Salt Beyoğlu'nda gösterimde olan Boğaz enstalasyonu proje yürütücüsü mimar Neyran Turan ile enstalasyonu ve günümüzün mimarlık bağlamını konuştuk.
27 Mayıs’ta Salt Beyoğlu’nda açılan ve Temmuz ayının sonuna kadar sergilenecek olan Boğaz enstalasyonunun proje yürütücüsü mimar Neyran Turan ile bir araya geldik. “Bir coğrafi nesne” olarak tanımladığı Boğaz projesini, mimarların sorun çözme, işlevsel olma çabasının ötesine geçerek düşünsel temeli sağlam işler ortaya çıkarması için provokatif bir tavır olarak ifade ediyor. Mimarlık ve coğrafi ölçek arasındaki ilişkilere odaklanan çalışmalar yürüten Turan, günümüz mimarlığında en önemli konulardan birinin temsiliyet olduğunu söylüyor. İşte Neyran Turan’la Boğaz enstalasyonu ve günümüz mimarlığı üzerine kısa sohbetimiz.
Neyran Turan: Bir doktora çalışması olarak başlayan bir şey bu. Temelde, coğrafi ölçekle şehircilik arasındaki ilişkilere bakmayı isteyen bir araştırmaydı. Aslında mimarlıkta “kentleşme” konusu son 10 yıldır çok gündemde ama şehircilik denince biz hep “şehir”, kent sınırları, binalar, yollar olarak algılıyoruz, yani kentin limiti önemli oluyor. Öbür taraftan ekoloji ve doğayla ilgilenenler için de daha çok el değmemiş, keşfedilmemiş yabani ortamlar, korumacılık, biyoçeşitlilik vs gibi konular önemli olmaya başladı. Ama o ikisinin arasında da başka alanlar var. Mesela petrol üretim alanları, fabrikalar vs. Doktora yaparken coğrafya ile mimarlık ilişkisi çok kafamı yoran bir şey olmaya başladı. İstanbul’da Boğaz’ın tarihine baktığınızda, çok çalışılmış bir konu değil. Onun için akademik ortamda önemli oluyor çünkü bir katkınız oluyor İstanbul tarihine. Doktora sırasında çevremde bulunan insanlarla New Geographies isimli bir dergi çıkardım. Bu dergi aslında projenin çerçevesini oluşturmuştu. Boğaz çalışmasındaki amacım “acaba bu ürünü başka nasıl formatlarda ortaya koyabiliriz?” idi. Daha sonra, Geographic Object başlıklı bir yazı yazdım. Coğrafi obje sadece Boğaz’a özgü değil benim için. “Çevreyi hep sistemler bütünü; yollar, bağlantılar, problem çözmek gibi anlamak yerine bir de obje olarak anlasak ne olurdu?” şeklinde bir provokasyonla başladı. Kafamda zaten geniş bir bakış açısı vardı ve onunla İstanbul ilişkilenmeye başlayınca proje ortaya çıktı.
İlgilendiğim nokta obje/nesne diyorum çünkü bir soyutlama var. Yani Boğaz’ın kendisi bir temsil ama aynı zamanda da değil, farklı. “Hafif garip” olma durumu var. Çevreyi daha anıtsal, doğasal değil de bir nesne gibi düşünmeye başladığımız zaman nasıl algılayacağız, daha geniş kapsamlı düşünebilir miyiz? Bizim için çevre, çevrecilik şeklinde kalıplaşmış bir anlayış var. Ama çevre çok daha kapsamlı; çevre kenti de, çöpleri de, ağaçları da kapsıyor. Yani daha büyük bir bakış açıyla bir çerçeve çizersek bu bize nasıl yardımcı oluyor, mimarın rolünü nasıl etkiliyor gibi sorular var kafamda.
Temsiliyet çok ilgilendiğim bir konu. Bence şu anda mimarlığın düşünmesi gereken bir konu. Çünkü temsiliyet 90’larda postmodernizmle birlikte mimarlıkta çok negatif bir algı, kurtulunmaya çalışılan bir konseptti. Yani o dönemde çözüm arayışları öne çıktı, “olayın kendisi önemli; temsiliyeti değil” gibi bir geçmişi vardı. Somuta olan ilgi sorun çözmeyle birleşti. Düşünsel, eleştirel taraf ikinci plana geçmeye başladı. “Bunu yaparsak şu kadar enerji kazanacağız”, “bunu yaparsak şu problemi çözer” gibi düşünceler olayı güçlendirmiyor, tembelleştiriyor bizi. Onun için benim amacım temsiliyet.
