Gelibolu'yu hem mimari tasarım hem de hafıza üzerinden inceleyen Akademisyen Mimar Ahenk Yılmaz'la, Yarımada'nın ulusal bellekteki yeri ve bunun mimari pratiğe yansımaları üzerine bir söyleşi yaptık.
Yaşar Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde Yrd.Doç. olarak görev yapan Ahenk Yılmaz, 1998 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden mezun oldu, yüksek lisans (2001) ve doktora (2008) derecelerini İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Mimarlık Bölümü’nde aldı. Araştırma ilgi alanları mimari tasarım ve mekansal deneyimin üretiminin etkileşimine ve özellikle bu etkileşimin renkten, belleğe kadar değişen önemli kavramlar aracılığıyla oluşumuna odaklanıyor. Doktora sırasında Gelibolu’daki anıtlaştırma biçimleri ile hatırlama arasındaki ilişkiye odaklanan Yılmaz, yine bu konu ile ilişkili olarak doktora sonrası çalışmaları kapsamında, 2011 yılında TÜBİTAK’tan ve Yale Üniversitesi Paul Mellon Merkezinden aldığı araştırma burslarının desteği ile İngiltere’de Brighton Üniversitesi ile ortak bir araştırma projesi yürüttü. Gelibolu’daki Ingiliz Milletler Topluluğu anıt ve mezarlıklarını tasarlayan mimar Sir John Burnet’i konu alan en son makalesi “Memorialization on War-Broken Ground” Amerikalı Tarihçiler Topluluğunun Dergisi Journal of the Society of Architectural Historians’da (JSAH) 2014 Eylül ayında yayınlandı.
Ahenk Yılmaz: Bu kavramlara ve genel olarak Gelibolu’ya bakışımın bir akademik çalışmaya dönüşmesi doktora sırasında gerçekleşti. Gelibolu Yarımadası çocukluğumdan beri özellikle ilgimi çeken bir coğrafyaydı. Nasıl olmasın ki? Çok güçlü anlatılarla örülmüş ve bu anlatıların anıtlar, şehitlikler, savaş mezarlıkları, savaş alanları ve sayısız toplu mezarlarla dokunulabilir, yaşanılabilir deneyimlere dönüştüğü, oldukça dramatik bir topografyadan bahsediyoruz. Çocukken bu alana yaptığım üç ziyaretten birisi ortaokul sırasında sınıfça yaptığımız bir gezi ile olmuştu. Bu gezi sırasında çocuk olmamıza rağmen yaşadığımız ve hepimizin vücut dilimize yansıyan bir tarafı vardı bu bellek ile olan ilk etkileşimimizin ve bu etkileşim çocukluğumun bir coğrafya ile ilişkilenen en güçlü deneyimlerinden birisiydi.
Doktoraya başladığım zaman ise aslında aklımdaki temel mesele mekansal deneyimin oluşumunu anlamak ve bu deneyimi oluşturan mimari elemanları okumak üzerineydi. Ancak her taze araştırmacının yaşadığı gibi aklımdaki inceleme konularının ne kadar geniş olduğunu kısa zamanda fark ettim ve daha net sorular sormam gerektiğini anladım. İşte tam bu noktada, daha spesifik bir mekansal deneyime odaklanma kararı verme sürecimde Gelibolu’ya ve bir deneyim olarak hatırlamaya odaklanmaya karar verdim. Bu ikisi arasında benim ilgilenme sürecimin başlangıcı açısından zamansal bir hiyerarşi olmadığını çok net söyleyebilirim. Yani önce bellek, hatırlama ve anıtlaştırma gibi kavramlar mı geldi yoksa Gelibolu mu diye sorduğunuzda, ikisini bağımsız düşünemeyiz ki derim. Çünkü, yaptığım çalışmalarda gördüğüm ve neredeyse tüm yayınlarımda da belirttiğim gibi yer ve bellek ayrılmaz bir bütünün parçaları. Gelibolu’yu bizim için bu kadar anlamlı bir coğrafya haline getiren barındırdığı tüm yaşanmışlıklar ve onunla ilişkili anlatılar. Bellek araştırmaları gösteriyor ki gerek kişisel gerek kolektif anılarımızı mekanlarla ilişkilendirme eğiliminde oluyoruz ve hafıza her “yer”de birikiyor aslında. Gelibolu’yu farklı kılan ise çok daha kolektif, kendi ulusal belleğimizin de ötesinde pek çok ülke ve ulus için ortak bir bellek birikimine ev sahipliği yapıyor olması.
