İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde önümüzdeki dönem eğitimine başlayacak olan Mimari Tasarım Yüksek Lisans Programı'nın Direktörü Prof.Dr.İhsan Bilgin ile yaptığımız söyleşi.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimari Tasarım Yüksek Lisans Program Direktörü Prof. Dr. İhsan Bilgin ile mimarlık eğitiminin sorunları, açılacak olan yeni yüksek lisans programı ve bu programda benimsenen yeni eğitim modeli hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
İhsan Bilgin: Öncelikle şunu belirtmeliyim: Bu program üniversitenin daveti üzerine hazırlanmadı. Mimarlık Yüksek Lisans Programı, 10-12 kişilik bir “düşünce havuzu” grubu içinde bir kaç yıl boyunca yoğun biçimde tartışıldıktan sonra kağıda dökülmüş bir “proje” idi aslında. İstanbul Bilgi Üniversitesi de bu “proje”yi, bu “graduate school” projesini aynen, virgülüne bile dokunmadan benimsedi. Kaynaklarını bu proje için seferber etmeye hazır olduğunu beyan ederek bizi davet etti. Çünkü hazırladığımız model üniversitenin gelecek vizyonuyla da çakışıyordu.
İşin bu tarafını çok önemsiyorum. Üniversite bir Mimarlık programı açma kararı aldıktan sonra “nasıl bir eğitim yapalım?”, “eğitim kadrosu kimlerden oluşsun?” diye düşünmeye başlamadık. Önce proje vardı ve projeyi gerçekleştirecek, ete-kemiğe büründürecek kişiler de zaten onu hazırlamış olanlardı. Dolayısıyla her şey hazırdı; sadece projeyi bünyesi içine alacak bir kurumsal yapı gerekiyordu. Ki genç ve enerjik bir bünye olarak İstanbul Bilgi Üniversitesi gibi bir kurumsal yapı ile buluşmak projenin gerçekleşmesi için kritik eşik noktasını oluşturdu.
Dolayısıyla işin birbirini besleyen iki önemli yanı var: Birincisi, yeniden başlayacak, sıfırdan inşa edecek olmak. Üzerimizde kurumların hantallıklarını, tutuculuklarını hissetmeyecek olmak. Şu kişi, bu kurul, şu yönetici, bu yönetmelik vb. ne der, nasıl bakar diye düşünmek, onları hesaba katmak zorunda kalmadan eğitimin omurgasını ve dokusunu oluşturabileceğiz. İkinci önemli konu da, kadronun oldukça tecrübeli kimselerden oluşması. Projeyi ve eğitim kadrosunu oluşturan “düşünce havuzu” grubu, hem akademik, hem de meslek pratiği içinde tecrübe kazanmış, sorunları enine-boyuna tartmış, süzgeçten geçirmiş, uluslararası tecrübesi olan kişilerden oluşuyor. Dolayısıyla yeniden başlarken, sıfırdan inşa ederken, hatırı sayılır bir kurumsal tecrübeyi de beraberlerinde getirecekler. Kısacası “işerin nasıl yürüdüğünü” bilen bir ekip söz konusu. Ancak sırf “işler bugüne kadar böyle yürüdü” diye, sorgusuz-sualsiz öyle sürdürmeye de zorlanmayacağız. Neyi değiştirmek istiyorsak, işlerin bundan böyle daha iyi yapılması için nasıl davranılması gerektiğini düşünüyorsak öyle yapacağız. Daha doğrusu, öyle yapma fırsatını yakalamış olacağız. Dolayısıyla Türkiye’de ve uluslararası ortamlarda kazanılmış akademik ve mesleki bir birikimle, muhafazakar yükler taşımadan yeni bir eğitim ortamı kurabilecek olmak, her birimize çok heyecan verici gözüküyor doğrusu.
