Parisli mimar ve akademisyen Emir Drahşan, öğrencisi ve asistanı olduğu Odile Decq ile mimarlığın geleceği ve mimarlık eğitimi üzerine bir söyleşi yaptı.
Odile Decq: Umutla bakmak zorundayız. Tabii ki zaman zaman korktuğum oluyor, ama genel olarak geleceğin, ilerlemelerin insanlığa daha iyi bir yaşam sunacağına inanıyorum. Eğer umudu yitirirsek, bu benim için kötümser ve felaketçi bir yaklaşım demektir ki hiç bana uymuyor…
İnsan aklına inanıyorum. Birilerinin, bir yerlerde her türlü şartta yenilikçi yaklaşımlar, modeller ortaya koyarak dünyayı değiştirdiğine tanık olduk. İnsan doğası gereği, aklının bu tepki verme gücü, içinde bulunduğu zor durumlardan çıkmasını sağlayabilir. Özellikle –bazen eskisi kadar otomatik olmasa da- gençlere inanıyorum. Maalesef Avrupa’da gençlerin içinde bulundukları şartları değiştirmek için giderek daha az angaje olduklarını, daha az enerji harcadıklarını gözlemliyorum. Yine de bazen bir kişinin icat etme, keşfetme kapasitesi bile dünyayı kurtarmaya yetebilir.
Örneğin Philae aracının 67P kuyruklu yıldızına konması. Bence müthiş bir gelişme, çünkü ısrarla nereden geldiğimizi, evrendeki yerimizi sorgulamaya devam ediyoruz. Cevaplar ne kadar uzakta olursa olsun, maceracı doğamız, merakımız bizi ilerlemeye sevk ediyor. Bu yolculuk sırasında çözümler üretiyoruz, keşifler yapıyoruz. Bunlar her zaman mükemmel olmayabilir, mutluluk da vermeyebilir. Ama bu ilerleme isteği, işte umut verici olan bu. Aynı şekilde Gezi Protestoları, Tunus’ta, Hong Kong’da olanlar. Bizi temsil ettiklerini iddia eden ama bizi sürekli kandıran yönetici kadrolara tepki vermek. Adaletsizlik karşısında susmayan ve harekete geçen insanlar bir gün mutlaka çözümler üretirler. Her ne kadar gücü elinde bulunduranlar onları ezmeye çalışsa da, bu tepki verme kapasitesi insanlığın ilerlemesindeki en büyük gücü. Umutlarımızı sürekli canlı tutmamız bu nedenle çok önemli. Gücümüzü buradan alıyoruz.
İnsanlık gitgide kentlerde yaşamayı tercih ediyor ve kentler önümüzdeki dönemlerde de büyümeye devam edecekler. Bu nedenledir ki kent insanlarının yaşamını iyileştirmek zorundayız. Etrafımızı saran birçok probleme de yeni çözümler üretmek gerek; yoğun trafik, Paris gibi bazı kentlerde dikey inşa etmenin önündeki yasaklar, yoğunluğun yayılmacı kentsel stratejiler ile yatayda dağıtılması ve bunun sonucunda düşük gelirli insanların kent dışında, kentten kopuk yaşamak zorunda bırakılmaları, toplumsal kopmalar vs. Bugün kent insanının yaşam kalitesini arttırmak için öncelikle daha iyi, etkin ve bağlantı noktaları çözülmüş ulaşım sistemleri şart. Bu ulaşım sistemlerinin sadece kent içi değil, kent dışı ile de bağlantılarının akıllıca ele alınması gerek.
Bugün kenti üç boyutlu düşünmek zorundayız. Üç boyutta düşünmek dikey olarak yaşam alanları planlamayı da beraberinde getiriyor. Günümüzde dikey deyince akla gökdelenler, yüksek yapılar geliyor. Gökdelen iki boyutta düşünülen bir kentte, plan düzleminde yerleştirilen nesnelerdir. Bunun sonucunda da dikeyde insanların yaşamı çevreden izole edilmiş oluyor. Hâlbuki konu bu değil! Yaşam, üç boyutta, her yöne bağlantılı ve süreklilik içerisinde düşünülmeli. Bu anlamda önemli olan yükseklik değil, erişilebilirlik, özgür hareket kabiliyeti ve insanın kentle bütünleşmiş şekilde yaşayabilme kapasitesini geliştirmek.
