Mevlana'nın 800. doğum yılı olan 2007'nin UNESCO tarafından "Mevlana Yılı" ilan edilmesi nedeniyle Ayasofya Müzesi'nde 19 Haziran–12 Ağustos 2007 tarihleri arasında "Aşk Ocağında Cân Olmak-İnsanlığın Mirası: Mevlana Celaleddin-i Rumi" sergisi düzenlendi.
”Hayatı ve Düşünceleriyle Mevlana”, ”Mevleviliğin 800 yılı”, ”Mevlevi Dergahı”, ”Matbah-ı Şerif”, ”Mevlevilikte Giyim – Kuşam”, ”Müzik ve Sema”, ”Hat, Edebiyat” ve “Mevlevilikte Sembolizm” konuları kapsamında çeşitli müzelerden toplanan 190 özgün eserin sunulduğu serginin mimari tasarımını Ahmet Özgüner hazırladı. Daha önce de birçok önemli serginin tasarımını yapan Ahmet Özgüner’le sergi tasarımcılığı hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
Ahmet Özgüner: ODTÜ Mimarlık Bölümü mezunuyum, yüksek lisansımı Amerika Birleşik Devletleri Carnegie Mellon Üniversitesi’nde yaptım. Aşağı yukarı 15 yıl yurt dışında çalıştıktan sonra 91’den itibaren İstanbul’da kurduğum Paralel 41 Mimarlık bürosunda mimari proje çalışmaları yapıyoruz. Ayrıca Yeditepe Üniversitesi’nde 2000 yılından beri yarı zamanlı hocalık yapıyorum, diploma projesi koordinatörlüğü ve stüdyosu yönetiyorum. Geri kalan zamanın tümü ofiste geçiriyor.
AÖ: Sergi tasarımcılığı Habitat sırasında düzenlenen Dünya Kenti İstanbul Sergisi’nden miras kaldı. O gün bugündür başka sergi projeleri de olunca arkası bir şekilde geldi. Dünya Kenti İstanbul Sergisi’nden sonra “Bin Tanrılı Halk: Hititler”, “Alaeddin’in Lambası: Anadolu’da Selçuklu Çağı Sanatı ve Sultan Alaeddin Keykubat”, “Top Bir Dünyadır” etkinlikleri kapsamında düzenlenen futbol sergisi, Cumhuriyet Dönemi 75.yıl Sergisi, Mimar Clemens Holzmeister Sergisi ve son olarak “Aşk Ocağında Can Olmak – İnsanlığın Mirası: Mevlana Celaleddin-i Rumî” Sergisi ile Arkeoloji Müzesi’ndeki Marmaray kazısında çıkan kalıntıların yer aldığı “Gün Işığında Marmaray, Metro, Sultanahmet Kazılarında İstanbul’un Sekiz Bin Yılı” sergilerini tasarladık.
Sergi tasarımları dışında Paralel 41 mimarlık ofisi olarak; ofis, konut, AR-GE binası tasarımları ve restorasyon projeleri üzerinde çalışıyoruz. Eşim Burçin Altınsay da mimar ve mimari koruma uzmanı, dolayısıyla onun bazı restorasyon projelerini beraber yaptık. Ağırlıklı olarak böyle gidiyor.
AÖ: Çoğunlukla öyle ama işin kapsamına göre değişiyor. Bazı sergilerde bütün ekibi biz kuruyoruz ama Mevlana Sergisi’nde küratör Ekrem Özışın olsun, grafik tasarımcısı Ersu Pekin olsun hep ofis dışından insanlardı. Dolayısıyla bu sergiyi daha küçük bir ekiple yaptık.
AÖ: Bilinen bir kavram değil ama bu konuya fuarcılık sektörü oldukça yakın, çok benzer tarafları var. Fuar tasarımında bir ürün tanıtımı varken, bunda bir konunun; fikir ve konseptin anlatılması söz konusu. İsimlerinden anlaşılacağı gibi benim çalıştıklarım genellikle kültür ağırlıklı konular oluyor tabii. Sergi tasarımının en cazip tarafı kısa dönemli projeler olması. Mimar olarak özellikle konsept geliştireme konusunda çok daha özgür olduğunuz projeler bunlar.