İhsan Bilgin: Eski eğitim modelinin sorgusuz-sualsiz kabul ettiği, üzerine inşa edildiği bir kaç temel kabul var: Bunlardan birincisi, “öğrenmenin” kesin sınırları olan ve basamaklarla kurulan bir hiyerarşi ile gerçekleştiği. Yani önce şunu, sonra bunu, sonra da ötekini öğrenmek üzerine kurulu bir sistem. Bu sistemin ayrılmaz bir parçası olan ikinci kabul de, öğrenme sürecinin “bilenin bilmeyene anlatması” sonucunda gerçekleştiği varsayımı. Oysa bu işin böyle yürümediğini artık biliyoruz. Belki eskiden de yürümüyordu, ama birazdan sözedeceğim günümüz koşullarında artık iyice hantal ve geçersiz bir hale geldi. Bir temel detayının, ya da izolasyon perforormansını belirleyen kriterlerin, ya da 18. yüzyılda geçerli olmuş bir yapı tipolojisinin tahtaya geçip anlatıldı diye öğrenci tarafından öğrenilmiş olmadığının, hele bunların üst üste binerek bir toplam inşa etmediğinin sanırım herkez farkında. Öğrenciler daha da fazla farkında. Bu işin başka nasıl yapılabileceği bilinemediği için, bilinse bile mevcut eğitim örgütlenmelerinde ciddi kurumsal değişimleri gerekli kıldığı için eskisi gibi sürdürülüyor gibi geliyor bana. Yani başka bir şey yapılamadığı için eskisi gibi sürdürülüyor…
Dediğim gibi, bu eskiden de çok cazip bir sistem değildi zaten. Ancak son 20-25 yıl içindeki bazı evrensel değişimler bu modeli iyice geçersiz ve faydasız hale getirdi. Bunlardan birincisi elektronik teknolojideki değişimler. Sadece bir araç olarak bile elektronik teknolojideki değişimler, en geniş anlamıyla “bir şey yapmanın”, “bir şey tasarlamanın” bütün doğasını, varoluş koşullarını değiştirdi. Ki sadece bir “araç” olmadığını, kendi başına farklı bir dünya yarattığını biliyoruz. İkincisi, yaklaşık aynı zaman aralığı içindeki malzeme/bileşen ve yapım teknolojisindeki olağandışı atılım. İnşaat dünyasına girdi teşkil eden malzeme ve teknoloji menüsündeki çeşitlenmenin artık nicel bir fark olmaktan çıkıp, nitel bir değişim anlamına gelmeye başladığı farkediliyor. Üçüncü etken ise bilginin niteliğindeki değişimler. Burada öncelikle bilginin disiplinlerarası yöndeki değişimine değinmek istiyorum: Eski izolasyonist disiplin anlayışı artık geçerli değil. Disiplinler hala geçerli, hatta sınırlarını da genişletiyorlar. Ancak öte yandan da her disiplin kendini kurarken ve genişletirken, yeni alanlara doğru yayılırken, kendini başka disiplinlere de -deyim yerindeyse- “test ettirerek”, onlarla “sürtüşmeye girerek”, onlarla ilişki içinde geliştiriyor. Artık farkında olunması, hesaba katılması gereken ciddi bir bilgi yekünü ile karşı karşıya herkes. “Eğitimli” bir insandan daha fazla bilgiye “ulaşabilir” olması, daha fazla şeyi “bilmesi”, farklı bilgi türleri ve alanları arasında daha fazla ilişki kurabilmesi bekleniyor artık. Mimarlık formasyonunun eskiden beri sanat, felsefe, kültür gibi alanlara belirgin bir açılımı vardı, bunlarla ilişki kurulmadan hakkıyla mimar olunamıyordu. Ancak bunlar yine de belirli müfredatlarla, kitaplarla, belirli kanonlarla sınırlıydı. Oysa bugün entellektüel aktiviteler, felsefe, sosyoloji, insanbilim, edebiyat gibi birbirinin içinden geçen her türlü akımın yarattığı sinerji mimarlık dünyası tarafından daha çabuk ve daha hızlı emilmeye çalışılıyor ve bunsuz da kayda değer pek birşey yapılamıyor artık
Genel olarak bu başlıklar altında özetleyebileceğim gelişmelerin, demin tarif etmeye çalıştığım modeli iyice geçersiz hale getirdiğini düşünüyorum.
İB: Söz ettiğim modelin en önemli eksikliği, öğrenmeyi “bilişsel” (cognitive) sürece indirgemesi. Oysa, aslında çok uzun süredir biliyoruz ki öğrenmenin bir de “deneyimsel” tarafı var. Bir insanın bir şeyi “öğrenmesi” için sadece “işitmesi”, bir “bilen” tarafından anlatılanları “dinlemesi” yetmiyor: Okuması, görmesi, şahit olması, başka şeylerle kıyaslaması, tartması, biçmesi, bu arada tabii ki dinlemesi, yani kısacası “deneyimlemesi” gerekiyor. İşte iyi bir eğitim modelinden beklenecek şey de bütün bunların yapılabilmesi için gerekli zemini, ortamı yaratmak olmalıdır. Yani belirli bir formasyonu edinmek için gerekli olan konuların öğrencinin “gündemine getirilmesi” gerekir. Dolayısıyla ayırdedici husus “öğretmenin” yerine “gündeme getirmeyi” geçirmek oluyor önerdiğimiz modelde.