Bu aralar moda olan bir yaklaşım. 1960’lı yıllarda benzer yöntemler denendi. Ortak bir yaşam modeli oluşturmak için insanlar bir araya geldiler. Bugün ise komün hayatı seçen bu insanların çocukları, torunları daha farklı bir yaşam talep ediyorlar. Meydana getirdikleri toplu yaşam modelleri ya değişime uğradı ya da tamamıyla yok oldu. Ütopyalar her zaman diktatörlüğe yatkındırlar. Çünkü mutlaka bir gün birinin bir karar alması gerekir, yavaş yavaş diğerleri karar alma gücü olanı takip eder ve sonunda sistem tamamıyla bir diktatörlüğe dönüşür. Tarih bunun örnekleri ile dolu. Bu nedenle bu denemeler bazen beni ürkütüyor. Ekoloji için aynı tehlike söz konusu… Ekolojinin de bir diktatörlüğe dönüşmemesi gerek.
Evet, ama insanların her zaman seçim şansının olması gerek. Kent farklı yaşam şekilleri arayan insanlara bunu da sunabilmeli; yalnız yaşamak istiyorsam da, toplu yaşama dahil olmak istiyorsam da var olma hakkım olmalı. Bu konu dinler ile kıyaslanabilir. İnanan var, inanmayan var ve en önemlisi; “diğerleri” var… Nasıl kimseye, neye inanacağını empoze edemezseniz, nasıl bir yaşam süreceğini de edemezsiniz. Bununla beraber ben demokrasiye inanıyorum. Tabii ki demokrasi gelişmeli, daha farklı bir şekilde tecelli etmeli, özellikle ekonomimizi yeniden planlamalıyız. E-ekonominin, e-ticartin geleceği şekillendireceğini öngörmeliyiz. Bununla beraber e-finans’a da sonuna kadar karşıyım. Özellikle finans kuruluşlarının, bankaların hiçbir değer üretmeden para ile oyun oynayarak para kazanıyor olmaları kabul edilemez. Para, değer yaratmak için değil, insan yaşamını iyileştirmek için vardır.
Eğer mimarlar sorgulayan, düşünen ve üreten bir konumda olurlarsa geleceği şekillendirmede önemli bir yere de sahip olabilirler. Eğer bu şekilde devam ederlerse, yani başkaları tarafından verilen fonksiyon şemalarını güzelce paketleyen ardından da yaptıkları paket kağıtlarına bakıp kendilerine övgüler dizen bir noktada kalırlarsa, yakında başkaları gelir, yerlerini alır. Bu durumu değiştirmek istiyorsak, problemi kökünden çözmek gerek; yani mimarı eğitimi yeniden ele almalıyız. Bunun başka yolu yok!
Biz mimarlardan karmaşık durumları anlayabilmemiz ve çözüm üretmemiz bekleniyor. Bunun için öncelikle derinlemesine analizler yapmamız, analizlerden sonuçlar elde etmemiz, sonuçların ışığında insanın yaşam koşullarını iyileştirecek önerileri ortaya koymamız gerek. Mimarların birinci görevi kendilerini övmek değil, daha iyi bir yaşam için öneriler sunmak! Bugün Avrupa’da ve Amerika’da okullar kendi içlerine kapanmış durumdalar, birer mimar fabrikası durumuna geldiler. Geçmişte var olan sistemlerin ezberletildiği, dünyada olup bitenden bir haber bir mimar nesli yetiştiriliyor. Hâlbuki bir mimarlık okulu ezber yeri değil, bir araştırma ve deneyselleme alanıdır. Bunun için de mimarların dünyada olup bitenden haberdar olması gerek. Güncel dünyada olan biteni takip etmeyen bir mimar, o zamana dair bir şeyler ortaya koyabilir mi? Bu nedenle mimarlık okullarında farklı disiplinlerden gelen kendi konusunda uzman kişilerin bilgileri ve vizyonları ile mimarlık öğrencilerinin beslemesi çok önemli. Tabi iki mimarlık tarihi de bunun bir parçası ama önemli olan o tarihe hapsolmak değil, oradan da beslenip bugünün mimarisini ortaya koymak.
Proje mimarlık okullarının içinde bulunduğu duruma tepki olarak ortaya çıktı. Özellikle teknik ağırlıklı bir eğitim mimarları düşünen insan olmaktan uzaklaştırıp birer teknik adama dönüştürmekte. Sürekli olarak yolculuk ediyor ve dünyanın birçok mimarlık okulunda konferanslar veriyorum. Amerika’dan, Asya’ya, Avrupa’ya benzer problemleri gözlemledim. Paris’te 6 yıl müdürlüğünü yaptığım Ecole Spéciale d’Architecture’de başlattığım reformları sonuca ulaştıramadım, okulu istediğim noktaya getirmeme izin vermediler. Eğitimin sonucunda düşünen mimarlar yetiştirmek ana amacımız; karmaşık durumları analiz etme, algılama ve öneri geliştirme kapasitesi vermek ve tabiki bunu anlatabilmek, aktarabilmek. Bunu başarabilmek için mimarlık eğitiminin verildiği yer nasıl olmalı diye sordum. Bu süreçte özellikle İtalyan sanayiyi düşünce tarzı beni çok etkiledi. İtalyan “makers” yani yapımcı yaklaşım çok enteresan. Burada önemli olan bir düşünce, fikir ile onu gerçekleştirmek arasındaki yöntemler ve üretim biçimleri üzerine düşünmek. Bunu mimarlık eğitimine uyarlamak istedim.