Bellek sanatı günümüzde de hala mnemotechniques adıyla kullanılan, ilk olarak Antikite’de belagat, yani güzel konuşma sanatını icra edenler için ya da onlar tarafından icat edildiğine inanılan bir ezberleme yöntemi. Bu yöntemi öğrenerek pek çok antikite filozofunun saatlerce hiç takılmadan ve aralıksız olarak ezberden konuşabildiklerini biliyoruz. Kazandırdığı bu beceriler sebebiyle çok popüler olan bu sanat Rönesans döneminde en parlak halini yaşıyor ve sadece kişisel hatırlama yöntemi olarak değil “bellek tiyatroları” gibi birebir inşa edilen yapılar aracılığıyla kitlelerin eğitimi için de kullanılıyor. Ancak, matbaanın icadı ve yazılı materyallerin yaygın hale gelmesi ile beraber hafızaya olan bağlılık ve ezber yeteneği ihtiyacı azaldıkça popülerliğini kaybediyor.
Bu sanatın biz mimarlar için ayrıcalıklı olmasının ve benim doktora çalışmalarımın merkezini oluşturmasının sebebi ise tümüyle mekan deneyimi üzerine kuruluyor olması. Antik dönem metinlerine baktığımızda yöntemin en saf haliyle şöyle tanımlandığını görüyoruz: Ezberlenecek olan kelime, sözcük gurubu ya da cümlenin zihinde görselleştirilmesi ve bu görselleştirilen imgenin yine zihinsel olarak üretilmiş belirli bir mekana yerleştirilmesi. Ezberi yapan kişi tüm görselleştirmeleri zihninde canlandırıyor ve sırayla odalara yerleştiriyor. Daha sonra konuşmaya başladığında bu odaları hayalinde teker teker ziyaret ederek görselleştirmelerle ilişkili tümceleri hatırlıyor. Bu mekanlardan oluşan zihinsel yapılara “bellek sarayları” diyorlar. Her belagat ustasının kendi yarattığı zihinsel bir sarayı oluyor. Aslında sürecin temelinin zihinsel mekan üretimi olduğunu düşününce mimarlık bu yöntemin ne denli merkezinde yer alıyor, değil mi?
Ben doktora çalışmamda tüm Gelibolu savaş topografyasını bu Antikite sanatını baz alarak geliştirdiğim bir yöntem ile analiz ettim. Evet bu bireysel bir hatırlama yöntemi, ancak yöntemin dayandığı imge ve mekan ilişkisine, anıyı temsil eden nesne ve onun var olduğu ya da konumlandırıldığı yer şeklinde baktığımızda tüm anıtlaştırmaların bu bağlamda değerlendirilmesinin mümkün olduğunu görüyoruz. Üstelik bellek sanatının teorisinde ezberlemenin güçlü olması için imgenin, yerin ve ikisi arasındaki ilişkinin sahip olması gereken niteliklere ilişkin pek çok kural var. Bu kuralları çalışmamda ürettiğim yönteme adapte ederek Gelibolu bellek topografyasının mekânsal hatırlama deneyimi üzerindeki etkisini analiz etme imkanı buldum. Bu analiz etkili ve güçlü hatırlama deneyimleri üretme bağlamında bu topografyadaki sadece şehitlik, anıt, mezarlık gibi yapıları değil, savaş alanları ve kalıntıları gibi tüm anıtlaştırmaların karşılaştırmasını yaparak çok sayıda saptama yapmamı sağladı. Tabii ki hepsini burada açıklamam oldukça vakit alacağı için mümkün değil, ancak “planlı ve düzenli işliyor mu” sorunuzla bağlantılı olarak şu şaşırtıcı sonuçtan bahsedebilirim. Analizler gösterdi ki tahmin edilenin aksine anıtların büyük ve tekil, bakılmak için kurgulanmış objeler olarak tasarlanması hatırlama deneyimini güçlendirmiyor. Tam tersine hatırlama mekânsal bir deneyime dönüşüp, yer ile ilişkilendikçe ve hatta anıtlaştırılmak istenen olay ile ilişkili yerin kendisi imge haline geldikçe daha akılda kalıcı olmaya başlıyor. Bu anlamda, savaş kalıntılarının dönüştürülmesi ile gerçekleştirilen anıtlaştırmaların, örneğin Gelibolu’daki tabyaların restorasyonunun ve bilgi vermek amacıyla tekrar işlevlendirilmesinin en güçlü hatırlama deneyimlerini ürettiğini söyleyebiliriz.