Bu çok ciddi bir biçimde strüktüre edilmesi, kurulması ve yönetilmesi gereken bir süreç. Eğitimi kurgulayanlara ciddi bir sorumluluk yüklüyor. “Esneklik”, sürecin kendi haline bırakılması anlamına gelmiyor. Tam tersine, öğrenmenin, beceri edinmenin az önce değindiğim anarşik yapısını bir kez farkettiniz mi, hesaba katmayı göze aldınız mı, sorumluluğunuz daha da artmış oluyor. Gerek konuları atlamadan gündeme getirme ve gündemde tutma anlamında, gerekse de gündeme getirdiğinizde çeşitli deneyimleme biçimlerine olanak tanıma anlamında ciddi bir mühendislik yapılması gerekiyor…
İB: Eğitim süreci 3 kulvarın birbirine paralel işletilmesi ile gerçekleşecek:
1. Atölye,
2. Anlatı ağırlıklı kuramsal dersler/seminerler/kurslar,
3. Gözlem ağırlıklı pratik temaslar/geziler/konferanslar.
Atölye sadece eğitim açısından değil, mekansal olarak da programın kalbi olacak: Öğrencinin 2 yıl boyunca kullanacağı sabit bir masası ve internet bağlantılı bir bilgisayarı olacak. Orada sadece projesi üzerine çalışıp kritik almayacak; okuldaki tüm vaktini geçirebileceği, çalışabileceği, okuyabileceği, tartışabileceği, dinlenebileceği “özel” yeri olacak orası. Hatta orayı “özelleştirmesini”, yani istediği özel eşyalarıyla şekillendirmesini bekleyeceğiz. Özel ofisi gibi olacak orası okulda kaldığı 2 yıl boyunca.
Atölyede üzerinde çalışacağı projeler eğitimin birinci kulvarını oluşturacak. 4 adet atölye problematiği tanımı var. Her öğrenci bitirene kadar bunların hepsi üzerinde düşünmüş, tartışmış, çalışmış ve üretmiş olacak. Haftada 12 saati bu atölyede hocaları ile geçirecek. 12 saatin 8 saati grup yöneticisi ve arkadaşlarıyla kritiğe ayrılmış olacak, kalan 4 saati de o atölyenin yöneticisi konuyu beslemek amacıyla seminer, konferans, gezi vb. için kullanacak.
“Anlatı” (narration) kulvarı da sadece hocanın konuşması ile sınırlı olmayıp, bu anlatıya okumanın ve tartışmanın eşlik etmesi sağlanacak. Konusuna göre gezi vb. gözlem pratiklerine de olanak sağlanacak. Az önce iyice çeşitlendiğini söylediğim konuları hakkıyla gündeme getirebilmek için, 3 ayaklı yalın bir alan sistemi oluşturduk. İlk alan grubunu “Kültür-Estetik-Tarih”, ikincisini “Şehir-Metropol-Toplum”, üçüncüsünü de “Teknoloji-Yönetim” başlıkları ile adlandırdık. Kuşkusuz bu alanlar arasında da geçişler fazlasıyla bulunacaktır. Ancak yine de şu andaki bilgi birikimi kabulleri kabaca böyle bir gruplandırmaya olanak tanıyor. Bu gruplandırmaya başvurarak bir mimarın gündemine girmesi gereken konuları eğitime taşıyabileceğimizi düşünüyoruz.
“Gözlem” kulvarında ise başvuracağımız en önemli kaynak, başta İstanbul olmak üzere kentin kendisi olacak. Tarihi ve güncelliğiyle İstanbul’u mümkün olduğunca fazla “tüketmeye” çalışacağız. Onun dışında her öğrenci en az 1 dünya metropolünde, bir de Türkiye şehrinde Excursion’a katılmış olacak. Kent gezileri dışında spesifik olarak şantiye, bina ve sektör gezileri ve seminerleri düzenleyeceğiz.
Dolayısıyla bu 3 kulvarı ve konu alanı gruplarını kullanarak sadece mimarlığın güncel konularını gündeme getirmiş olmayacağız, aynı zamanda da çeşitli deneyim biçimlerine olanak veren bir yapı içinde gündemde tutmaya çalışacağız…
İB: Türkiye’de her yıl 2.000 civarında genç mimarlık okullarında okumaya başlıyor, dolayısıyla da 2.000 civarında genç her yıl mezun oluyor. Ve Türkiye’de halen 40.000’e yakın mimar var. Türkiye’deki inşaat kapasitesine bakacak olursak, aslında bu sayı az bile. Bütün mimarların harıl harıl çalışıyor olması, hatta mimar açığından söz ediyor olmamız lazım. Ancak bildiğimiz nedenlerle durum böyle değil. İnşaat sektörü, üzerinde çok konuştuğumuz nedenlerle bu mimar stokunu çalıştıracak, onlara iş verecek şekilde örgütlenmemiş. Paradoksal bir biçimde ciddi bir mimar fazlası, dolayısıyla da işsizlik sorunu var. Orta vadede bunun değişeceğini düşünüyorum; ancak en azından şimdiki durum bu.
Sürecin dışında kalmak istihdam sorunu doğurmakla kalmıyor, mesleğe ve eğitime de hasar veriyor. Bir bütün olarak meslek camiası yeterli tecrübeyi kazanamamış oluyor. Yani mimarlar hazır bekliyorlar da, işler onlara danışılmadan yapılıyor değil. Yeterli tecrübenin kazanılamamış olması mesleği zeminden ve hayattan koparıyor; bu nedenle yeterli birikimi de edinememiş oluyoruz. Sadece pratik tecrübeyi kastetmiyorum: Muhakeme etme, düşünme, değerlendirme, farklı çözümler üretebilme kapasitelerinden de yoksun kalmış oluyoruz. “Mimarlık Kentleşmenin Neresinde?” gezileri esnasında Anadolu’nun birçok kentinde bununla yüzleşiyor, bu döngünün çeşitli sonuçlarıyla karşılaşıyoruz.