MOOC, yani internet ağı üzerinden eğitimin dünyaya yayılması da ilgi alanımızda idi. Eğitimin altyapısını oluşturan en önemli yaklaşımlarımızdan biri de “architecture thinking”, yani “mimarlık düşüncesi”. Bugün Tasarım düşüncesi (design thinking) denilen olgu ise bir şeyi üretme pratiğinin tasarımla başlaması, bunun öncesinde ihtiyacın tanımı, kullanıcı alışkanlıklarının ortaya konması, kültür, ergonomi, estetik konularının tartışılması kadar bildiğimiz düşünce kalıplarını esnetip ötesine geçmeyi amaçlayan bir düşünce tarzı. Özellikle pazarlama, reklam sektörünce yaygın biçimde kullanılıyor. Tasarım düşüncesi objeler üzerine yoğunlaşmış durumda. Amaç daha güzel, daha şirin, daha ergonomik ve satışı kolay objeler yaratmak.
Mimarlık ise çok daha karmaşık bir disiplin. Burada insanı tüm felsefenin kalbine koymak ve bu şekilde düşünce tarzımızı ve tasarımlarımızı daha etkin, güçlü hale getirmek zorundayız. İstanbul’daki ARKIMEET konferansımda bu yeni mimari düşünme sistematiği üzerine konuşacağım. Zaten tüm bu yukarıda saydıklarımdan dolayı bu yeni eğitim yerine « okul » dememeye karar verdik ve su şekilde isimlendirdik; Confluence – Institute for Innovation and Creative Strategies in Architecture (Mimarlık için Yaratıcı ve Yenilikçi Stratejiler Enstitüsü).
Bu yöntem, mimarları, yeni mimarlık pratikleri sayesinde şu an bulunduklarından farklı bir konuma yerleştirmenin bir aracı olabilir. Mimarlar bir zamanlar toplum ve değişen dünya üzerine düşünen insanlarken şu an bu önemli konumlarını kaybetmiş durumdalar. Bunun en büyük sorumlusu da yine kendileri. Yerlerine ise bugün mühendisler ve yatırımcılar yerleşmiş durumda. Maalesef mühendislerde bir zamanlar sahip oldukları yaratıcı düşünme yetilerini kaybettiler. Bugünün mühendisleri çizgisel düşünmekteler; A noktasından D noktasına önce B’den ardından C’den geçerek varılır. Mimarlık ise dağınık, sorgulamacı bir yöntem kullanır; A’dan yola çıkıp önce F’ye gidip ardından C ve B’ye geçebilirsiniz. Gerçek çözümleri ise işte bu yolculuk sırasında keşfedersiniz.
Atölyeler yıllara göre ayrılmış değiller, tüm senelerden öğrenciler birlikte proje yapıyorlar. Sistem hem dikeyde hem de yatayda birleşik çalıyor. Tüm eğitim sistemi proje üretimi üzerine kurulu. Klasik anlamda dersler yok, yerine seminerler ve workshoplar var ve proje atölyesini besleyecek şekilde organize ediliyorlar. Örneğin bu dönem başından beri 5 yoğun workshop düzenledik. Bu workshoplar bilim, ekonomi, kentsel tasarım gibi değişik konularda yenilikçi görüşlere sahip kişiler tarafından öğrencilerin hazırlamakta oldukları projeyi besleyecek şekilde organize edildiler.
Burası bir proje araştırma laboratuvarı, tam anlamıyla “yeni fikirler kutusu olacak”. 200 kişiyi geçmeyeceğiz. Böylece her bir öğrencinin kişisel gelişimini yakından takip edecek ve yanlarında olacağız. İsteğimiz onlara ne yapabileceklerini göstermek, kendi kapasitelerini keşfetmelerini sağlamak. Öğrenciler mezun olduklarında tüm dünya ile iletişim içerisinde olan ve nereye girerlerse orada yenilikçi bir şeyler yapacak kişiler olacaklar. Mimarlık yapmaları zorunlu değil, hangi yolu isterlerse onu seçebilirler; tasarım, sanat, kentsel tasarım, sahne tasarımı veya moda tasarımı… Alacakları mimarlık eğitimi ile kendi yaşamlarını ve ideallerini gerçekleştirme şansları olacaktır.
