önemli olan sürecin kendisi ve ne yaptığınızın farkında olmanız.
JB: Ben biraz önce bahsettiğin (David Kohn’u kastediyor) ticari oluşumlar ve araştırmayla ilgili birşeyler söylemek istiyorum. Şu anda kullanılmadığı için boşaltılan ve öylece duran dev yatırımlar, nesneye öncelik tanınarak hayata geçirildikleri nedeniyle bu durumda. İnşaatlarından önce de bahsettiğimiz tipte bir araştırma yapıldığını da hiç zannetmiyorum. Ancak minimum masrafla nasıl yapılabileceği konusunda araştırma yapılmış olabilir.
Maria Smith: Buna “pratik araştırma” diyebiliriz o halde.
JB: Evet, aynen öyle. Hepimizin fikir birliğine vardığı nokta da bu. Araştırmanın öncülük ettiği bir mekan tasarımı, mimarlık -veya her ne diyorsanız- yaklaşımımız var. Ortak noktamız, araştırmayı merkeze koymamız. Biraz önce Türkiye’de alışılagelmiş yaklaşımın bu olmadığını söylediniz, ama Birleşik Krallık için de bunu söylemek mümkün değil.
JA: Hem de hiç değil.
MS: Araştırmanın iki türü var bence. Dışarıdan bireyleri projenize dahil edip sorular sorabilirsiniz, ama bir de kendinizi belli bir deneyimin merkezinde görüp bir bilinç oluşturduğunuz, ortamda kendinizi konumlandırarak yaptığınız araştırma var.
DK: Alışılagelmiş geleneksel yaklaşımın oluşturduğu duvar, öğrencileri gerçek hayattan koparıyor. Ve eğitim sistemi, hep bu yöne meyilli. Ancak öğrencilerin eğitim sınırının dışındaki gerçek dünyayla bağlantı kurmasını sağlamak, abartılarak çok zormuş gibi düşünülmemeli. Çünkü bunu yapmak gerçekten basit. Yapılan şey gerçek olduğunda, çok daha hevesli ve canlı bir şekilde ortama dahil oluyorlar, tıpkı çocuklar gibi. UNESCO’nun, çocukların nasıl daha kolay ve etkili öğrendiği üzerine yaptığı bir araştırmanın sonucuna göre, dünyalarının dışından beklenmedik bir şekilde gelen, onların öğrenmesini kolaylaştırıyor. Bu, bütün yaş grupları için geçerli. Siz üniversitedeyken biri gelip “Bu gerçek projede bana yardımcı olur musunuz?” dediğinde, öğrenciler çok hevesleniyor ve mutlu oluyor.
JB: Çünkü bu, yapmak zorunda olduğunuz için yaptığınız bir araştırma veya kurduğunuz bir iletişim değil. Zihindeki merak, “Siz ne yaparsınız, işiniz ne?” gibi en basit sorularla yola çıkar. Yaptığınız tiyatro projesinde de bu olmuş. Araştırma, bu soruyla başlıyor.
DK: Sizin de sunumunuzda (00:/’ı kastediyor) bir cümle vardı: İnsanların ilgisini çeken, onları harekete geçiren fikirler, çok değerlidir. İnsanların ilgisini çekerek çok olumlu bir ekonominin oluşabileceğine inanıyorum. Kafamızda sürekli aynı zıt imajları canlandırıp duruyoruz. Herkesin kara para kazandığı ticaret dünyası ve tamamen parasız ve küskün tasarım ortamı. Eğitim verdiğimiz her genç tasarımcı adayı, doğal olarak yaptığı işle geçimini sağlamak istiyor ve mimarların yoksul olmak zorunda olduğu fikrini duymak istemiyor. Bence, çok heyecan verici yaratıcı işlerin yapılabileceğine insanları inandırmak gibi bir görevimiz var. Bu yaratıcılık konusuna da alaycı yaklaşmamak gerekiyor, yaptıklarınız gerçekten yenilikçi olmalı, birbirlerine yarar sağlayabilecek insanlar arasında bağlantı kurmalı. Her iki tarafa da yarar sağlamayacak ekonomik bir model oluşturmaya çabalamak ne kadar anlamsızsa, bu nitelikler olmadan yaratıcı tasarım yapmaya çalışmak da o kadar sonuçsuz olacaktır.
