Ortak Çalışma Alanları dosyamız kapsamında Bomontiada'da şekillenmeye devam eden “etkileşim ve yaratıcılık platformu” olan ATÖLYE ekibiyle konuştuk.
Tarihi Bomonti Bira Fabrikası’nın sakinlerinden olan ATÖLYE, bir yıldan fazla bir zamandır yaratıcı bir kitleyi kendine çekiyor ve farklı disiplinlerden gelen insanların beraber üretim yapabilecekleri bir “komünite” oluşturmak için gereken adımları atıyor. Biz de pek çok kişiden adını duyduğumuz mekâna “ortak çalışma alanları” serimizde yer vermek; ATÖLYE’nin işleyişine ve kolektif üretimin geleceğine dair öngörülerini dinlemek istedik. Komüniteyi bir arada tutan ve koordinasyonu sağlayan ekipten Atılım Şahin, Emre Erbirer, Engin Ayaz, Ayşe Esin Durmaz ile söyleştik.
Burcu Bilgiç: Kurmak istediğiniz topluluğu tarif ederken “komünite” kelimesini kullanıyorsunuz, bunu tercih etmenizin sebebi nedir?
Atılım Şahin: Buradaki durumu tanımlamak için, “komünite”nin ikamesi olacak kelime “topluluk” olabilirdi; ancak topluluk kelimesinin uyandırdığı bir etki var. Özellikle üniversite çevresinde, kulüpleşme faaliyetlerine topluluk deniyor. Topluluk deyince benim zihnimde canlanan o. Bu yüzden “topluluk” demektense “komünite” kelimesini tercih ederim. Aslında ben içerik olarak çok farklı olduğunu düşünmüyorum iki kelimenin. Sadece etkisi farklı oluyor.
Emre Erbirer: Kökenlerine baktığınız zaman, topluluk “toplanmak”tan gelen bir kelime; ama komünite, komün yaşamda olduğu gibi, beraber bir şeyleri paylaşarak yapmak demek. Tek bir cümlede ATÖLYE’yi tarif edin derseniz; “etkileşim ve yaratıcılık platformu” diyoruz. Etkileşim bizim için çok önemli. O etkileşimi yaratan şey aslında topluluk olmak değil komün yaşam. Buradaki komünitenin diğer ortak çalışma mekanlarından farkı, insanların bir araya gelip beraber proje üretmesi. ATÖLYE’yi biz bir disiplinlerötesi inovasyon platformu olarak konumlandırıyoruz, bu platfomda komün olarak bir şeyler üretmek aslında en temel meselemiz.
Engin Ayaz: Komünitede kişiler arasındaki bağlar çok daha önemli. Yani burada ulaşmaya çalıştığımız şey, burasını insanla dolduralım ondan sonra ikinci bir yeri de insanla dolduralım hatta üçüncüye geçelim gibi bir kurgu değil. Biz sayıdan ziyade, buradaki çekirdek komünite içindeki bağları ne kadar güçlendirebileceğimize bakıyoruz. Dolayısıyla komün kelimesi belki o noktada daha iyi oturuyor.
Siz oluşan komüniteye hangi noktalarda müdahale ediyorsunuz?