Karşı-anıt ilk olarak İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya atılan, fakat özellikle duvarın yıkılışından sonra popülerlik kazanan bir kavram. Bu yaklaşımda asıl mesele savaş sırasında yaşanan insani acıyı ve yıkımı öne plana çıkartarak barış fikrinin güçlenmesine hizmet etmek. Bu da bildiğimiz geleneksel anıtlaştırma söylemine tümüyle karşı bir yaklaşım. Çünkü geleneksel anıtların kahramanlığı öven yapısı aslında tam da bu acıları göz ardı ederek savaş halini haklı gösterme ve hatta olumlama amacı taşıyor. Geleneksel anıtlar iri ve hükmedici yapıları ile öne çıkarken, karşı-anıtlar daha çok bireyleri andıkları olay ya da kişi hakkında derin düşüncelere sevk etmeye çalışan alçakgönüllü mekan tanımları olarak tasarlanıyorlar.
Gelibolu tüm bu farklı söylemlere sahip anıtlaştırma biçimlerini incelemek için inanılmaz zenginlikte bir alan. Hem geleneksel hem karşı-anıt örneklerini pek çok farklı ulus çeşitliliğinde 1915 yılından bu yana seçilen ve de uygulanan sayısız farklı yaklaşım ile barındıran bir alan. Tabii ki Birinci Dünya savaşına bağlı bir cephe olması sebebiyle, doğal olarak anıtların ağırlıklı bir biçimde geleneksel anıt yaklaşımı ile inşa edildiğini görüyoruz. Ancak, 1990’ların sonuna geldiğimizde benim çalışmalarımda karşı-anıt örnekleri olarak adlandırabileceğimizi öngördüğüm yaklaşımlarla karşılaşmaya başlıyoruz. Bunların en önemlisi kuşkusuz 1998 yılında Prof.Dr. Raci Bademli ve ekibi tarafından gerçekleştirilen inanılmaz incelikteki çalışma ve akabinde açılan ve tüm coğrafyayı bir Barış Parkı haline getirmeyi amaçlayan bir yarışma ile oluşturulan yaklaşım. Bu uluslararası yarışma o dönemde oldukça dikkat çekmiş ve pek çok farklı ülkeden güçlü ekiplerin katılımını sağlamış. Yarışmayı kazanan ekibin önerisinin ismi “ayak ve göz.” Size biraz önce bahsettiğim, yerin kendisinin tüm coğrafya içindeki savaş kalıntıları ile anıtlaştırma amaçlı olarak küçük müdahalelerle düzenlenmesini ve anlatıların yere özgü bağlantılarının vurgulanmasını hedefleyen bir proje. Amaç Gelibolu Savaşı’nı bilgi ve belgelerle de destekleyerek ziyaretçilere deneyimletmek ve böylece barışın önemini kendi hatırlama süreçlerinde fark etmelerini sağlamak. Yarışma sürecinde ödül alan tüm projelere yansıyan ve birinci gelen projenin de üzerinde durduğu temel müdahale tabyaların ve savaş alanlarının restore edilerek, hatırlama rotaları oluşturulmasıydı. Bellek sanatı bağlamında geliştirdiğim yöntem ile yaptığım hatırlama deneyimi analizlerinin gösterdiği de aslında tam olarak bu yaklaşım ne denli etkili bir anıtlaştırma olduğuydu.
Ancak, tüm bunların yanında şunu da kabul etmek lazım, Gelibolu bellek ve hatırlama kavramları açısından değerlendirdiğinizde çok zengin ama aynı zamanda çok boyutlu ve hassas bir coğrafya. Toprağını işgalcilerden koruyan bir halktan bahsettiğimizde tabii ki o coğrafyadaki her karış toprağın bambaşka bir kahramanlık hikayesi ile örüldüğünü görüyoruz. Üstelik Gelibolu’yu topografyasını tüm Birinci Dünya Savaşı cephelerinden farklı kılan bir özelliği de çok kısıtlı bir alanda neredeyse aylarca değişmeyen cephe hatları ve bu küçücük alanlarda gerçekleşen yüzbinlerce kayıp olması. Bu sebeple şehitliklerimizin çoğu savaş sırasında hızla ve toplu bir şekilde yapılan definlerden oluşmuş. Gün be gün, hala o dönemin savaş haritaları aracılığıyla yeni şehitlikler tespit ediliyor. Dolayısıyla, yeni şehitlikler inşa etmek oldukça gecikmiş ama zorunlu bir ihtiyaç. Ancak, bu yeni şehitlikler sizin de belirttiğiniz gibi bayrak şeklinde mi olmalı, bu ayrı bir tartışma konusu. Bence, üzerinde uzlaşacağımız formları tekil bir şekilde tartışmak ne kadar uzlaşmaya varırsak varalım bir anlam taşımayacaktır. Gerçekte düşünüp tartışılması gereken mesele tüm şehitlikler için bir dil birliği oluşturmak ve bu şehitliklerin bellek topoğrafyasının kendisi ile bütünleşik olmasını sağlayacak yaklaşımları geliştirmek olmalıdır diye düşünüyorum.