Yaptığımız işte aslında biraz da küratörlüğe soyunuyoruz. Kültürel sergilerin küratörden çok akademik danışmanları olur. O insanların amacı prensip olarak orayı gezmeye gelen insanlara ellerindeki malzemeyi en iyi şekilde sunmaktır. Ama biz her seferinde bir adım daha öteye götürüp, konseptle ilişkili bir mekan da yaratmaya da çalışıyoruz. Mevlana Sergisi teklifi de ilk başta İslam Eserleri Müzesi’nin zemin katındaki geçici sergi galerisinde 40 tane dijital sunuş önerisiyle geldi. Biz fikri geliştirip mevcut projeyi tasarladık.
AÖ: Hiç yok. Aslında bizim yaptığımız iş, bienallerde düzenlenen geçici sergilere benziyor. O sergilerde sanatçı kendisine ayrılan bir mekan içerisinde sergisini ve sanatını icra eder. Bizim işimiz de belli bir konu çerçevesinde o konuyu anlatacak serginin mekanını oluşturmak.
Yurt dışında bu tür sergilerin çok olmasının sebebi, oradaki müzelerin geçici sergilere olanak sağlaması. Pompidou Kültür Merkezi, Roma’daki Modern Sanatlar Müzesi gibi müzelerde her zaman için bir sergi bulunur. Bu durum bizde de son 5 senedir yavaş yavaş görülüyor. Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki “Cengiz Han ve Mirasçıları: Büyük Moğol İmparatorluğu” sergisi veya Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’ın düzenlediği bütün sergiler gibi. Benim tasarladığım sergilerin çoğu da Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık içindi. Bu tür geçici sergilerin varlığıyla sergi tasarımı ön plana çıktı. Tabi Avrupa’da daha çok sergi olanağı olduğu için sergi tasarımcılığı da daha fazla yapılıyor. Türkiye’de, galeri ve müzelerin dışında, Topkapı Sarayı, Harbiye Askeri Müzesi gibi kurumların bu tür geçici sergiler için mekanları yok. Dolayısıyla 2 – 3 ay sürecek sergilere pek olanak olmuyor. Bu nedenlerden ötürü bizde geçici sergilerin ve sergi tasarımlarının sayısı az ama yavaş yavaş artıyor. Biz neredeyse onbir yıldır sergi tasarımı yapıyoruz, ki bizim dışımızda da bir sürü sergi yapıldı.
AÖ: Biz şimdiye kadar bir sanatçının sergisini hiç yapmadık, yaptığımız hep bir kültürel konunun sergisiydi. İşte Mevlana’nın 800. yılı dolayısıyla yapılan bu sergi, arkeolojik kazıların sergisi, Holzmeister Sergisi, Hitit Sergisi gibi, hepsi bir kavramı işleyen sergilerdi.
Şimdiye kadar çalıştığımız bütün sergilerde, ilk önce akademisyen grupla, bu işin nasıl ele alınması gerektiğine dair görüşüyoruz. Biz onları olabildiğince fazla konuşturup, bilgilerinden bir takım soyut kavramları elde edip, onlardan yola çıkmaya çalışıyoruz. Bir fikri şekillendirdikten sonra noktasal beklentileri geliştiriyoruz.