Dolayısıyla yeni bir lisans programı açıp yeni istihdam sorunları yaratmak, işsizler ordusuna her yıl 100-150 kişi daha katmak yerine, zaten mimar olmuş olanlara yönelik bir program açmak, oradaki yetersizliklere çözüm üretmeye çalışmak bize daha anlamlı gözüktü. Dört yıl boyunca eğitilmiş bu 2.000 kişilik kitleye iyi tasarlanmış, onları yetkinleştirme konusunda iddialı olan ve bu dünyanın verilerini içinde barındıran bir eğitim modeli sunmanın en anlamlı müdahale olacağını düşündük. Ayrıca Avrupa Birliği uyum süreci ile eğitimin ve mesleğin yeniden yapılandırılması da gündeme geldi. 4 yıllık eğitimin yeterli görülmemesi ve kademelendirilerek uzatılması söz konusu. Ürettiğimiz modelin bu açıdan da sisteme katkıda bulunabileceğini düşünüyoruz.
Bu noktada denilebilir ki, başka okullarda yüksek lisans eğitimi yok mu? Elbette var, bütün köklü devlet kurumlarında çok sayıda yüksek-lisans programı bulunuyor. Ancak bunların büyük bir bölümü güncel ihtiyaçlar göz önünde bulundurularak yapılandırılmış programlar değil. Çok spesifik alanlarda uzman ve akademisyen yetiştirmeye yönelik programlar. Kuşkusuz buna ihtiyaç olmadığını söylemiyorum. Ancak çoğunun bu şekilde yapılanmış olması nedeniyle, uzman veya akademisyen olmayı hedeflemeyen, mesleki yetkinliğini geliştirmek isteyen çok büyük bir kesime servis verilmemiş oluyor. Onlar da başka alternatif olmadığı için bu programlardan birini seçmek durumunda kalıyorlar. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde başlatacağımız program bu açıdan da mevcut sisteme alternatif oluşturmayı ve öncülük yapmayı hedefliyor…
İB: Program akademisyen olmanın önünü kapatmayacak. İsteyen doktorasını yaparak akademik hayata devam edebilir. Ama programın başlangıç noktası bu değil. Varolan kurumlar içerisinde bunu inşa etmek çok zor. Bunun ancak yeni bir kurumda olabileceğini düşündük. Ayrıca doğrudan yüksek-lisans programı açmak, yani graduate-school kurmak Türkiye’de pek alışılmış bir model değil. Galiba ilk uygulama da bizimki. Bu konunun prosedürel zemininin oluşturulmasında ODTÜ dekanı Prof. Haluk Pamir’den destek aldık. Kendisine teşekkür borçluyuz…
Bu noktada İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin de hakkını vermek gerekiyor. Sadece lisans-üstü eğitimi için bir kadro kurmak, özellikle de yeni bir üniversite için ciddi bir fedakarlık. Lisans eğitimi bünyesinde daha fazla öğrenci barındırma kapasitesine sahıp olduğu için bütçesi ve imkanları daha geniş oluyor. Ayrıca Türkiye’de yaklaşık 2 milyon kişi üniversite sınavlarına giriyor bunların sadece 500 bini kazanabiliyor. Dolayısı ile lisans programı açtığınızda bu 2 milyon kişiye hitap etmiş oluyorsunuz. Oysa Mimarlık lisans-üstü programı ikibin kişiye hitap ediyor. Lisansla lisans-üstünün oranı binde bir oluyor kısacası.
Ancak öte yandan da bir projeniz varsa ve öncelikle niceliği değil de niteliği hedefliyorsanız, bu durum büyük bir avantaja dönüşüyor. Çünkü bizde lisans tercihleri akademisyenlerin özledikleri inceliklerle gerçekleşmiyor. Lisans adayı, eğitimin esasını teşkil eden bölümlerin yapısını ve öğretim üyelerini tanımıyor ve doğrudan üniversite tercihi yapıyor. Üniversiteler bloklar halinde altalta sıralanıyorlar, bölümler değil. Bir de belli meslekler revaçta oluyor: Örneğin bizim gençliğimizde tıp revaçtaydı, şimdi de bilgisayar bölümleri yüksek puan dilimlerini işgal ediyorlar. Şaşmaz bir formül olarak üniversite ve meslek denklemine göre puanlar sıralanıyor. Hatta tercih sıralamalarını çoğunlukla adayın kendisi değil, ebeveyni yapıyor bu formüle göre. Dolayısıyla mass consumption’un (kitlesel tüketimin) kuralları geçerli lisans eğitimnde.