Atılım: Bazı öngörülerimiz oluyor süreç içerisinde. O öngörülere göre başta ilk hareketi veriyoruz; ama sonrasındaki gidişatı komüniteyle birlikte belirlemeye çalışıyoruz. Komünite toplantılarımız oluyor, benim insanlarla bire bir temaslarım oluyor; onun üzerinden buradaki komünitenin gittiği yeri şekillendirmeye çalışıyoruz. Sirkülasyon bizim için önemli, en nihayetinde çok büyük bir alanımız yok, 100 kişilik bir komüniteden bahsediyoruz şu anda. Buraya giren her bir kişi aslında bütün bir komüniteyi etkileme potansiyeline sahip. Bizim için kışkırtıcı noktalardan bir tanesi de yeni giren insanların geminin yönünü değiştirebilmesi. Diğer yandan temelde koyduğumuz birkaç kıstas var. İnsanlar arasında iki tip etkileşimi öngörüyoruz burada: Sosyal ve mesleki etkileşim. Sosyal etkileşim, insanlar bir arada vakit geçirdikten sonra nispeten kolaylıkla sağlanabilen bir şey. Bunu körükleyecek şeyler de yapıyoruz: Her gün 5 çayı oluyor, happy hourlar oluyor, film gösterimleri oluyor, dışarıdaki aktivitelere birlikte gidiyoruz, mangal yapıyoruz, belki festivallere gidiyoruz. Ama iş birlikte bir şey yapmaya gelince, orada her zaman birtakım engeller karşımıza çıkıyor. Onları da birlikte nasıl aşabileceğimizi tartışıyoruz. Mesleki paylaşımı körüklemek adına etkinlik serilerimiz var. “Geri bildirim seansları” dediğimiz bir etkinliğimiz var; haftada bir perşembe günü bir kişi çıkıyor, o an üzerine çalıştığı projeyi anlatıyor ve komüniteden geri bildirim istiyor. İçerideki insanların geldiği disiplinler çok çeşitli olduğu için projeler de çok çeşitli. Yani bir makine mühendisi projesini anlatıp bir fotoğrafçıdan geri bildirim alabilir o seanslarda. Multidisipliner kelimesinin altını bu tarz seanslarla doldurmaya çalışıyoruz. Bu şekilde insanlar birbirlerinin projesine dahil oluyor veya birbirini daha iyi tanıyıp, bir sonraki proje için birbirlerinden destek istiyor. Aynı şekilde 101 eğitimleri dediğimiz bir etkinliğimiz de var. Üniversitelerde giriş dersleri 101 kodlu olur, bizde de her hafta bir veya iki üye çıkıp, kendi alanından veya uzun senelerdir uğraştığı alandan, giriş dersi niteliğinde 101 dersi veriyor. Yine bunların kapsamı da çok geniş. Neuroscience 101 de var, 3D Printing 101 de var, Toplumsal Cinsiyet 101 dersi de olabiliyor mesela. Böylelikle insanların profesyonel anlamda birbirlerine bulaşmalarını hedefliyoruz. Birbirimize dokunalım, onun üzerinden belki yeni bir enerji çıkar, belki yeni fikirler çıkar diyoruz. Uzmanlık dediğimiz kelime çoğu zaman bir sektörde derinlemesine gitmek olarak tanımlanıyordu şimdiye kadar; ama şu an ve muhtemelen önümüzdeki süreçte uzmanlık kelimesi aslında başka disiplinlerden etkilenmeye açık olacak diye öngörüyorum ben.
Yeni insanları komüniteye nasıl dahil ediyorsunuz? Her isteyen bir parçası olabilir mi ATÖLYE’nin?
Emre: Orada Atılım tarafından yürütülen bir komünite kürasyon süreci var. İnternet sitesinden bir başvuru prosedürü var, sonrasında Atılım o başvuruları inceleyip ilgili kişilerle ön görüşmeler yapıyor. O ön görüşmelerden sonra, az önce bahsettiğimiz gibi, ilgili uzmanlıklar, sosyal ve mesleki uygunluk, ATÖLYE ruhuna ve projelerine katkı gibi konularda bir arayış var.