Sergi izleyenlerinin içinde değişik kesimler vardır; bir sergiyi çocuklar da gezer, erişkinler de. Şu an Mevlana Sergisi’ndeki turistler gibi, mekanda bulunup bir de sergiyi görmek amacıyla gelen insanlar da var, ya da Mevlana’ya ilgi duyan ve 2 – 3 saatini o sergiye ayırıp her şeyi okuyan insanlar var. Dolayısıyla o değişik katmanlardaki insanlara hitap edecek şekilde, akademisyenlerin bize verdiği malzemeyi yoğurmamız gerekiyor. Bunda grafikerin çok büyük katkısı var. Her sergi üç sac ayağından oluşuyor, konsepti oluşturan kişiler, tasarımcı ve küratör. Küratör bazı sergilerde tek kişidir, Cumhuriyet Sergisi’nde Zafer Toprak’ın olduğu gibi, ya da her departman için farklı kişilerin olduğu 6 – 8 kişidir, İstanbul Sergisi’nde olduğu gibi. Küratör tekil bir şey, dolayısıyla o alışveriş baştan bizim biraz zorlamamız sonra onların olayı yavaş yavaş kavrayıp, bize ayrıntılı bilgi vermeleri ya da zaman zaman bizim şu köşede şöyle bir şeye ihtiyacımız var dememizle oluşuyor. Biz, mekanın daha iyi algılanabilmesi ve serginin daha iyi okunabilmesi için ayrıntılara girip bir takım taleplerde bulunuyoruz.
AÖ: Şimdiye kadar biz bütün sergilerimiz de geçici oldukları için mümkün olduğunca sökülüp atılabilir malzemeler kullandık. Sonuçta sergilerin bütçeleri bir yapıya kıyasla az sayılabilir ama yine de ciddi rakamlar tutuyor. Dolayısıyla orada mümkün olduğunca serginin konseptine uygun, minimum harcamayla malzemeler seçmeye çalışıyoruz. Çünkü ertesi gün sökülüp atılıyorlar. Eğer gezici sergi ise muhakkak serginin taşınabilir olması lazım. Uçakların kargo bölümüne girebilir ölçüde olması ve ağırlığının minimize edilebilmesi gerekir ki nakliyat maliyetleri azalsın.
Her serginin mekanına ve yaşamına göre malzeme seçimini ayarlamaya çalışıyoruz. Ama çoğunlukla çelik konstrüksiyon, içeriği genellikle hafif malzeme olmasa bile alçıpan ya da MDF gibi malzemeler kullanıyoruz. Bu noktada fuarlardan en büyük farkımız şu; fuarlardaki standlar genellikle birkaç kere kullanmak amacı ile yapılır ama bizim öyle bir durumumuz yok. Eğer baştan o sergi gezecek ya da başka mekanlarda kurgulanacak denmiyorsa o zaman öyle bir kaygımız olmaz. Dolayısıyla bir kereye mahsus yapıyoruz, malzemeyi ve strüktürü de ona göre seçiyoruz.
İstanbul Sergisi’nde bu başımıza geldi; İstanbul Sergisi’nin bütçesi çok kısıtlıydı ve mekan çok büyüktü, 4.000 m² gibi bir alandı. Biz orada hem konseptin bir parçası olarak, hem de maliyetleri düşürmek için ana çatkı olarak inşaat iskelesi kullandık. Üstelik kiralanabilir bir malzemeydi ve amacımız kullandıktan sonra iade etmekti, fakat her şey bittikten sonra kiraladığımız şirket onları İstanbul Kültür ve Tarih Vakfı’na hibe etti.
AÖ: Tabi yaptık, hatta biz bazı sergilerin özellikle açık hava sergisi olması için zorluyoruz. Mesela Cumhuriyet Sergisi için Yapı Kredi’nin o zamanki küratörü Enis Batur’la görüştüğümüzde müzenin birinci kattaki sergi alanı kullanılacaktı. Biz Cumhuriyet sergisinin sokağa taşınması gerektiğini söyledik. Bunun için nerdeyse binanın girişini değiştirdik, Yapı Kredi’nin İstiklal Caddesi’ndeki binasına pencereden girilecek şekilde yeni bir konstrüksiyon yaptık ve o serginin hemen hemen yarısı dışarda yapıldı.
“Yeni Sanat (1890-1930) Avrupa’dan İstanbul’a Art Nouveau” sergisi de aynı şekilde dışarıya taştı. Geçen yaz Darphane’de açılan serginin zarar görebilecek, kıymetli malzemeleri ve özgün objeler kapalı mekanda kilit altında sergilendi ama dijital baskılar açık havadaydı.