DK: Geçmişten bugüne, projelerin sadece binalardan ibaret olmadığı anlayışıyla var olduk. Mimarlar olarak da, kente ve peyzaja karşı sorumluluklar taşıyoruz. Söylediklerim, her ne kadar eski karikatürlerde karşımıza çıkan alışılmış mimar tiplemesini, “yaşlı, sürekli çalışan beyaz adamlar”ı hatırlatıyorsa da, aslında bence bunun tam da zıttı olmalı. Var olmaya devam etmesini istiyorsanız, çalışmanızı her zaman bulunduğu çevreye “örerek” katmak zorundasınız. Gördüklerimiz ise, genelde bunun söz konusu bile olmadığı projeler. Örneğin Britanya’da yeni yapılan bir sanat galerisi, getirilip şehrin ortasına “Güm!” diye konuluyor, ilk zamanlarda binayı gören herkes “Aman Tanrım, şu mimari şahesere bakın!” diyor, fakat bir süre sonra galeri kapanıyor, çünkü kullanılmamaya başlıyor.
Eğer içinde yaşadığınız binada peyzajla ilişki kurma imkanınız varsa, binanın size ifade ettikleri, nerede olduğunuza dair algınız bağlamında çok daha kapsamlı hale geliyor. Bahsettiğiniz projede, müşterimiz kendi bahçesinin Norfolk’un bir parçası olduğunun ve tıpkı Norfolk gibi kurgulandığının farkında. Bence bu da, içinde yaşadığınız mekanla bağlantı kurmanızı çok daha anlamlı bir şekilde sağlıyor.
JA: Peyzaj ve yapılar arasındaki bu geleneksel ayrımın nasıl ortaya çıktığını gerçekten bilemiyorum. Tamam, fiziksel dünyada böyle bir sınırın var olduğu çok açık. Ancak insanların sokakları nasıl kullandığına da bakmak gerekiyor. Bugün sokaklar, evlerin bir parçası, hatta bazı insanların doğrudan evi konumunda. Bu konuyu sadece bir algı meselesi gibi tartışmak sınırlayıcı olur bence, sonuçta insanların o sınırı nasıl algıladığının cevabını vermek çok da basit değil.
Kariyerimize yeni başladığımızda, profesyonel hayatta da bu ayrımla karşılaştık. “Sen burayı tasarlayacaksın, sen de şurada kalan parçayı” anlayışından bahsediyorum. Üstelik bu diyaloğu sürdürürken iki tarafın arasında gerçek bir iletişim bile yok. Demek istediğim, “Her yeri tasarlayan kişi mimar olmalıdır” değil elbette, tam tersi, profesyonel yaşamda her zaman iş birliği içinde olmalısınız.
JB: Bu konuyu başka bir nedenden dolayı da çok önemli buluyorum. Dünyanın birçok yerinde kentler küçülüyor. Bahsettiğimiz kent peyzajı, sürekli büyüyebilen bir şey değil. İngiltere’nin kuzeyi, Almanya, Fransa’nın bazı bölgeleri ve ABD’de birçok şehir giderek küçülüyor ve artık onları yeniden düzenlemek için eskisi kadar paramız yok. Bu süreçten arta kalan ise, her zaman peyzaj oluyor. Eskiden yapılan kent düzenlemeleri de aynı amaca hizmet ediyordu aslında, geleneksel kamusal alanlar, meydanlar, keskin hatlı caddeler, yoğun konut blokları… Tamam, bunların hepsi çok iyi, ama bugünün Britanyası’na bir yarar sağlamıyor artık. Britanya’nın çoğu bölgesinde ne yoğun konut blokları, ne de kamusal alanlar vardı. Hiç olmadı ki. Küçük köyler, büyük endüstriyel alanlar, rastgele serpiştirilmiş gibi duran konutlar… Herhangi geleneksel bir kent şablonuna uymuyor bunların hiçbiri.
Bir kent küçülmeye başladığında, yepyeni bir kent dokusuyla baş etmek zorunda kalıyorsunuz. Bina yapmak ise, bu şartlarda yarar sağlamaktan çok uzak bir anlayış bence. Bununla başa çıkabilmek, bir peyzaj meselesi artık. Tabii sadece peyzaj değil, sosyal de bir mesele aynı zamanda.