Atılım: İçeride gerçekten farklı grupların olması bizim için önemli. Bunun için de dört kategorimiz var. Bu insanları etiketlemek için değil nereye gittiğimizi anlamak için. Bu kategorilerden birinde kreatif alanlardan gelen insanlar, yani yaratıcı endüstrilerde üretim yapan tasarımcı, mimar ve illüstratör gibi uzmanlıklara sahip kişiler var. Teknik alandan gelenler; yazılımcılar ve mühendisler bir kategoride toplanıyor. Sosyolog, psikolog, araştırmacı, iletişimci gibi sosyal bilimciler de bir alanda toplanmış vaziyette. Bir de girişimciler, stratejistler, iş geliştirme alanında çalışan, “connector” dediğimiz, insanları diğer insanlara bağlayanların olduğu bir kategorimiz var. Biz bu dördü arasında bir denge yakalamaya çalışıyoruz içeride. Bu dördünün alt kırımlarında da çeşitlilik gerekiyor; mesela kreatif sektöre ayrılan yüzdenin hepsinin mimar olması bizim işimize gelen bir şey değil. Onun için alt gruplarda, aynı meslek grubundan en fazla 6 kişiyi tutmaya çalışıyoruz. Böyle bir sirkülasyon var.
Engin: Burada mimarlar önemli bir rol oynuyor, çünkü aslında mimarlık eğitiminde kullanılana benzer bir mekânımız var. Stüdyo ortamından esinlenen bir yer burası. Uygulamalı olması, Makerlab’in olması, geniş açık alanların olması, insanların burada 7/24 vakit geçirmesi çok önemli. Bunlar mimarlık okumuş insanların çok sıcak baktıkları özellikler; çünkü akademi sonrası özlenen bir şey. Aslında ex-mimar diye tanımlayabileceğimiz çok fazla üye var. 5-6 tane pratik yapan mimar var; ama onun dışında mimarlık yapıp fotoğrafçılık yapan, mimarlık okumuş olup grafik yapan, mimarlık okumuş olup iş geliştirme yapan insanlar var. O da bence ilginç bir çıktı. Önceden ön görmediğimiz ama sonradan baktığımızda “evet, çok mantıklı” dediğimiz bir şey oldu bu durum. Mimarlık stüdyolarının işleyiş biçimi de buranın tasarlanmasında önemli rol oynadı.
ATÖLYE’un çatısı altında bir de Makerlab var. Maker hareketi günümüzün standart eğitim sürecinden geçmiş tasarımcılara “gel tekrar malzemeyle ilişki kur“diyor. Türkiye’de maker hareketine ilgi ne durumda? ATÖLYE’un Makerlab’i bir talepten mi doğuyor, bir talep mi yaratıyor sizce?
Esin: Bence talebi yaratıyoruz.
Emre: Bu çift yönlü olabilir. Yani bir yandan gerçekten dünyada büyüyen bir maker hareketi var, ama buradaki yansımaları farklı. Bir yandan da Türkiye’de, zanaat gibi, eskiden de olan geleneksel bir makerlık var zaten. Şu anda ATÖLYE’de yürüttüğümüz Mercek adlı bir proje var. Bu proje aslında maker hareketi üzerine de, geçmişten gelen zanaat üzerine de gidiyor. Ama Esin’in söylediği gibi biz burada talebi yaratıyoruz daha çok.
Esin: Makerlab’in üyelerle çok sıkı bir ilişkisi var. Üyeler, yaptıkları işler bir sonuca doğru gitmeye başladığı zaman prototipleme konusunda Makerlab’i kullanıyorlar. Üyeler sadece ortaya çıkan son ürün için değil, yan ihtiyaçları için de bize geliyorlar. Tasarımcıların, ürün tasarlayanların veya moda tasarımcılarının yapacakları iş için, prototip üretme konusunda farklı araçları var mesela. Diğer yandan sunum yapmak isteyen birinin görsel iletişime yönelik ihtiyaçlarını da biz burada üretiyoruz. Burası sadece bir prototipleme alanı değil, aynı zamanda tasarlanan iş gerçeğe dönerken ortaya çıkacak sorunları azaltmak ve alanda uzman bir çalışandan yardım almak için kullanılan bir alan. “Benim yapmak istediğim şey bu, bunu ne şekilde gerçekleştirebiliriz?“ sorusuna cevap arıyoruz Makerlab‘de. Buraya ellerinde bir projeyle gelecekler ve bunun prototipini yapacaklar diye düşünmemek lazım. Son ürüne değil sürece dahil oluyoruz. Bence kreatif aşamalar sadece eskizle ve bilgisayarla değil; daha çok yapmak, üretmek, görmek ve denemekle devam ediyor. Komünite üyeleri Makerlab’i daha çok bu anlamda kullanıyorlar.