Lyon kenti Fransa’nın üretim anlamında en dinamik bölgelerinden birinin başkenti. Kentin sürekli kendini yenileyen, cesaretli bir yapısı var ve aynı zamanda uluslararası arenada da söz sahibi. Hava ve tren yoluyla da tüm Avrupa ve dünya ile bağlantısı var.
Danışma kurulumuz çok geniş ve farklı vizyonları temsil eden insanlardan oluşuyor. Sejima, Snohetta, Fuksas, Tchumi, Kundoo gibi. Ayrıca UCLA, SCIARC, Cooper Union, PRATT, Columbia gibi okullarla da bağlantı içindeyiz. Dünyada başka yeni mimarlık okulu yaklaşımları oluşmaya da başladı; Michael Sorkin Güney Amerika ve Kuzey Amerika arasında gezici bir mimarlık okulunu kurmakta, Toyo Ito Japonya’da sadece küçük çocuklara ve yüksek lisans öğrencilerine yönelik bir okul üzerine çalışıyor. Yani dünyanın farklı yerlerinde yeni bir mimarlık eğitimi üzerine düşünen ve çalışan insanlar var ve birbirimizle iletişim içerisindeyiz. Bu şart! Çünkü artık günümüz mimarlık okulları zamanın ihtiyaçlarına cevap vermekten uzaklar.
Benim için tam bir hayal kırıklığı idi. Tüm bienalde öncü mimarlar ve yenilikçi mimarlıkla ilgili bir şey göremedim. Mimarlık bir başkaldırıdır, karşı gelmedir aynı zamanda, amacı da daha iyi bir dünya sunabilmektir insanlara… Eğer karşı gelme yoksa, umut da yoktur. Koolhaas’ın burada yapmaya çalıştığı şey tarihi kendi açısında yorumlamak ve bir mimarlık dersi vermek olmuş. Özellikle “Fundamentals” bölümünde bir mimari sözlük ve dilbilgisi oluşturarak gelecekte mimarlığın bu kurallara göre inşa edileceğini söylüyor. Bu şekilde yeniliğin önünü açmıyor, tam tersine kapıyor. Benzer yaklaşımları on dokuzuncu yüzyıl akademik (beaux-arts) mimarı eğitim sisteminde de görmek mümkün. Özellikle bienali ziyaret edenlerin çoğunlukla mimarlık öğrencileri olduğunu düşünürsek Koolhaas’ın mimarlık tarihini bu şekilde düz bir çizgi üzerinden anlatmasını ve hiçbir öneri getirmemesini sakıncalı buluyorum. Zaten ülkelerin pavyon küratörleri de belirlenirken yenilikçi mimarlardan çok kendisine biat eden, analizi ön plana koyan kişilere yönlelinmesi de bu nedenden…
Her şeyden önce Koolhaas peygamber değil! Corbusier ile de kıyaslayamazsınız. Çünkü Corbusier mimarlık tarihi üzerine kafa yormadı, buna karşılık kedisinin tarih yazdığına dair bir inanç içindeydi. Corbusier’in asıl amacı yepyeni bir mimarlık önermekti. Koolhaas’ın böyle bir derdi yok. Bununla beraber inşa edilmemiş üç projesi var ki, doğru, burada yenilikçi bir tavır gözlemlemek mümkün; Fransa Ulusal Kütüphanesi, Bruges Terminalı ve Karlsruhe Teknoloji Merkezi.
Kentin konumu; Doğu ile Batı arasında bulunması ortaya hiçbir kentte rastlamadığım bu büyüleyici atmosferini oluşturuyor. Hem Batı’ya hem de Doğu’ya dair şeyler bir arada var olmakta. Dışarıdan bir Batı kenti gibi gözükse de kentin yaşanma biçimi kesinlikte Doğu. Çok ilginç! Biz Batılılar için, bilinçaltımıza işlemiş bir bakış var; İstanbul Doğu’ya açılan kapıdır. Gerçekten de Doğu’ya geçiş kente geldiğinizde her an kendini hissettiriyor. Bu da belki İstanbullular’ın “nostalji” ile yaşama nedenini açıklıyor. Orhan Pamuk’un sayfalar boyunca süren İstanbul betimlemelerini okurken kendimi bu sisli ve nemli kent içine hapsolmuş buluyorum. Yolculuklarım sırasında ilgimi en çok çeken şey, o yeri ve insanlarını anlamaya çalışmak, onların içinde kaybolmak. İstanbul’da hiçbir kentte olmadığı kadar kendimi Doğu’ya yakın hissediyorum. Beni besleyen de işte bu deneyimler. Tabi bir de kentin, genç nüfusu da sayesinde sahip olduğu dinamizm, değişim gücü beni büyüleyen bir diğer özelliği. İstanbul’a kıyasla Avrupa kentleri çok durağan kalıyor…