DK: Mekanlar arasında, işlev bağlamında bir bağlantı olduğuna şüphe yok. Ancak geçicilik de unutulmamalı. Mekan hissi, mekanın nasıl çalıştığı ve kullanıcının kendini mekanla nasıl özdeşleştirdiğinden oluşan bir döngü tarafından meydana getiriliyor. Ben, mimari tartışmalarda herşeyin fazla mekansal ve üç boyutlu algılandığını düşünüyorum, hep biçimden bahsediliyor. Oysa söz konusu olan objenin kendisi değil, orada yaşananlar olmalı. Richard Serra bir heykel yaptığında, ön planda olan obje değil, o objenin etrafında dolaşma deneyimidir. Ve bence bu, gerçekten yol gösterici bir cevap olabilir. Amacınız belli bir zaman diliminde etkileyici olacak sofistike bir iş çıkarmaksa, yaptığınız tasarımın biçimsel olarak sofistike olması gerekmiyor.
JB: Ben mimar değilim, öncelikle bunu belirtmem gerekiyor sanırım. Bu ifadeyle anlatmak istediğimiz ise, mimarlığın gerçek bir disiplin anlamında ele alınabildiği bir anlayışa dönmekti. Eskiden mesleklerde kamusal veya özel bir değer arayışı daha fazlaydı; doktorlar, avukatlar, herkes bu anlayışa sahipti. Ancak zamanla bu değişti. Eskiden, mesleklerde uzmanlık ön plandaydı. Bu uzmanlaşma da, zamanla insanlara “paket mimarlar” olma fırsatını sundu, örneğin yapılan büyük bir binanın sadece bir parçasını hazırlayan mimarlar gibi. “Mimarlığa dönüş”, disiplinin merkezine, genel mimarlık alanında bir uzmanlığa dönüşü ifade ediyor. Ve bu oldukça önemli bir mesele. Bir o kadar da belirsiz tabii…
(Gülüşmeler)
MS: Bence bu, mimarların aldığı eğitimdeki sorunlardan kaynaklanıyor. Mimarların yaptığı tasarımların %90’ı da çöpe gidiyor, hayata geçirilemiyor. Bu işlerle uğraşan mimarların hayatında üstelik bir de hiyerarşik düzen var, birileri sadece eskizi yapıyor, arkasındaki büyük ekip de projenin gerçekleşmesi için çabalıyor. Bence bu durum, sanki o mimarların ve yaptıkları işlerin değeri daha düşükmüş gibi bir izlenim yaratıyor. Tüm bunları eğitime entegre etmek de gerçekten zor, okuldan çıkıp böyle bir ortamla karşılaşmak için nasıl bir hazırlık yapılabilir ki?
JB: Evet bu doğru. Bunları konuşunca, aklıma Bladerunner filmindeki bir sahne geldi. Cyborglar için göz tasarlayan adamın atölyesine baskın yapıldığında, o sahnede adamın söyledikleri çok anlamlı bence: “Beni almayın, büyük plan hakkında bir şey bilmiyorum, ben sadece gözleri yapıyorum.” Bir disiplinin alt bölümlere ayrılması, uzmanlaşma alanlarının artması ve tasarım süreci hakkında mükemmel bir metafor bu: “Yaptığım şeyin ne işe yaradığını ve ne hakkında olduğunu bilmiyorum” anlayışı. Evet, insanın kendini baskı altında ve değersiz hissetmesi gerçeği yadsınamaz, hepimiz baş mimar da olamayız, ancak bu durumu yaratan, biraz da kendilerini çok dar bir ilgi alanına hapseden insanların kendisi bence.
DK: Bana ikisini de yapmalıyız gibi geliyor, yani daha fazla insanı uzmanlık alanlarına dahil etmeliyiz, ama aynı zamanda da disiplini genel anlamda geliştirmeye çalışmalıyız. İçinden geçtiğimiz tasarım süreçleri, bize ilk kez karşılaştığımız durumlarda nasıl hareket etmemiz gerektiğini hızla öğrenme imkanı sağlıyor. Nasıl sonuçlanacağı belli olmayan durumlarla nasıl baş etmemiz gerektiği konusunda stratejiler üretme imkanına sahibiz ve esas kritik olan konu da bu. Bence tasarım, her konuda uzmanlık gerektiren bir alan olsaydı, bu korkunç olurdu.