Nasıl bahsedebiliriz temsiliyetten? Büyük ölçekte temsiliyeti nasıl kurabiliriz? Bir çizimin üzerine konuşmak veya bir bina nasıl okunabilir gibi konular şu anda mimarlıkta çok önemli bence. Bir tarafta “Mimarlık sadece duvardan, çatıdan, kapıdan ibarettir bırakın işimizi yapalım” düşüncesi diğer taraftaysa “kendi içinde kuralları olan bir şey artık işlemiyor, mimarlık artık yok, biz sadece büyük ölçek çalışalım” düşüncesi var. Bence önemli olan, asıl güçlü mimari tavır ikisinin de olması gerektiğini kabul etmek. Benim gördüğüm mimar modelinde önemli olan ölçeklerarası ilişkileri kurabilmek. Bu ilişkileri kurabilmek için de disiplinlerarası olmamız lazım, diğer disiplinlerle bağlantılı olmamız gerekiyor.
Bence bulunulan bağlamla bir ilişki olması lazım ama bir yerde de kopması lazım. Hatta bazen çok farklı gözüken projelerin çok daha bağlamsal olma durumu ortaya çıkabiliyor. “Bağlamsal olan saygılı olandır, kabul edendir; olmayan da dik durandır” şeklindeki tanımları gözden geçirmek lazım. Buradan mimarlığın sosyal rolünün ne olduğu konusuna da gelinebilir. 60’larda ortaya çıkan “artık mimarlık olmayacak, kullanıcılar tasarlayacak” öngörüsü biliyoruz ki tam doğru değil. Kullanıcıya bırakıldığı zaman da olmuyor çünkü bir kontrol, çerçeve olması lazım. O çerçevenin yokluğuna dayalı söylemler genelde başarılı olmuyor. O sınırı çizmek bence önemli bir konu mimarlık için. Bir binanın şehirle olan ilişkisi, disiplinlerarası bağlantılar, bir mimarın – vatandaş olarak değil mimar olarak- dünyayla olan ilişkisi önemli. Ama mesela her yaptığınız işe bütün politik düşüncenizi yansıtmak zorunda değilsiniz bence. Politik duruşunuz zaten işinize yansır ama bu ilişkinin direkt olması gerekmiyor. Hatta o algının direkt olmadığı projeler çok daha düşündürücü, radikal sonuçlar ortaya koyabilir.
Aslında onu biraz tepkisel bir düşünceden gelip alternatife çağrı olarak düşünebilirsiniz. Coğrafya şu anda çeşitli görselleştirme teknikleriyle ele alınıyor ama acaba haritalama, analiz ya da sadece büyük ölçek düşüncesine alternatif olacak şekilde mimarın büyük ölçekle olan ilişkisini yok etmeden acaba başka ne tür ilişikler kurulabilir? Mesela Boğaz estetik bir proje ama çevreyle estetik arasında bir ilişki kuruyor kendince. Benim anlatmaya çalıştığım şey şu; ölçek büyüdükçe sorunlar, parametreler arttığı için estetik hep geri planda kaldı, yüzeyselleşti Ben aslında tam tersi, estetiğin bizim gücümüz olduğunu düşünüyorum. Biz hep estetiği ikinci plana atıp işlerimizi diyagramlarla, senaryolarla anlatmaya çalıştık. Ben estetiğin bizim gücümüz olduğunu düşünüyorum. Mesela politika ile estetik arasındaki ilişki çok daha agresif, radikal, düşündürücü olabilir. Bunu sağlamak istiyorum.
Bence önemli bir konu bu. Cevabım evet. Biraz önce bağlamsallıktan bahsettik ya, şurada tarihi bina var bunu böyle yapalım vs. gibi çevrenin binayı tanımladığı durum. Ama aslında tam tersi de geçerli; bina çevreyi tanımlar. Belki de bir coğrafya getirir sonunda. Beni ilgilendiren aslında o tarafı. Senin karşıdaki yola saygı duyup binayı geriye çekmenin benim için bir anlamı yok, o yol geçmişte vardı asıl senin yaratacağın bağlam önemli. Mimarlığın daha da fazla gücü var bence, bunu kaçırıyoruz. Hep doğrucu yaklaşıyoruz, “onu öyle yaptım çünkü şöyleydi” gibi fonksiyonel yaklaşıyoruz. Ama aslında biz yaptıktan sonra orada nasıl bir şey ortaya çıkacak, sen nasıl bir şey öngörüyorsun, “10 yıl önce burada bir bina vardı onun için bunu yaptım” diyebilirsin ama peki 50 yıl sonra ne olacak? Mesela geçen yıl Superflat diye bir stüdyo yürütmüştüm, 70’lerde Houston’ın belli bir alanında petrol çalışanları için konutlar yapmışlar, ama zamanla terk etmişler ve şimdi çok düşük gelirli insanların yaşadıkları bir bölge orası. Çok büyük bir alan. Öğrencilerime o alanı proje olarak verdim. O projede zaman üzerine çalıştı öğrenciler. Yani masterplan yaptılar ama “master framework” dediler. Büyük ölçekte zamanla değişen bir çerçeve nasıl düşünebiliriz? Zamanla binalar yıkılıyor yapılıyor, zaman olgusu çok önemli. Önemli olan fantastik şeylerin peşine düşmeden yakın geleceği düşünmek. Olası şeyler üzerine konuşabilmek. Hem realist hem de onu biraz itmeye çalışan yaklaşımlara daha çok önem veriyorum.