AÖ: İki tür sergi yapıyoruz; bunlardan biri özgün malzemelerin kullanıldığı sergiler. Bu tür sergilerin şartları çok ağırdır ve müze ortamında olması zorunludur. Mevlana Sergisi, Arkeoloji Müzesi’ndeki Gün Işığı Sergisi, Selçuklu ve Hitit Sergileri bu tür ve genellikle müze parçalarının da sergilendiği sergiler. Şu anda Mevlana Sergisi’nde gördüğünüz objelerin toplam sigorta değeri aşağı yukarı 6 milyonla, 13 milyon YTL arasında. Dolayısıyla bu serginin, kesinlikle kapalı, güvenliğin ve malzemesine göre belli oranda iklimlendirme koşullarının uygun olduğu mekanlarda olması gerekiyor. Ama Habitat Sergisi, Cumhuriyet Sergisi gibi dijital baskılardan oluşan 2 – 3 aylık sergilerde iklim koşulları pek sorun olmuyor. Tabii noktasal olarak bazen bir takım aksaklıklar çıkabiliyor ama 96’dan beri gelişen dijital baskı endüstrisi sayesinde artık pek sorun yaşanmıyor.
AÖ: Şöyle diyelim, aslında toplam 6 ayımızı aldı bu sergi ama maalesef o 6 ayın tamamının çok verimli olduğunu söyleyemeyiz. Bu sergi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan iki uzman hanımın “biz bir sergi düzenlemek istiyoruz, şimdiye kadar hiç yapmadık, nasıl yaparız” sorusu ve de 40 – 50 tane dijital panodan oluşan bir sergi fikriyle başladı. Biz bütün sergi tecrübelerinden edindiklerimizi onlara aktardık. Yaklaşık 2 ay sonra Bakanlık bünyesinde kurulan bir danışman kurulla görüşmeye davet edildik. İslam Eserleri Müzesi Başkanı Sayın Mahmut Erol kılıç ‘ başkanlığındaki kurulda 6 akademisyen, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan 2 kişi ve bulunuyordu. O görüşmede bu serginin nasıl olması gerektiği tartışıldı ve tartışmalar 3 – 4 toplantı boyunca devam etti. Toplantılar sonucunda biz önerilerimizi dile getirdik. Bunlardan bir tanesi şuydu; öncelikle sergi İslam Eserleri Müzesi’nin zemin katında değil, büyük bir mekanda olmalıydı çünkü bu, hem bir UNESCO sergisi, hem de Mevlana’nın 800. yılı sergisi olması açısından önemli bir sergiydi. Yani sadece bir kere olacak, dolayısıyla o ölçeğe uygun bir sergi olması gerektiğiydi.
İlk görüşmelerimizde bize bu serginin 14 tane Avrupa ülkesinin başkentine ya da önemli kentlerine seyahat edeceği söylendi, biz de bu nedenle dijital sergi ile yetinmeyip özgün malzemelerin kullanılması gerektiğini belirttik ve sergiyi turistlerin de ilgisini çekmesi için yaz aylarına kaydırdık. Mekan olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bünyesinde olan bir müzede olması gerektiğine, buradan yola çıkarak da İstanbul’da olması gerektiğine karar verildi ve işte sonunda Ayasofya Müzesinde gerçekleşti.
Bizim baştan beri önerdiğimiz mekandı Ayasofya ve sonunda oldu. Ayasofya birkaç nedenle pratikti; birincisi bakanlığın mekanı olması; bakanlığın bir müzesinden diğerine malzeme ve obje vermesi daha kolay. İkincisi güvenliği olan bir mekan, üçüncüsü ziyaretçisi çok olan bir mekan. Dördüncüsü ise farklı kültürlerin ve şu anda bütün politikacıların söylemlerinde yer alan özgürlük ve hoşgörüyü sembolize eden bir mekan olması. Biz bunu hep dile getirdik. Bu süreç biraz sancılı oldu ama sonuçta Kültür ve Turizm Bakanlığı da ikna oldu ve Ayasofya Müzesi’ni bize tahsis ettiler. Ondan sonrasında sergi tasarımına geçtik. Burada Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genek Müdürü Sayın Celil Güngör’ün özverisi büyük rol oynamıştır.