JB: Evet, bence mümkün. Bir diğer bakış açısıyla konuşmak gerekirse bu, aynı zamanda mimarların kendilerini geliştirmek için seçtiği alanlara da bağlı. Tasarım felsefesi adına birçok okuma yapıyoruz mesela, ama eğitim sürecinde ekonomi bu okumaların genelde bir parçası olmadı ve disiplinin ne amaçladığının anlaşılmasında da pek bir rol oynamadı. Halbuki bu konuların bir araya gelmemesi için bir sebep yok. Bu durum, rutin kurumsal uygulamalarla, eğitim kurumlarının benimsediği kültürel yaklaşımla ilgili, kısacası bir çeşit operasyonel eylemsizlik söz konusu. Mimari eğitim bünyesinde ekonomi veya ticari organizasyonun olmaması için hiçbir sebep yok.
Bir üst ölçekten, kentsel planlama alanından bakarsak, Birleşik Krallık’ta bundan bir 10 yıl önce anladığımız planlama ile şimdiki gerçekliklerin birbiriyle ilgisi yok. Yapılan işler ne müşteriye bir şey katıyor, ne de danışmanlara harcanan inanılmaz paralardan sonra ortaya kamusal değeri olan bir iş çıkıyor. Bu anlayışla planlama kavramı itibarını kaybediyor. Gelecekte, kentsel yenilenme ve gelişme alanlarında farklı mekanizmalara ihtiyaç duyacağız. Bu mekanizmalar da biçimselliği değil, mikro topluluklar yaratan oluşumları temel alıyor olacak. Alanları yeniden kullanmak için esas almamız gereken kent kültürlerine odaklanmamız gerekecek. Bugünün mimarları ise bu nitelikleri taşımıyor. Oysa tüm bunların tasarımın merkezine yerleşmesi kaçınılmaz.
JB: En azından, konunun ana hatlarını ve ne sormaları gerektiğini biliyor olmaları gerek. Gereken şey ders değil de, konular arasındaki ilgiyi kavramak, hangi durumda ne tepki vermek gerektiğini bilmeyi öğrenmek. Son yıllarda yaşanan büyük değişim de buna işaret ediyor. Bir konuda uzman olmanız gerekmiyor, konunun neyle ilgili olduğu, yaptığınız işe nasıl katkıda bulunabileceği ve ne zaman soru sormak gerektiği…
JA: “Ne zaman yardım isteneceğini bilmek.” İşte bu çok çok önemli. Galiba, söyleşinin en önemli yerinde giriş yaptım…
(Gülüşmeler)
DK: Öğrencilerin ekonomi teorilerini öğrenmeye değil de, gerçek bir ekonomisi olan gerçek bir kentte bir müşteriyle karşı karşıya kalmayı öğrenmeye ihtiyacı var. Bence en iyi yöntem, gerçek projeler yapmayı denemek. Bu benim görüşüm tabii.
MS: Bence öngörülebilir durumlar için bilgilendirilmeleri doğru değil. Sonuçta, yetenek kazanmaları ve kavrayışlarını geliştirmeleri gerekiyor. Bu yüzden bence “Bak bir gün müşterin gelip sana böyle diyecek, sen de böyle davranmalısın” şeklinde olmamalı…
JB: Bu aslında kültürel bir mesele bir anlamda. Birçok okulda, mimarlık öğrencileri buna yönlendiriliyor. Genel yaklaşım, mimarı bir yarı sanatçı olarak görme yönünde ve gerçek bir projeye dahil olma sürecinde yaşadıklarınız şok edici olabiliyor. Bunlara ek olarak, 18 veya 21 yaşındayken bazı niteliklerinizin eksik olması çok normal. Ama yine de okullar buna dikkat etmeli, bazı durumlarda da tavrını kesin olarak koymalı.
JA: Mimarlık eğitimi çok uzun. Yani üniversiteyle gerçek anlamda bağınızı koparmanız 7 yıl sürebiliyor. Ancak bu uzun sürenin içinde, gerekli olan çok yönlülüğü göremiyorum. Öğrencilere ne öğrenmek istedikleri konusunda fazla şans tanınmıyor, yapmakta oldukları şeyin bilinci de onlara verilmiyor. Eğitim haddinden fazla tasarım odaklı, tasarım öğretiliyor. Elbette bu da değerli, ancak sürekli merkezde olmamalı.