Engin: Dünyada zaten maker hareketi gibi bir makro trend var. İnsanlar çalıştıkları işlerden memnun değiller, tatmin olmuyorlar, çok daha sık iş değiştiriyorlar veya okudukları alanlardan memnun değiller ve bambaşka iş alanlarında pratiğe girmek istiyorlar. Çok fazla ekonomik faktör girişimci olmak için insanların önünü açıyor. Diğer yandan kendini gerçekleştirmeye dair literatür de çok daha yaygın ve herkes tek başına istese de istemese de bir marka. Kabul etse de etmese de herkesin kendine çizdiği bir yol var ve istemese de başkaları, internette, LinkedIn’den onu tagleyerek pazarlıyor. Böyle bir durumda destek mekanizması kurmak çok temel bir ihtiyaç. İnsanlar hem misyon olarak birbirlerine yeteri kadar benzeyen hem de karakter ve kafa yapısı olarak birbirinden yeteri kadar farklı olan insanlarla bir arada durmak ihtiyacındalar. Bu bir aradalık zaten antropolojik olarak 150 kişiyi geçemez, çünkü daha fazla insanla ilişkiyi yönetemeyiz. Dolayısıyla bu trendlerin burada vuku bulmuş hali olarak biz, burayı sürekli yeniden düzenlemeye çalışıyoruz: Ne tip etkinlik yaparsak insanlar daha angaje olur? Makerlab’i nasıl kullandırmaya çalışırsak motive olurlar? gibi… Çok daha iyi olacağını düşündüğümüz bir şey bu, çünkü aslında ihtiyaç çok daha fazla. Buraya bazı trendlerin gelmesi ya da tamamen tabana yayılması daha uzun vakit alabilir. Bir yandan da çok yenilikçi bir şey yaptığımızı düşünmüyoruz. Yani bir şeyin mucidi olmak ve bir şeyi adapte etmek, bizce ikisi de yenilik. Biz, dünyada var olanı buraya nasıl adapte edip çözebileceğimizi araştırıyoruz. Hala daha araştırma devam ediyor. Bizim merakımız şu: Birbirine güvenmeyen bir toplumda, insanların profesyonel hedefler etrafında toplandığı, çalışmanın ve üretmenin kutsandığı, akademi dışı bir ortam nasıl oluştururuz? Esas bu soruyla başladık, bunların hepsi onun besleyicisi, vitaminleri. Onların buraya daha sık gelmesinin vesilesini bulmak için buraya masayı koyduk. Dışarıdan insanlar daha sık gelsin diye etkinlik alanını belirli bir büyüklükte yaptık. Oradan başladığımız için ortak ofis kelimesinden kaçıyoruz çünkü o bizi tanımlanmış bir alana sokuyor. Platform ise ucu açık, ufku açık bir tanım bizim için ve tanımsız kalmayı biraz da tercih ediyoruz.
Zanaat meselesine geri dönmek istiyorum biraz, çünkü sıklıkla yapılan bir benzetme. Zanaatkarlık tabii ki makerlıktan farklı, doğduğu koşullar farklı, zaman dilimi farklı; fakat soruyu tersten sormak istiyorum: İkisinin benzeyen yönleri neler?