Bu arada bu sürecin ortasında, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Osmanlı Araştırmaları Bölüm Yöneticisi Ekrem Işın küratör olarak atandı. Garanti Galeri’nin eski yöneticisi Münevver Eminoğlu’yla daha önce proje koordinatörü olduğu, Yapı Kredi’deki bazı projelerde beraber çalışmıştık, onu da yine proje koordinatörü olarak ekibin içine katıldı. Ersu Pekin grafik tasarımcı olarak işin içindeydi başından beri. Dolayısıyla 4 kişi konuyu işlemeye başladık. Bunu yaparken de Ekrem Bey’in Mevlana konusundaki derin bilgilerinden çok faydalandık. Satır aralarındaki bilgilere ulaşmak istedik ve buradan çıkan 9 rakamı ve çile kavramlarıyla mekanı oluşturduk. Serginin kurgusu 3 x 3 bir matriksten oluştu.
Aslında bu bizim ikinci tasarımımız, ilk tasarımımız bundan tamamen farklıydı; o da 9 hücreden oluşuyordu ama hücreler birbirinden bağımsız, Ayasofya içerisinde serbestçe dağılan 9 tane kuleden oluşuyordu. Fakat bürokratik engeller ve zaman kısıtlamalarından ötürü ikinci tasarımımıza geçmek zorunda kaldık. Temelinde dediğim gibi sergi 9 tane hücreden oluşuyor, o dokuzlu matriksin aralarında yarıklar var. Tüm strüktür Ayasofya’nın ana aksı olan doğu – batı aksından 3 derece farkla yerleştirilmiştir.
AÖ: Bizim ilk niyetimiz Ayasofya Yapısının ana Doğu Batı aksi ile 17 derecelik açı yapan Islam aksina oturtmaktı Bu ana müze ana girişinden 45 derece pahlı sergi girişi ile daha uygun bir ilişki kurulmuş olacaktı. Fakat mekansal sınırlamalardan ötürü 17 derece çeviremedik. Çünkü o zaman ana konstrüksiyon ortaya çok geliyordu ve müze ziyaretçilerinin dolaşım alanını kapatacaktı. Dolayısıyla orada uzlaşma yoluna gidip, mevcut mekanın içerisinde serbest kalma hissini de verebilmek amacıyla 3 derecelik bir şaşırtmayla çevirdik.
Her birinde ayrı bir konunun işlendiği hücreler arasında aşağı yukarı 90 cm’lik şeffaf, cam yarıklar var. Sergi alanı ise nispeten kapalı ve dar tutuldu. Bu görecelik ve sergi kavramlarına aykırı ama insanların hücrelerdeki o sıkışıklığı yani “çile”yi hissedebilmeleri için yaptık. Diğer yandan hücreden hücreye geçerken var olan dünya ile ilişkilerini koparmayıp, Ayasofya’ya referanslar vermek kurmak amacıyla da o yarıkları açtık.
Aslında bu serginin bir versiyonu da açık alanda Taksim’de yapılacaktı, orada da göğe referans verecektik ama Ayasofya’da mekanın kendisiyle yetindik. Ziyaretçilerin çoğu Ayasofya’yı görmek için geliyor, onun için Ayasofya ile bağlantılarını kopartmak istemedik. Temelinde serginin ana kurgusu böyle.
Bu ana kurgudan sonra küratörlerimiz ve Ersu Bey hangi hücrede neyin işlenmesi gerektiğine karar verdiler. Objeler seçildi. Bütün bu süreç zahmetli bir süreç çünkü müzelere gidiliyor, zaten sergilenmekte olan malzemelerden ziyade depolar taranıyor. Bu amaçla bu konuda uzmanlaşmış başka kişilerden fikir alınıyor. Nuran Atasoy yardım aldığımız önemli uzmanlardan biridir. Nuran Hanım neyin nerede olduğu çok iyi bilen bir akademisyen. Grafik tasarımcımız Ersu Pekin aynı zamanda müzikolog olduğu için, müzik objeleri hakkında da kendisinden bilgi aldık. Böylece neyin hangi müzede olduğunu öğrenip, ordan o objeleri talep ettik. Müzelerden malzemeleri topladıktan sonra sergilenecek objelerin listesi çıkarıldı ve belirlenen objelere göre noktasal tasarımlara geçildi.