DK: Belki de sorun, tasarımı öğrendikleri bağlamın fazla mekansal olması. Eğitim gören mimarlar şehirde çevrelerine bakıyor, daha sonra kendi projelerini anlatmaları istendiğinde de “Benim tasarımım çok çarpıcı, çünkü kentin formuyla şu şekilde ilişki kuruyor…” şeklinde anlatımlarla karşılaşıyoruz. Fakat “Benim tasarımım çok zekice çünkü şu atıkları şöyle kullanarak kent ekonomisine böyle katkılar sağlıyorum” diyebilecek kadar fazla katmana sahip olduğumuz unutuluyor. Yeniliğe ihtiyacımız yok demiyorum, tam tersi, elbette var, ama bir şeyleri biçim dışında farklı yaklaşımlarla da ele almamız gerektiğini düşünüyorum.
JB: Biraz önce çarpıcı projelerle ilgili söylediğin cümle önemli bir klişe: “Bu gerçekten çok ilginç!” Eğilimin bu denli özgünlüğe, yaratıcılığa önem verirken, tasarımın potansiyelini ve barındırdığı gücü bir o kadar gözden kaçırması gerçekten çok garip. Örneğin doğa bilimleri ve hukukta da yaratıcılık elbette önemlidir, ancak başka şeylere de önem verilir.
DK: Ama bence mimarlık, bilimin yapamayacağı bir biçimde zevk vermekle ilgili.
JA: Bilim neden zevkli değilmiş?
DK: Olabilir, ama yapısında zevkli olmak değil, işe yaramak var.
(Gülüşmeler)
JB: Bu sezgisel sonuçlarda fikir birliğine varamayabiliriz. Ben de şehir planlamasının tamamen bilimsel, sosyolojik ve ekonomik analizlere dayanması gerektiğini kesinlikle savunmuyorum. Bunlar her zaman sonuç vermeyebilir, bazen denemekten daha iyi analiz yoktur, dener ve görürsünüz.
DK: Bence bu, modernizmin bize mirası. Modernizmin mükemmelliği, ihraç edilebilecek evrensel bir stil yaratmaktan geçiyordu. Yalnız, anlaşılan o ki bunlar biraz uydurmaydı. Böylece ortaya, “Eğer sadece modern binalar yapmak istemiyorsanız çok farklı şeyler yapmalı, çığır açacak eskizler çizmelisiniz” anlayışı çıktı. Bence bunun arkasında sinsi ticari amaçlar var. Küresel ölçekte herkesin isteyebileceği ve her yerde yapılabilecek yeni bir şey tasarlıyorsunuz, tamam bu güzel, ama belki de hala iyi bir ev yapmak konusunda öğrenilecek bir yığın şey vardır. Modernizmi sürdürmek için o akıma kapılıp yeni bir şeyler bulmak zorunda değiliz. Buna gerek yok.
JB: Örneğin 00:/ ekibinde -bilinçli bir tercihle- çok az tanınmış mimar bulunuyor. Biz kendimizi daha çok, bir grup kültürlü insandan, birkaç uzman araştırmacıdan ve mimarlardan oluşan bir çalışma ağı olarak görüyor ve iş birliği yaptığımız kişilerin ağında bir yerde konumlandığımızı düşünüyoruz. Bugün Türk ofislerle yaptığımız sohbetlerin büyük bir kısmı da, ekiplerimizi nasıl organize ettiğimiz ve kendi dünyamızla dışarısı arasındaki sınırları nasıl belirlediğimiz üzerineydi.
DK: Geleneksel bakış açısını aşmanın bir yolu da bence modernizmi sadece bir yere ait gibi, yerelmiş gibi görmekten geçiyor. Olaya böyle baktığınız zaman modern dili, büyük bir M harfiyle yazılan bir modernistmişsiniz gibi hissetmeden uygulayabilirsiniz. Yaptığınız projeyi “Yeni bir tabula rasa yaratmalıyım” kısıtlaması olmadan algılamanın bir yolu.
JA: Benim bu “-izm” ekini fiziksel olgulara ekleme konusunda tereddütüm var. Çünkü bazen fiziksel algılardan sıyrılmak çok zor olabiliyor. Algı konusu ise zaten yeterince kritik.