Oysa lisans-üstünde seçimi doğrudan aday yapıyor; üstelik de programı, eğitim modelini ve kadrosunu tanıyarak, seçerek yapıyor tercihini. Dolayısıyla kitleselliğin kuralları geçerli olmuyor. Bir yere sahiden orayı istediği için, orayı tanıdığı için gidebilme imkanı var. Bilinçli öğrenci adayıyla buluşma şansı çok daha yüksek oluyor diğerine göre. Geriye hep birlikte o tercihin hakkını vermek kalıyor, ki bu da işin en heyecan verici yanı zaten. Ben böyle bilinçli bir talebin kurduğumuz modeli de dönüştüreceğini ve geliştireceğini düşünüyorum. Yeni başladığımız için, şimdiye kadar hep bizim kurduğumuz modelden söz edebildim. Oysa süreç başlayınca öğrencinin varlığıyla ve katkısıyla daha önceden düşünmediğimiz bir çok yeni kapının açılacağını düşünüyorum. Çünkü demin de söylediğim gibi, eğitimi hep bir karşılıklılık içinde, öğrenciyle öğretim üyesinin birlikte kurduğu bir ortam olarak düşünebilmek, bunu hiç unutmamak lazım…
Programın idaresi de çok önemli. Programda ders veren ve atölye yöneten hocalardan oluşan bir genel kurulumuz olacak ve en az ayda bir toplanarak izlenimlerimizi tartışacağız. “Geri besleme” konusu bu tür yenilikçi programlar için çok önemli. En az syarıyılda bir de öğrencilerle birlikte bir toplantı yapıp programın gidişatını değerlendireceğiz. Gerek hoca, gerekse de öğrenci sayısının makul seviyelerde olması nedeniyle bu mekanizmaları işletebileceğiz. Belli bir sayı sınırı aşılınca bu tür toplantı ve değerlendirmeler sağlıklı bir biçimde yapılamıyor.
İB: Şeçme kriterlerimizi web sitesinde de açıklamıştık. Transcript (not dökümü ve ortalaması), LES sınavı sonucu gibi değerlere tabii bakacağız. Ancak en önemli kriteri bunlar teşkil etmeyecek. En önemli doküman, programa başvurmak için hazırladığı portfolyo olacak. İçine kendisi tarafından üretilmiş (her türlü çizim, metin, resim, ses vs.) her türlü şeyi koyabileceği ve istediği gibi tasarlayabileceği, CD gibi ekler koyabileceği bir dosya olacak bu. Kendini nasıl gördüğü ve nasıl sunmak istediğiyle ilgili bir doküman olarak değerlendireceğiz. Bir de niyet mektubu istiyoruz. Teslim ettiği bu dokümanları inceledikten sonra randevu ile mülakata çağıracağız her adayı. Belli bilgilerin ölçüldüğü sınav formatında olmayacak bu mülakat. Daha çok adayın ilgilerini, mesleğin çeşitli konularına olan yaklaşımını anlamaya çalışacağız. Daha önceki başarılarının yanı sıra, katılmak istediği ortama yapacağı katkı kapasitelerini anlamaya çalışacağız. Bu graduate eğitimine kabul için dünyada en çok başvurulan sistem.
İB: Hayır.
İB: Mükemmel olur.
İB: Kuşkusuz. Hepsinin böyle olmasını bekleyemeyiz tabii. Belirli bir oranda saydığınız özelliklere sahip öğrencinin bulunması ortama çok şey katacaktır muhakkak. Özellikle de yeni mezunlarla bir miktar tecrübe kazandıktan sonra katılanların buluşması, her iki taraf için de, bizim için de daha besleyici olur sanıyorum.
İB: Tabii.
İB: Lisans-üstü eğitiminin belirli prosedürel kalıpları var. YÖK’ten izin alırken o kalıplardan birini seçmek gerekiyordu. Sadece “Mimarlık” diye adlandırarak program açılamıyor.
İB: Mevcutlar da o prosedürel kalıplara uyuyorlar. Ayrıca anglo-sakson dünyada da bizim açtığımıza benzer programları “Architectural Design” olarak adlandırıyorlar.
İB: Bizde yaşayarak göreceğiz nasıl sonuçları olacağını.
İB: Anglo-Sakson dünyanın graduate school modelini esas aldığımızı söyleyebilirim. Ancak hemen şunun da altını çizmek lazım ki, Avrupa’nın o köklü modelleri ne yazık ki kendilerini yeniden üretemez hale gelmiş durumda. Sadece mimarlıktan söz etmiyorum. Bütün alanlarda Anglo-Sakson modelleri devralınıyor. Hayıflanmamın nedeni alternatifsiz olması. Avrupa da kendini amerikan modellerine göre yeniden örgütlüyor. Mimarlıkta kıta Avrupası’nın kendini en hızlı adapte eden kurumları Hollanda ve İsviçre’de. Almanlar ve Fransızlar ise epeyce zorlanarak uyum sağlıyorlar.