Esin: Makerlab’ler ve Fab-lab’ler dünyada yayılmaya, düşünce olarak dünyayı etkilemeye başladığı zaman konuyla ilgili yazılan kitaplar bu ayrımla başlıyor. Zanaat, usta-çırak ilişkisi ve bilgi birikimiyle ilerleyen, belli bir kitabı olmayan bir öğrenme şekliydi. Üniversiteler ve akademiler bu kadar yaygın olmadan önce bilgi, nesillerden nesillere bu şekilde aktarılıyordu. “Zanaati bitiren şey ne?” diye düşündüğüm zaman, insanların bu işin okullarını okumaya başlaması ve düşünmenin yapmanın önüne geçmesi geliyor aklıma. Zanaat zayıf kaldı ve düşünme ile yapma arasındaki kopukluk nedeniyle bazı delikler oluşmaya başladı. Makerlab’ler, halihazırda aldığımız tasarım eğitiminde öğrendiğimiz dijital üretme tekniklerinin gerçeğe dönüştürülmesiyle alakalı. Maker hareketinde sıklıkla kullanılan araçlar (3D printer, lazer ve CNC) bilgisayar ortamında yaratılmış modellerin kodlara dönüşmesi, o kodların da gerçeğe dönüşmesi sürecine işaret ediyor. Bu noktada ustaya bağlı gelişme bir kenara atılıyor ve süreç “bilgisayardan öğrenilenler sana ne söylüyor, bu kodlar ve analitik verilerle ne üretiyoruz“ şeklinde devam ediyor. Bu bence olumsuz bir şey değil, zamanın getirdiği bir şey. Olması gereken bir şey ve bu sayede maker hareketi üretim anlamında eskiye bir dokunuş da sağlıyor. Dünyada bilgi alışverişi çok hızlı oluyor, zanaatin eskiden olduğu konumuna geri dönmesi imkansız ve “eskiden ne güzeldi” demek hayalperestlik. Bence makerlab’ler eskide olan kültürün yeni bir versiyonu, devamı ve olması gereken şey.
Maker hareketinin endüstriyelleşmeyle ve seri üretimle nasıl bir ilişkisi var? Bu trend kendini işleyen sisteme nasıl dahil ediyor veya dahil ediyor mu?
Esin: Maker hareketinden neden üçüncü endüstri devrimi olarak bahsediliyor, onu açıklayayım en başta. İkinci endüstri devrimi Fordizm idi, yani üretim bandı. Parçalar kalıplarla tek tek üretilip sonra hepsi birleştiriliyor ve ustalık ortadan kalkıyordu. Ondan sonra işçilerden birinin görevi vidaları takmak, diğerinin görevi civatayı somuna geçirmek, bir diğerinin ise paket yapmak ve iş bitirmek oldu. Burada tasarım önemli bir rol oynuyor. Maker hareketinden üçüncü endüstri devrimi olarak bahsedilmesinin nedeni 3D printer üretim teknolojisi ile üretim bantlarının ortadan kalkması. Son ürüne çok yakın ürünler üretilebiliyor artık. O kadar kalem işin hepsini atlayarak, hızlıca son ürünü 3D printerlarda üretip deneyebiliyorsunuz aslında.
Engin: Türkiye’de makerlığa dair konuların gelişmemesinden bahsetmek de önemli. Burada işçiliğin çok ucuz olması dolayısıyla kendinizin yapacağı işi, öğrenciyken bile, gidip yaptırmaya bütçe ayırabilmeniz mümkün. Böyle bir şey Amerika ya da Avrupa’da imkansız. Aynı zamanda okullarda bu tip aletler neredeyse bir kale gibi kapalı. ODTÜ, İTÜ, Bilgi Üniversitesi; hepsinde neredeyse aynı. Bazıları biraz daha yakın, bir iki hoca belki büyük bir değişim yaratıyor ama sonra o hocalar gidince kapalı duvarlara geri dönülüyor. Dolayısıyla hem öğrenen yok, hem başka tarafta yapmak ucuz, hem emeğe değer verilmiyor müşteri tarafından. Dolayısıyla “Ben bunu beş kere daha prototipleyeceğim, bir haftaya ihtiyacım var“ diyemiyorsunuz. O yüzden de profesyonel hayatta prototip yapmaya yeteri kadar zaman ayırabilen insan da yok. İçeride endüstriyel tasarımcılar var. Onlar bile apar topar prototip yapıyorlar. Gerçekten düşünerek yapmak yok. Bütün bu yapıya bakıldığında, bizce burada “do it yourself“ fikrindense “do it together“ fikri çok daha güçlü. Çünkü biz bir arada yapabilen bir kültürüz. Gidip garajında araba icat eden adam varsa da daha çok toplum tarafından dışlanan bir mucit gibi algılanıyor.