JB: Zaten birçok müşteri de sadece bir bina istemiyor. Yani en azından, sadece bir bina isteyen müşterilerle biz çalışmıyoruz. Organizasyon dönüşümü ve fiziksel dönüşüme yönelik projelere odaklanıyoruz. Örneğin Londra’nın merkezindeki prestijli bir kültür yapısını nasıl dönüştüreceğimiz gibi… Projenin organizasyon yapısıyla nasıl bir ticari modelin uyum sağlayabileceği, nasıl mekanların tasarıma uygun düşebileceği gibi kaygılar taşıyarak yaklaşıyoruz projelere. Yaptığımız işin özü bu açıkçası. Evet, elbette fiziksel yapılanmalar da tüm bu kararlar arasında yerini alıyor, ama dediğim gibi ön planda farklı amaçlar var.
JB: Bence buna avantaj değil de, kaçınılmazlık demek daha doğru olur. Britanya örneğini ele alırsak, kullanılan malzemenin çoğunun herhangi bir temele dayanmadığını söyleyebiliriz. Çalışmalar yaptığımız birçok alan da, biraz önce bahsettiğim büyümesi durmuş, kullanılmayan alanlardı. Bristol ve Birmingham çok tipik birer örnek. Mesele, sahip olduğumuz kaynakların sınırlı olduğunu anlamak, yerleştiğimiz alanın daha fazla büyümeyeceğinin farkına varmak. Ancak kamusal alanları yeniden kullanarak ve onlara yeni işlevler yükleyerek yaratıcı bir sistem kurulabilir. Yani bir başka deyişle, “yeniden yapmak” avantajlı değil de, kaçınılmaz. Önümüzdeki 10 yıl içinde, artık fazla inşaat yapamayacağız. Üzerimize uymayan büyük bir ceketle şık olmaya çalışır gibiyiz. Bu ceketi yeniden biçimlendirmek ve üzerimize uydurmak asıl mesele.
JA: İkisi arasındaki sınırı gördüğümü pek söyleyemem. Öyle bir sınır yok diyemem, ama bu sözcüğü nasıl anladığınıza da bağlı. Evet veya hayır diye cevaplanabilecek kolay bir soru değil bu.
MS: İnsanların bunu böyle algılaması belki de bizim için avantajlı olabilir…
JA: Bu algıya bağlı bir durum, sanat ve mimarlık arasındaki kavramsal farkla ilgili değil bence.
MS: Ama yine de, bazı insanlar bizim yaptığımız işi gerçekten mimarlığı bulandırmak olarak algılıyor. Bunu yapmayı hedeflemiyor olsak da, bu bence bizim lehimize olur. Sonuçta bir zararı da yok, değil mi?
(Gülüşmeler)
JA: Aslında bu soruyu kendimize daha önce sorduk. Sorunun cevabı, cevapsız olması aslında.
JB: Bir nedeni de, sanatın çok popüler olması ve sanat adı altında birçok şeyi yapabiliyor olmanız. “Sanat”tan başka bir başlık altında yapmanızın mümkün olmayacağı şeyler…
MS: Belki de yaptıklarımızda bir çeşit özgürlük vardır, birçok kişi bize projelerimizin çok eğlenceli olduğunu söylüyor.
DK: Mimarlık ortamının yaratıcı olmasını çok sağlıklı buluyorum. Birçok kişinin mimarlığı genel anlamda sıkıcı bulması veya mimarın tam olarak ne yaptığını bilmemesinin sebebi, yapılmakta olan projelerin yeterince zevkli unsurlar barındırmaması olabilir. Çünkü insanların algıladığı şeyler, dekoratif olanlar. Dekorasyon ilgilerini çekiyor. Kente zevk katması gerektiğini düşünmek mimarlığı ele almak için iyi bir yol olabilir.