Öte yandan da Amerikan sisteminin bence en iyi tarafını da alamıyoruz. Şöyle ki: Amerika’da mimar olarak eğitilmenin iki yolu var: Birincisi mimarlıkta lisans ve lisans-üstü yapmak; ikincisi de herhangi bir alanda lisans eğitimi aldıktan sonra, onlar için özel olarak yapılandırılmış bir mimarlık lisans-üstü yapmak. Bu genellikle 3-3,5 yıl sürüyor. Ve bu kanaldan çok iyi mimar yetiştiği söyleniyor. Biliyorsunuz Amerika’nın en önemli mesleği olan hukuk da böyle: yani önce herhangi bir dalda lisans bitiriliyor ve sonra lisans-üstü olarak hukuk okunuyor. Maalesef meslek yasamız ve TMMOB prosedürleri buna açık değil. Programı açtıktan sonra işletme, sosyoloji, hatta bilgisayar gibi alanlardan o kadar çok soru ve talep geldi ki, biz de şaşırdık. Bir formasyon sahibi olduktan sonra bu alanı bilerek tercih eden biri mesleğimiz için kazanç olurdu diye düşünüyorum. Tabii 2 yıllık programımız buna göre kurulmuş değil. Ancak prosedürler izin verseydi böyle bir programı da diğerine paralel olarak şekillendirebilirdik.
İB: Lisansı mimarlıkta yapmamış olanların ki o civarda sürüyor…
İB: Tabii. Bu konu projenin en çok üzerinde durduğumuz yanlarından biri. Demin sergilemeye çalıştığım interaktif model sadece kendi kadrosundan ve yakın komşularından beslenerek gerçekleşemez zaten. Kişisel ilişkilerimiz zaten var. Ancak kurumsal olarak düzenli ilişki kurmak için özellikle de İstanbul’un önemli bir avantaj sağladığını düşünüyorum. “Biz geri kalmış ülkeyiz. Buraya gelmeyi kim ister?” diye bakmamak lazım. Gecekmiş modernleşme perspektifine kilitlenen bakış açısı çok yaygın Türkiye’de. Bazı şeylerin altını çizme kapasitesi olmasına rağmen sürekli gizlediği bir şey de var bu perspektifin: Kapitalizmin tarihinde kayda değer bir yer tutan ve bazı gelişmeleri anlamak için kilit önemde olan “eşitsiz gelişme yasası”. Hiç beklenmedik bir anda ve konuda bazan bir coğrafya, bazan bir sektör ötekini geride bırakıverir. Sırf geri kalmış olmanın dinamiklerinden beslenerek hamle yapar. İşte uzak-asyanın durumu, Almanya’nın 20. yüzyıl başında İngiltere ve Fransa’ya karşı yaptığı atak, California’nın ABD’nin doğu sahili karşısındaki göreli gelişmesi, İtalya ve İspanya’nın Avrupa’nın 3. dünyası olmaktan çıkıp merkeze yerleşmesi vb.
Tabii her geri kalanınn ileri gideceği anlamına da gelmez bu. Otomatik bir şey değildir. Sadece “gecikme” perspektifinin genellikle bu ihtimali görünmez kıldığından söz ediyorum. Konumuz dünya ekonomisi ve gelişme perspektifleri olmadığı için İstanbul’a dönelim yine. İki şeyi birarada tutmak gibi önemli bir tansiyona sahip İstanbul: Derin ve kesintisiz tarihsel katmanları, imkan ve sorunlarıyla metropol enerjisini biraya getiriyor. Tarih ile güncelliğin sürtüşmesinden doğan bu tansiyon, bu enerji farkediliyor ve dünyanın ilgisini çekiyor. Bu yanıyla çok davetkar bir şehir. Partnerlik konusunda bir çok tanınmış kurumla ilişkiler kurduk. Süha Özkan’ın da desteğiyle daha şimdiden Harvard Üniversitesi’nin mimarlık programı ile ortak çalışmalara başladık. Eğitimin ilk yılı içinde resmi protokollar gündeme gelmiş olacak. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin yürürlükteki ilişkileri de bu temasları fazlasıyla destekliyor.
İB: Alacağız. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yabancı öğrenci zaten var. Bu ilişkileri daha düzenli bir biçimde yürütmek üzere Prof. Alan Duben’in yönetiminde özel bir ofis kuruldu. İki tür ilişki düşünüyoruz: Birincisi, başvuran olursa ve denkliği varsa doğrudan öğrenci adayı olabilecekler. Ancak bunun ötesinde exchange uygulamasını da gerçekleştireceğiz. Yani anlaşmamız olan okullardan bir veya iki yarıyıllığına öğrenci alacağız ve burada aldığı dersler transkriptine işlenecek. Tabii ilişkinin tersi de söz konusu olacak. Yani bizim öğrenciler öteki okullara bir-iki yarıyıllığına gidip aldıkları dersleri burada saydıracaklar. Hocalar da belli süreliğine ders veya seminer vermek, atölyelere katılmak için gelecekler.