Emre: Türkiye aslında kültürel olarak sonuç odaklı bir toplum. Ama bizim burada üzerinde çalıştığımız şey sonuç değil süreç. Burada tek başına bir şey yapıp sonucunda yanlış veya kötü bir şey üretmektense süreci uzatalım, beraber yapalım, ama ortaya çıkan şey daha doğru ve daha iyi olsun diyoruz.
“Do it yourself“ sloganını “do it together“a çeviren Türkiye’nin farklılığı mı? Genel akımı buraya adapte etme şekliniz mi bu çeviri?
Engin: Evet aynen. Fark ettiğimiz bir şey var; buradaki eğitim sistemi veya toplumsal yapı, tek başına sıfırdan bire ve birden herkese ulaşacak üretimi pek desteklemiyor. Diğer yandan da birbirine güvenebilen bir toplum değiliz. Dolayısıyla bir arada çalışmamız lazım ama kimseye güvenemiyoruz. Bizce esas tıkanıklık burada ortaya çıkıyor. O yüzden de burada insanlar 6 ay – bir sene aynı çatıyı paylaşınca dolaylı olarak profesyonel güven ilişkisi de oluşmaya başlıyor. Bu çok yavaş ilerleyen bir şey, çünkü o güvensizliği kırmak kolay değil. Senin yaptığını başkaları kutlarsa, kutlamayı da beraber yaparsak o zaman “do it together“ oluyor. Yani her şeyi bir arada yapıyoruz değil. Bir proje 4 kişiden fazla insandan çıkmıyor, öyle bir gerçek var. Gereksiz çokluk sorunlar doğurabiliyor. Çünkü işbirliği de çok havada kalan bir kelime ve iyi irdelenmesi gerekiyor ki buradan başka yerde çıkamayacak bir proje çıksın. Biz de o yüzden ona çok kafa yoruyoruz.
Emre: Biz onların önüne bir proje vermiyoruz, bu projeler veya bu fikirler veya beraber çalışma süreci onların kendisinden doğuyor. Yani biz dört kişi beraber masada otursun demiyoruz. Bu dört kişi bir yerde kahve alırken, muhabbet ederken iletişime geçsin üzerine bir kurgu var.
Engin: O gün de gelebilir, neden olmasın? Ama bizim için önemli olan burada bu kadar çeşitli disiplinin ve bağlantının olması. Böyle olunca büyük bir şirket olmadan, araçlarımızı genişletmiş oluyoruz. O yüzden burada proje her yönden gelebilir. Bir üye gelir başka bir üyeyle çalışır. Bir üye gelir bizle çalışır. Biz geliriz üyeyle çalışırız ve bütün permütasyonlara izin veriyoruz ve hiçbirinden pay alma gibi bir durumumuz yok. Yani iki üye işbirliği yaptığında bize haber verin yüzde beşi bizim gibi bir saçmalık olmasın diyoruz. Çünkü önce iş çıksın sonra başarı paylaşılır. Bu sistemden en fazla faydalananlar yine üyeler; çünkü hem kendilerini geliştiriyorlar, hem başka insanlarla profesyonel ilişkiye giriyorlar, hem evde motive olamayıp burada oluyorlar ve üretiyorlar. Biz bunun değerini biliyoruz. Ama birisinin o katalizör rolunü üstlenmesi lazım ki bu deneyin çıktılarını görelim. Bu insanlar profesyonel olarak zaten para kazanan ve belli bir tecrübeye gelmiş insanlar, onun için istedikleri projeye ya da gerçekten inandıkları projeye girme ve onda daha başarılı olma ihtimali de yükseliyor. Bunlar biraz teorik çünkü o yaşam döngüsünü daha tamamlamadık, başındayız.