JA: Üstlendiğimiz rollerden biri de, baş harfi büyük “Mimar” olmamak, diğer mimarlarla birlikte çalışabilmek bence. Çünkü herkesin ortaya koyabileceği bir katkı mutlaka var. Her mimar farklı yetenekler barındırıyor ve ortak çalışmalardan çok sürprizli sonuçlar çıkabiliyor. Kitap ressamlarıyla, film yapımcılarıyla, yapı mühendisleriyle, müşterilerle sürekli iş birliğinde olmaya, onların yaratıcılığını harekete geçirmeye çalışıyoruz. Herşey bizden çıkamaz, sahip olduğumuz kaynaklardan yararlanmaya çalışıyoruz. Bence bizim işimiz insanların yaptıklarını derleyip bir araya getirmek.
JA: Mekanı biz yaratmıyoruz. Kimse bir mekanı yaratamaz. Bir yerin derinliği ve değeri insanlar tarafından yaratılır. Biz sadece potansiyel barındıran bir tohumu, bir şeye dönüşmesi amacıyla ekiyoruz, denebilir. Bütün işimiz bu aslında. Ne olacağını bilemeyiz, tahmin etmek de güç. Analizlerle belli sonuçlara ulaşabiliriz, ama geleceği tahmin edemeyiz. Yapmaya çalıştığımız, en nitelikli potansiyel tohumu ekmek, ona bakabilecek insanları bulmak ve onu besleyecek çevrenin mekandaki varlığını sürdürmek. Tohumun nasıl besleneceği ve o yerin nasıl bir mekan haline geleceği de yine insanlara bağlı. Bu geçiş aşaması çok ama çok önemli. Sorunuzu cevaplayabildim mi bilmiyorum.
JA: Şu anda Birleşik Krallık’ta halkla iş birliği ve tasarım sürecini olumlu bir şekilde etkileyebilmek için edinilen bilgilerin nasıl yönetilmesi gerektiği konularında tartışmalar sürüyor. Bu biraz sorunlu bir konu. İnsanların tasarımımızı nasıl kullanacağını ve belli bir deneyimi nasıl yaratmamız gerektiğini elbette düşünüyoruz, ama bu saptanmış bazı bakış açılarıyla hareket ediyoruz anlamına gelmiyor. Çünkü amacımız yeni bakış açıları oluşturmak.
MS: Mimarlık disiplininde tek bir doğru olmadığına inanıyoruz. Birçok doğru çözümün var olduğunu düşünüyorum.
JA: “Büyümek” ve “dokumak” (woven: dokuma – Studio Weave’deki weave (dokumak) fiilinin isim halini kastediyor) sözcüklerini çok sık kullanıyoruz. Her iki süreç de zaman gerektiriyor, zamansa önemli bir faktör. Tasarımınız nasıl başka bir şeye dönüşecek, var olan sisteme nasıl “örülecek” (woven)… Ve bunların tümünün birbirini büyüme bağlamında nasıl etkileyeceğini düşünüyoruz, çünkü beraber büyüyecekler. Sabit bir cevabı olan bir soru değil bu bence.
JA: Sadece diyagramlarla anlatılamayacağına inanıyorum ben, evet.
MS: Kullanabileceğiniz çok çok fazla yöntem var. Ortak bir dil yakalamanız gerekiyor ve bu birçok şekilde yapılabilir. Hikayeler, masallar anlatmanın en güzel yanı da insanların kendilerini birçok şekilde onlarla özdeşleştirebiliyor olmaları.
JA: Diyagramları en zorlayıcı bulduğum nokta, sembolik olması, spesifik bilgi vermemesi. Bir açıdan çok net, ama aynı zamanda da bilgileri olabildiğince yuvarlamaya çalışıyormuş gibi geliyor. Yani belli bir ortamın atmosferini ve o ortamdaki ilk deneyiminizin detaylarını bir diyagramla anlatamazsınız, çok uğraşırsanız belki anlatırsınız ama ortaya çıkan çok karmaşık bir diyagram olur. Bir insanın hayalgücünü istediğiniz biçimde harekete geçirmeyi amaçlıyorsanız, diyagramlar sadece sembolik değerler barındırdıkları için çok karmaşık araçlar. Evrensel olarak kullanılan semboller ise, doğrudan özel amaçlara yönelik. Semboller uluslararası alanlarda kullanılıyor, işe yaramaz demiyorum ama sadece bu göstergelerle de bir şey ifade etmek çok zor.