Bir başka ilişki türü de ortak proje konuları üzerinde çalışıp ortak değerlendirmeler ve jüriler yapmak olacak.
İB: Kale ve Lafarge gruplarının desteklediği bir Öğrenci Projesi Ödülümüz var. 3 öğrenciye programın tam bursunu veriyor bu gruplar. Onun dışındaki kendi burslarımızı da öğrencilerin başarı ve ekonomik durumlarını gözeterek adaletli bir biçimde dağıtmayı hedefliyoruz.
İB: Okulun ve programın bütün imkanlarından bir öğrenci olarak faydalanabilecek. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, yine Amerika’da olduğu gibi öğrencinin okul bünyesinde çalışması mümkün. İhtiyacı olan öğrenciler için istihdam olanakları yaratılıyor.
İB: Okul içinde verecek. “Full-time öğrencilik” meselesini açıklamakta fayda var: Çeşitli nedenlerle 1970’lerde, yani benim kuşağımın öğrenciliği ile birlikte biten bir gelenekten söz edilir hep. Bizden önceki kuşaklar bütün vakitlerini okulda geçirirlermiş. Okulda çalışıp, sosyal hayatlarını da okul merkezli olarak kurarlarmış. Mekanlar, olanaklar ve öğrenci sayıları buna imkan veriyormuş. Bu alışkanlık 30 yıldır ortadan kalktı ve hep özlenen bir şey olarak dile getirilir. Hem öğrenci sayısının az olması, hem de Bilgi’nin imkanları böyle bir ortamı yeniden kurmaya izin veriyor.
Demin atölyeden bahsederken 2 yıl boyunca öğrenciye ait olacak özel ofisi gibi kullanabileceği bir mekandan söz etmiştim. Bunları yapmamızın nedeni Akademi’de, İTÜ’de, ODTÜ’de 30 yıl önce varolan ortamı yeniden kurmak. Tabii ki bugünün koşulları içinde ve imkanları ile. Sözünü ettiğim modeli gerçekleştirebilmek için öğrenciden angajman bekleyeceğiz. Öğrenci bizlerden öğrendiğinin yanı sıra birbirinden de öğrenecek. Ancak bunun için de ders veya kritik biter bitmez okulu terketmemesi, orada fiilen çalışması lazım. Aslında evde çalışmayı minimize etmek, her türlü çalışma faaliyetinin okulda gerçekleşmesini sağlamak istiyoruz.
Böyle bir program başka bir mesai angajmanını olanaksız kılacak tabii. “Full-time öğrencilik”ten de kastımız bu. Bu program okulda okul-dışı işler yapmasına engel olmayacak. Tam tersine bunu özellikle teşvik edeceğiz. Okuldaki mekanını ve bilgisayarını kullanarak, yalnız veya arkadaşlarıyla birlikte yarışmaya girebilir; free lance işler alıp okulda yapabilir. Bunlar özellikle teşvik edeceğimiz faaliyetler. Ancak şirket, büro vs. gibi başka bir kurumla mesai ilişkisine girmesini istemiyoruz. Çünkü insan iki yerde birden mesai yapamıyor. Master’a devam eden öğrenciden çalıştığı kurumların da şikayet ettiğini biliyorum. Ne ona, ne diğerine yar oluyor. Programın yapısı, mesai istemeyen, tarifli, parça başı esasına dayanan işlerin alınmasına ve yapılmasına elverişli olacak. Tabii okuldan alınacak işleri de bu kategori içinde saymak lazım.
İB: Tabii. Mesleğine daha hazırlıklı başlamasını vaad ediyor aslında, programın temel amacı o. “Hayata hazır olmak” demek sadece mevcut ilişkilere daha iyi “uyum” sağlamak anlamında değil. Mevcut ilişkileri beğenmemek, onları dönüştürmeye aday olmak, yeni şeyler kurma kapasitesine sahip olmak da “hayata hazır olma”nın öteki yüzü. Tabii hayat ile bu türden iddialaşmalara girmek için de daha donanımlı ve özgüvenli olmak gerekiyor.
İB: Bence var. Türkiye mimarlarının hakkını veremiyor, onları istihdam edemiyor dedik ama, burada zaten çok sınırlı bir sayıdan söz ediyoruz. Akla hemen mimarlık büroları geliyor ki, burada konuştuğumuz sayıları rahatlıkla emebilecek bir kapasite var bugün. Kuşkusuz iş alma kapasitesi varsa kendi bürosunu da kurabilir. En azından böyle bir özgüvenle donatabileceğimizden hiç kuşkum yok.