Emre: Buradaki fark ve güzellik, bu yerin birlikte bir şeyler yapması; başarılı olmasının nedeni doğrudan o kişinin inandığı bir şeyi üretebileceğine ve katkısının olabileceğine inandığı projeye dahil olup ona bir motivasyon vermiş olması. Zorunlu olarak girmiyor, doğrudan “Ben bunun içinde yer almak istiyorum ve bunun için bir şey üretmek istiyorum.“ diyor.
Engin: Zaten başvuranlarda gözettiğimiz şeyler ne kadar kreatif, ne kadar meraklı oldukları; buradan ne alıp ne vermek istedikleri; bir de alanda benzer kullanıcılar olup olmaması. Ama pozisyon olarak biz de bir üyeyiz; yani kendimizi ne aşağı ne yukarı konumlandırmamak çok önemli. Hayalimiz buranın mümkün olduğunca kendi kendini idame ettiren bir sistem olması. Öyle ki burası işletilen bir yer olmasın, kendi kendine yürüyebilen bir yer olsun. Oraya varamayacağız kolay kolay; ama baştan onu koymazsak hiçbir zaman oraya yaklaşamayız. Başarılı olduğumuz gün kopyalandığımız gün diyorduk, şu anda benzer fikirler çıkıyor. Bir yandan da biz bire bir kopyaya inanmıyoruz; çünkü siz bu fikri alıp başka bir yerde, atıyorum Üsküdar‘da yaparsanız zaten başka bir şey yapıyor olursunuz. Ümidimiz de bütün bu pastanın büyümesi. Umarım seneye 20 tane yer olur ve hepsi kendi dilini bulmaya çalışır.
ATÖLYE’nin burada olmasına nasıl karar verildi? Bomonti’de olmanın size sağladığı ne oldu?
Engin: Aslında çoğu girişime göre biraz daha ters bir yol izlediğimiz için bu fırsat karşımıza çıktı. Biz gidip tanıdığımız herkese her detayıyla bu fikri anlattık, “Bu fikre biz inanıyoruz, eğer bizim kadar inanıyorsanız ve paralel yürümek istiyorsanız buyrun.“ dedik. İlk 5-6 ayda böyle 200-300 kişiyle konuştuk ve “bu fikri anlatmaya devam edelim, doğru mekan karşımıza çıkacak.“ dedik. İstanbul‘un endüstriyel mirasına dair daha önceden bir araştırma yapmıştık. Biz bu fikrin, fiziksel üretimin olduğu bir yerin dönüşmesi üzerinden temellenebileceğine inanıyorduk. Mekanların hafızası var, burada daha önceden bir şeyin üretilmiş olduğunu insan görmese de hissediyor. Bir noktada Babylon’un kurucu ekibinden birisi gelip bize “Sizin böyle bir fikriniz varmış, Bomonti Bira Fabrikası’nda bir proje geliştiriyoruz.“ dedi. Başka hiçbir paydaş yoktu sadece Babylon vardı. “Bütün bina boş, siz bu binanın neresini, nasıl kullanırdınız?“ gibi bir soruyla geldiler. Bu çok zor bir soruydu tabii. Biz bu binayı gezdik, turladık, düşündük, hayal ettik ve dedik ki “Bu mekan, bu boyutta, bu formasyonuyla bizim için uygun ve biz burayı şöyle yapıcaz.“. Mimarlık mı girişimcilik mi belli değil, arada bir şeydi. Tabi destekçilerimiz burada çok önemli, onları vurgulamak lazım. Özyeğin Üniversitesi’nin desteği olmasa bu riski alamayabilirdik. Alpay, Esra ve Orhan Hoca, uluslararası ölçekte tasarım eğitimi ve araştırma ağının Türkiye’deki bağlantı noktası olacak, İstanbul özelinde ise bir tasarım araştırması, uygulaması ve eğitimi merkezi görevi üstlenecek Istanbul Institute of Design adı verilen bir yapı oluşturuyordu. Bu yapının üniversitenin nispeten şehrin dışında yer alan kampüsü yerine çalışanların, öğrencilerin ve eğitimcilerin kolay ulaşımı önemliydi. Enstitünün şehirle entegre olarak bir şeyler üretmesi ve araştırması için bir merkeze ihtiyacı vardı, bu noktada ATÖLYE olarak biz devreye girdik. Onun dışında da yurt dışından Türk ve yabancı bireysel yatırımcılar, İstanbul Kalkınma Ajansı fonları ve dışarıdan yaptığımız diğer projelerden elde ettiğimiz gelirle burayı başlatmış olduk. Ama aslında çok fazla paydaşın bir araya gelmesi gereken çok uzun bir süreçti tabii ki. Bir anlaşmaya varmak için bir buçuk sene uğraşabiliyorsunuz bu kadar uzun vadeli bir projede. Ama şu an başka bir yerde olmayı düşünmüyoruz, ikinci bir yer daha açmayı da düşünmüyoruz.