Açıkçası katıldığımız yarışmanın süresiz olarak askıya alınması sebebiyle ne yazık ki tam anlamıyla işleyemedi ya da bu ilişkiyi deneyimlemek için çok az fırsatım oldu demek belki de daha doğru olur. 2014’ün ilk aylarında Çanakkale İl Özel İdaresi Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı Yeni Şehitlik Tasarımları Fikir Projesi Yarışması açtı. Bu yarışma size biraz önce bahsettiğim yeni bulunan şehitlikler için ortak bir tasarım dili geliştirmeye yönelik bir amaç taşıyordu. Biz de Mehmet Kütükçüoğlu liderliğinde, Ertuğ Uçar, Evren Başbuğ, Umut Başbuğ, Öykü Kocaman, Güven İncirlioğlu ve Ece Akay’dan oluşan bir ekip olarak bu yarışmaya katıldık ve ilk elemeyi geçerek, öneri geliştirmek için seçilen on ekipten birisi olduk. Ancak, birinci aşamanın sonuçlarının açıklanmasından çok kısa bir sure sonra yarışmanın iptal olduğu bilgisini aldık. İptale yönelik bilgilendirmede sebep olarak Milli Parkın yönetiminin Bakanlar Kurulunca yeni bir kanun tasarısı ile kurulacak olan “Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı” na devredilecek olması gösteriliyordu. Yarışmalar tarihinde başka böyle bir iptal var mı bilmiyorum. Ancak, tabii ki benim için tatsız bir sürpriz oldu. Her ne kadar bir akademisyen olarak teorik çalışmalar meslek pratiğimin ağırlığını oluşturuyor olsa da, bir mimar olarak üzerine bu kadar düşündüğüm ve ürettiğim bir konuda yapılacak bir üretimin tasarımına katkıda bulunmayı çok isterdim. Üstelik, yeni şehitlikler için, belki eskilerini de içine alarak tümden bir ortak dil geliştirilmesini sağlayacak bir dilin tasarlanmasının gerekliliğini bu denli önemserken bu çok iyi bir fırsat olacaktı.
Gelibolu hakkında yazdığım son makalede İngiliz Milletler Topluluğu’nun tüm dünyada inşa ettiği anıtlar ve savaş mezarlıkları için uyguladıkları ortak dilin Gelibolu’da 1926 yılında inşa ettikleri ile karşılaştırmasını yapıyor ve bu farkın arkasındaki mimari gerekçeleri analiz ediyorum. Biliyorsunuz, Gelibolu’daki yabancı anıtların ve mezarlıkların neredeyse tamamı İngiliz mimar Sir John James Burnet tarafından tasarlanmış. Ancak Burnet’te kendisine verilmiş olan nitelikleri tümüyle önceden belirlenmiş tasarım elemanlarını “yer”e göre minimal oranda modifiye ederek bu tasarımları yapmış. Bugün dünyanın her hangi bir yerinde bir İngiliz Milletler Topluluğu mezarlığına gittiğinizde hakim bir ortak dil ile karşılaşıyorsunuz. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı ilk günlerden itibaren tüm cephelerde kullanılacak bu ortak dili oluşturmayı hedeflemeleri ve dönemin önemli mimarlarından oluşan bir kurul ile bu dilin elemanlarını tasarlamaları çok çarpıcı. Bizim benzer bir meseleyi, yani şehitlikler için bir tasarım dili geliştirmeyi 2014 yılında yarışmaya açmamız ve akabinde iptal etmemiz de öyle. Açıkçası, Gelibolu Yarımadası’nın sahip olduğu çok kıymetli kolektif bellek sebebiyle çok sayıda ve çeşitlilikte müdahalelere maruz kalmak gibi bir talihsizliği var. 1915’den bu yana devam eden anıtlaştırma sürecinde neredeyse her dönemde iz bırakan bir yapılaşma görüyoruz. Bu durum da bu nadir bellek topoğrafyasının gün geçtikçe daha eklektik bir hale gelmesine, savaşın gerçek izlerinin silinerek belleğin sayısız farklı gerekçe ve kurguyla tekrar tekrar üretilmesine ev sahipliği yapacak şekilde tüm coğrafyanın bir tür tema parka dönüşmesine sebep oluyor ne yazık ki.