Sergi için Aya İrini de düşünülmüştü, hatta niye Ayasofya’da yaptınız Aya İrini’de yapsaydınız da dendi. Aya İrini’de de yapabilirdik, fakat yine pratik nedenlerden ötürü yapamadık; hem İstanbul Festivali’ne rastlıyordu, hem de Aya İrini’nin güvenliği yok. Bütün bu müzeler, bu objeleri gönül rahatlığıyla verebildiyse, bunun nedeni Ayasofya’nın güvenli olmasıdır. Biz aynı zamanda mekanın büyük olmasını da talep ediyorduk ve İstanbul’da bu şartlarda başka bir mekan bulamadık. Üstelik eskiden kilise, sonradan cami ve şimdi de müze olarak kullanılan Ayasofya’nın farklı kültürlerden insanların İstanbul’da ilk görmek istedikleri mekan olması bakımından, İslam alimleri arasında en çok bilinen kişinin, Mevlana’nın sergisine ev sahipliği yapması önemli bir fırsattı. Dolayısıyla serginin evrensel bir tarafı var ve Ayasofya ile Mevlana evrensellikleri açısından çok iyi örtüşüyor.
AÖ: Ayasofya’nın kubbe yüksekliği 50 metredir. Kubbeye uzanan o 50 m’lik iskelenin varlığı bizi hem cesaretlendirdi hem de büyük ihtimalle bu serginin gerçekleşmesine olanak verdi. O iskele zaten Ayasofya’nın kendi ziyaretçisini bir şekilde ana akstan sola doğru kaydırıyordu bu nedenle o aksı bozmayacak şekilde iskelenin önüne yerleştik. Ayrıca bizim serginin yerleştiği yerde eskiden birtakım aletlerin gizlendiği paravanlar vardı, biz sergiyi kurmak için onları temizledik. Böylece ziyaretçilerin dolaşma alanını engellememiş olduk. Niyetimiz o iskeleyi de kullanmaktı aslında, fakat makinalardan dolayı kullanamadık.
Sergi girişinin Ayasofya’nın ana aksında olduğu doğru ama 3 derecelik açıyla, biraz da geri kaçarak sirkülasyonu fazla engellemediğimizi düşünüyorum. Zaten insanların Ayasofya ile olan ilişkilerine müdahale etmek istemedik.
Bir mimarın hayatında çok zor bir şey bu; bir mimar olarak Ayasofya’da bir iş yapıyor olmak çok kolay değil. O riski aldık ama aynı zamanda da buraya insanların Ayasofya’yı gezmeye geliyor olduklarına çok dikkat ettik. Çoğunlukla insanlar Ayasofya’ya turlarla çok kısıtlı bir zaman için geliyorlar. Onların ilişkisini fazla etkilemek istemedik.