Ancak bunun da ötesi var. Öncelikle de inşaat ve gayrimenkul geliştirme şirketleri ile malzeme piyasası. Buralarda “mimarlık formasyonu”nun yeterince temsil edilmediğini düşünüyorum ben. Belki “mimar” diplomalılar var; ancak onlar mimarlığı taşımak üzere, mimarlığın “ajanlığını” yapmak üzere oralarda bulunmuyorlar. Bulunmak istiyorlar belki, meslekleriyle “gurur duymak” istiyorlar. Ancak yeterli donanımları olmadığı için çabuk yılıyorlar ve inşaat piyasalarının alışkanlıkları ile uyum sağlamak zorunda kalıyorlar. Oysa donanımlı bir mimar daha uzun soluklu bir biçimde sürdürebilir “ajanlığını”. Kuşkusuz her şey istediği gibi gitmeyecektir. Bu ilişkilerin Türkiye’de ne kadar zorlu olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama deformasyona karşı daha dirençli ve güçlü olunabilir. İyi bir eğitimin, güçlü bir mesleki görgü ve sezgiyle donanmış olmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum ben. Formasyonumuzun bir çok verisinin aslında inşaat sektörünün diğer aktörleri için de kullanışlı ve faydalı olduğu, olabileceği gösterilebilir. Böyle bir misyonun taşıyıcılığı üstlenilebilir. Böyle bakınca hayal edilebilecek faaliyet alanı oldukça geniş…
İB: Aslında bir ortam kurmayı hedefliyoruz. Sizin Arkitera olarak yaptığınız bunun iyi bir örneği belki. Sizin yaptığınız iş görünüşte nasıl tanımlanır? Bir web sitesi kurdunuz aslında. Fakat sadece böyle tanımlamak sizin 5 yıllık etkinliğinizi anlatmakta nasıl yetersiz kalıyor değil mi? Bir dünya yarattınız aslında: Farklı kuşakları buluşturdunuz, başka mecralarda mümkün olmayan konuşma zeminleri yarattınız, konular açtınız, elektronik ortama sığamayıp canlı platformlar düzenlediniz, Arkimeet’ler yapıyorsunuz vs. Şimdi biz de bir eğitim kurumu kuruyor olacağız görünüşte. Ancak hayalimiz o ki, bir süre sonra tıpkı sizin web sitesi kurmanızın yaptıklarınızı anlatmakta yetersiz kalması gibi, burası da canlı ve yoğun bir mimarlık ortamı olsun. Mimarlık konuşulan, mimarlık üzerine düşünülen ve mimarlık üretilen bir çekim merkezi olsun.
Tabii buruda bir konuya daha değinmek gerekiyor: İstanbul Bilgi Üniversitesi eski Silahtarağa Elektrik Santralı’nı “Santral İstanbul” adıyla bir sanat ve kültür merkezine dönüştürüyor. Okulun sanat-kültür ve düşünce ile ilgili düşük yoğunluklu lisans-üstü programları da bu ortamı paylaşacaklar. Mimarlık programı olarak biz de, Sinema, Tasarım, Müzik, Edebiyat, Tarih, Felsefe, Sosyal Bilim gibi programlarla birlikte bu ortamda bulunacağız. Bu da düşündüğümüz ortamı yaratmak için iyi bir avantaj olacak…
İB: Evet. 16-17 Nisan Cumartesi ve Pazar günleri 6 grup halinde gerçekleştireceğiz bu atölyeyi. Programda ders verecek hocalar 10’ar öğrenci ile birlikte “Mekan Okuma ve Kentsel Dönüşüm” konusu üzerinden Silahtarağa yerleşmesini çalışacaklar. Bir proje çalışması beklenmeyecek kuşkusuz iki günde. Bizim programdaki atölye çalışmalarının jeneriği gibi olacak. Yani Silahtarağa üzerinde çalışmaya devam edecek olsaydık, nasıl düşünmeye başlardık; neleri öncelik olarak kabul ederdik, neleri tartışarak işe başlardık gibi konular üzerinde konuşup tartışacağız. 20. yüzyılın başında İstanbul’un modernleşmesinde tetikleyici bir rol oynayan bu devasa endüstri yerleşmesini anlamaya çalışacağız. Doğrusu mekanın kendi içinde bulunarak bu çalışmayı yapmanın çok ilham verici olduğunu düşünüyorum…
İB: Çıkan ürünün ne olacağına bağlı. Atölyelerde yaptığımız çalışmayı, üzerinde tartıştığımız konuları programın sitesinde sergilemeyi düşünüyoruz…
İB: Ben teşekkür ederim.
2 yorum
Bu tür projelerde katılımcı süreçlerin işletilmesi çok önemli. Tabi sadece Unesco istiyor diye değil.
Eskiden bir “Bilen” vardı ve Yönetici-İdareci idi çoğu zaman. Günümüzde ise birçok “Bilen”, ilgilenen, tartışan, dertlenen var. Ve bu hem İdareci hem idare edilenler için çok önemli ve iyi bir şey. İdarecilerin herşeyi bilmesi gerekmiyor artık. İşi ehil insanlardan sormaları ve süreçlere saygı duyarak ortaya çıkan ortak akıl yönünde karar almaları yeterli. Denense hiç zor değil.