JB: Ekip olarak, farklı iletişim fikirleri üretebilmek için çok zaman ve zihin enerjisi harcıyoruz. İfade ettiğinden fazlasını gizleyen Photoshop imajlarından bilinçli olarak uzaklaşmayı tercih ettik. Bunun aksine, bir süreç diyagramının -her ne kadar yanlış okunabilir ve anlaşılabilirse de- bahsettiğimiz şeyin hassasiyetini ve farklı noktalar arasındaki ilişkileri ifade etmek için iyi bir araç olabileceğini düşünüyorum. Bizim anlatmak istediğimiz bunlar çünkü. Ama sizin (Studio Weave) hikayelerinizin de aynı şeyi dil aracını kullanarak yapabileceğini farkettim. Çünkü hikayeler de hassasiyetleri ve ilişkileri açıkça gözler önüne seren bir yapıya sahip.
MS: Hepsindeki ortak nokta, ne mesaj verdiği…
JB: Evet. Örneğin sizin kitap resimlerine benzer illüstrasyonlar kullanmanız…
JA: Bu tam olarak bizim yapmaya çalıştığımız şey. Atmosferi, mümkün olduğunca grafik araçlarla yansıtmaya çalışıyoruz. Yapmaya çalıştığımız şey, insan aktivitelerini harekete geçirerek, onların başlattığımız mekan tasarımına katkıda bulunmasını sağlamaya çalışmak olarak özetlenebilir. Bir renderın kuru ifadesinden uzak durmaya çalışıyoruz. Elbette bir renderın gayet etkili olabileceği durumları da unutmamak gerekir, yani sonuçta hepsi birer araç. Birçok aracımız var, sadece birine güvenmektense tümünü etkili biçimde kullanmaya çalışmalıyız.
JB: Bence ufkumuzu açıyor. Londra’daki mimarlık ortamı ve tartışmalarının beklenmeyecek kadar sınırlı ve içe dönük olduğunu söylemeliyim. En azından güncel fikrim bu. Burada olmak bizim için gerçekten çok yararlı oldu. Alışılmış düzenin bozulması her zaman iyidir, bu ise çok zevkli bir bozulma oldu. Tıpkı sizin projelerinizin (Studio Weave) tohum olması gibi, umarım biz de bu tohumu ileriye taşıyabiliriz.
JA: Ben kişisel olarak bu deneyimi biraz farklı yorumluyorum. Ben Güney Kore’de büyüdüm, aslen Koreli’yim. Londra’daki profesyonel hayatımda, genellikle büyüdüğüm ülkedeki ve oradaki kültürel farkları sorguluyordum. Kore bir modernleşme sürecinden geçmiş olmasına rağmen, bir Britanyalı ile Koreli’nin çalışma hayatı arasında çok büyük farklar var. İstanbul’da olmak ve buradaki mimarlarla sohbet edebilmek benim için çok tazeleyici oldu. Burada, hem Batılı yanımı, hem de Koreli bilincimi kullanabildim ve bu ikisini aynı anda kullanmak benim için çok farklı oldu. Bireysel olarak nerede durduğumu görmek açısından benim için çok değerli bir deneyimdi.
JB: Tam olarak anlatmak zor ama birçok açıdan hem çok tanıdık, hem de çok yabancıydı. Çok ilginç bir karışım. Bana tamamen yabancı olan yerlere gittim, kendimi tamamen “dışarıda” hissettim. Birçok yer sanki bir müze gibiydi, hiçbir zaman içeride olamayacağınızdan emin olarak dışarıda hissedersiniz kendinizi müzelerde, tam da böyleydi. İlginç bir otel gibiydi, rahatsınız, birçok şeye aşinasınız ama aynı zamanda her şey çok farklı ve beklenmedikti.
JA: İstanbul’un bana hissettirdiği en baskın özelliği, savunmasız olmasıydı. Kentin özellikle aşırı hızla değiştiğini farkettim. Uzun süre gezecek vaktimiz olmadı, ama ekonomik modelinizin ve sosyal dengenizin değiştiği izlenimine kapıldım. Değişim yavaş olmalıdır. Buradaki değişim ise o kadar hızlı ki, bir bireyin yaşamı boyunca olup bitebiliyor. İnsanların da bu hızla değişmesini bekliyor üstelik. Bunu adeta hissettim. Sonunun nereye varacağı belli olmayan bir süreç bu. İşte bu sebeple, İstanbul’u savunmasız olarak tanımlayabilirim.