Kubbenin genel perspektiflerine de pek girmek istemedik. Girdiğimiz perspektiflerde de zaten arkamızda iskele var, o iskele olmasaydı ne yapardık bilmiyorum, belki tamamen başka bir tasarım söz konusu olurdu, belki bu kadar cesaret edemezdik…
AÖ: Genelde hamlığı ve yalınlığı başından beri vurgulamak istedik, beyaz bunun için en uygun renkti. Dışta kullandığımız Drop Paper benim ilk defa kullandığım bir malzeme. İlk başta daha gergin bir kumaş kullanmayı düşünüyorduk, fakat kısa sürede onu elde edemedik. Bu kendi kendine düz durabilen kağıt bir malzeme. Çeşitli renkleri var ama biz yine de beyazı tercih ettik. Yeri gelmişken hem Drop Paper kullanmamıza vesile olan ve serginin genel uygulamalarını yapan Luna Creative Gruptan Alkın Filiz beye teşekkür etmek isterim. Beyaz rengi zeminde ve duvarların hepsinde kullandık ki objeler öne çıksın, mekan kontrastı ile varolsun ama objelerle yarışmasın. Objelerin bulunduğu vitrinlerde de ham MDF kullandık ve onları boyamamaya çalıştık. Doğramalarda demir, cam kullanarak, çok az bir malzemeyle bütün strüktürü, çatkıyı yapmaya çalıştık. Bir de sergi mekanını Ayasofya’nın mevcut zemininden kopartmak için çelik konstrüksiyonla 60 cm yükselttik. O malzemenin etrafında da aydınlatmalar yer alıyor. Aslında o ışıklandırma benim kafamdaki kadar homojen olamadı, normalde aydınlatma armatürlerini görmememiz lazımdı ama bu aşamada ve bu kadar kısa sürede detaylar ancak bu kadar olabildi. O ışık da Mevlana’nın fikirlerinin ışığına göndermedir. Yani sergi mekanının kendisi bir ışık küpü ama içeri girdiğinizde sadece objelerin aydınlatıldığı daha loş ve de oldukça kaba ve ham bir ortamla karşılaşıyorsunuz. Tabi bu, serginin geçici olması ile de örtüşen bir durum, dolayısıyla bunlar birbirini destekliyor.
AÖ: Şimdiye kadar konu açısından şanslıydım. Aslında mimar olarak en büyük katkımız hangi konu gelirse gelsin onu bir şekilde konunun sahibinden farklı bir anlayışla düşünüp, daha zevkli bir hale getirmeyi, toparlamayı becerebilmemiz. Dolayısıyla her konuyu bir şekilde işleriz diye düşünüyorum. Hitit, Selçuklu ve futbol sergileri oldukça değişik konulardı. Mevlana Sergisi’yle eş zamanlı yaptığımız, Marmaray’ın kazısında çıkan arkeolojik buluntuların sergisi de çok zevkliydi. Onun da kendine özgü bir konsepti var. İstasyon kazıları sırasında açılan katmanlardan çıkarılan eserlerin ilerde her istasyonun müze bölümünde sergilenmesi düşünülüyor.
Kavramsal konular dışında sergi deyince illa ki aklımıza tarih ve sanat gelmemesi lazım, bilimsel konular da olabilir. Yapı Kredi’nin geçenlerde düzenlediği bir telekomünikasyon sergisi vardı, mesela o çok ilginç bir sergiydi. “Kutsal Dumandan Sihirli Damlaya Parfüm” sergisi de ilginç ve önemli sergilerden. Onları biz yapmadık ama konu olarak hepsi ilginç. Dolayısıyla her konunun sonuçta ilginç bir tarafı var ve bence her konu sergi haline gelmeyi hak eder.
Sene başından beri de Harbiye Askeri Müzesi’ni toparlamaya çalışıyoruz. Orada da adım adım ilerliyoruz çünkü oldukça büyük bir müze ve de yapılmak istenenle yapılması gereken arasında farklılıklar var ama bir şekilde el atmaya çalışıyoruz. Bir de Afife Batur’un yürüttüğü, Mimar Kemaleddin Sergisi üzerinde çalışıyoruz, ki herhalde o ancak Kasım veya Aralık ayına yetişebilecek.
Son olarak bu sergi sürecinde katkıları olan tüm Bakanlık, eser veren Müze ve Aysofya Müzesi Müdür ve uzmanların hepsine teşekkür ederiz. Özellikle bizlere baştan itibaren inanan ve destekleyen Genel Müdür Celil Güngör Bey’e; serginin gerçekleşmesi için özel çabalarından dolayı Sayın Nilüfer Ertan Hanım’a; tüm süreci kolaylaştıran Ayasofya Müzesi müdürü Mustafa Akkaya ve yardımcısı Halil Arça bey’e teşekkür ederiz. Uzmanlardan Restoratör Bilgen Koçoğlu ile Arkeolog Sabriye Parlak hanımlar’a özel katkılarından dolayı ve günlük sorunları doğrudan çözen şef Salih Beltaş beye özellikle minettarız.