Emre: Bir AVM’de, bir iş merkezinde ya da plazada olmaması çok baştan düşünülmüş, kurgulanmıştı.
Atılım: Onunla ilgili çok teklif vardı. Bilinen birkaç AVM, okul, şirket “Gelin kendi çatımız altında yapalım.“ dedi. Biz de dedik ki “Türkiye’de o kadar büyük bir gruplaşma var ki biz bir şirketin altına girdiğimiz anda diğer bütün şirketlere uzağız. Bir okulun altına girdiğimiz anda bütün okullara uzağız.“. Kimse buranın sahibi değil; biz de değiliz, o da değil, bu da değil. Buraya gelen insan buranın sakini ve istediği gibi kullanıyor. Ama kimse buranın sahibi olmamalı.
Emre: Bir yandan o “Birbirini besleme ve etkileşim yaratmayı en doğru, en güzel nerede yapılabiliriz?”in cevabı burası. Çünkü içerde gerçekten birbirini besleyen bir yaratıcı ağ var. Sadece biz değil buradaki bütün oluşumlar, Babylon da, Alt da, Leica da birbirini besliyor. Bu sakinler nasıl birbirini besler ve nasıl doğru noktalardan birbirine temas eder üzerine bütün Bomontiada sakinleri, birbirleriyle sürekli iletişim halinde. Çünkü amacımız bu etkileşim ve yaratıcılığı önce Şişli ve Bomonti’ye daha sonra İstanbul’a yayabilmek.
Engin: Bir de buranın var olmasının ana sebebi 2010‘ların başında verilmiş politik bir karar. O da ilginç. Burası aslında Efes’in ve bira müzesi olacakken sponsorluk kaldırılıyor ve müze olmuyor. Aynı anda Hilton yapılıyor. Hilton’a konulan şart da buranın ticari olmayan kiracıların da olacağı bir kültür kampüsüne dönüştürülmesi. Bu da bir şehrin nasıl dönüştüğüne dair aslında ilginç bir örnek. Orada o karar verilmemiş olsaydı, buranın yüzde 30’u 40’ı ticari olmayan işletmelere verilecek denmeseydi, buraya dahil olmamız daha zor olurdu. Yani böyle bir gerçek var. Ben de Bilgi‘de ders veriyorum mesela, mekanı kültür kampüsüne dönüştüreceğiz deniyor proje derslerinde. Mekanı kültür kampüsüne dönüştürecek şey hiçbir zaman mimarlık değil. Mimarlık ancak onun sürecini tasarlayabilen, küçük aktörden birisi. Yani o yüzden esas konuşulması gereken şey çok daha yapısal. Hangi sistemler başarılı? Niye başarılı Bomontiada? Çünkü ticari olarak da başarılı. Hem kendini döndürüyor hem de bizim gibi paydaşları var.
1 Yorum
Çok güzel anlatmışsın Hasan, eline, diline sağlık.