Kent ve medya söyleşilerimize devam ediyoruz. Radikal Gazetesi haber müdürü Ömer Erbil ile Gezi Parkı eylemlerini ve son 11 yılda hükümetin kentsel politikalarını konuştuk.
Ömer Erbil: Dün şöyle bir tweet attım: “Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın bu topraklar bir devrin battığı yerdir.” Son yirmi günde bir eşik atladık. Ben gazetecilik hayatım boyunca hep kültür varlıklarının korunması yönünde haber yaptım. Kentin tarihi ve kültürel dokusunun korunması yönünde. Kendi gazetecilik hayatımdan söz ederek anlatmak istiyorum. Başlarda çalıştığım kurumlarda bu tür haberlere kısa haberler gözüyle bakılıyordu. Hatta yazı işlerinde muhabirlik hayatım boyunca “Yine taş haberi mi getirdin?”, “Yine ağaç mı? “Yine sit alanı mı?” gibi tepkilerle karşılaşıyordum ama aradan 20 yıl geçtikten sonra bu tür haberlerin bir bilinç oluşturduğunu, hafiza oluşturduğunu söyleyebilirim. Daha sonra o haberlere insanların önem vermeye başladığını gördüm. Bunu yanısıra diğer gazetelerin de bu alanlarda muhabirler yetiştirmeye çalıştığını ya da muhabirlerin o alanlara eğildiğini görmeye başladım. Kültür varlıklarının korunması yönünde benim örnek aldığım insanlaran biri Özgen Acar’dır. Mimarlık konusunda özellikle kent bilinci, kent kültürü konusunda da Oktay Ekinci vardır. Bir de kendi adımı sayabilirim bu konuda. Bu alanda uzmanlaşmış insanlar yoktu ama son dönemde medyada bu konuya eğilen çok sayıda arkadaşımız çıktı. Ben bundan çok gurur duyuyorum çünkü bu sadece benim, sadece Oktay abinin, sadece Özgen abinin yapabilceği bir şey değil. Aslında bütün gazetecilerde olması gereken bir şey çünkü biz bu şehirde yaşıyoruz, bu ülkede yaşıyoruz, bu ülkenin kültür varlıklarını, bu ülkenin doğal güzelliklerini korumak hepimizin görevi. Bu noktada medyanın son yirmi yıl içerisinde çok ciddi bir değişim yaşadığını gözlemleyebiliyorum. Tabi son on yıla da bakacak olursak AKP iktidarıyla birlikte şunu kabul etmek lazım ki inşaat sektörünün inanılmaz derecede patlamasıyla ekonomide önemli bir canlanma sözkonusu. Bu patlamayla birlikte tabi korkunç bir rant ortaya çıktı. Yani biz bu rant paylaşımının kente, insana, kamuya ne kadar zarar verdiğini ortaya koymaya çalıştık. Bizi kaale alan olmadı aslında. Hükümet açısından söylüyorum. Ama işte Gezi Parkı’nda bu gerçek ortaya çıktı. Umursamadığını düşündüğümüz halk aslında bunu hafızasında biriktirdi. Bence Gezi Parkı bu hafızadaki birikimin patlaması. Bu birikimin öfkesidir. Mesela ben Onaltı Dokuz’un İstanbul’un silüetine nasıl zarar verdiğini manşet yaptıktan sonra gelen tepkileri gördüğümde “Halk bu konuda uyanmaya başladı” diyordum. Ama hükümet kanadından hiç ses yoktu. Başbakan binalar hakkında serzenişte bulunmuştu ama bunun sorumlusu da Başbakan’dır, İstanbul’u yöneten belediye başkanıdır, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’dır. Ertuğrul Günay’ın arkeolojiye ilgisini biliyorum. Fakat Taksim Yayalaştırma Projesi başladığı anda ben Radikal’deki manşetimde “Burası kentsel sit alanıdır burada müze denetimsiz kazı yapamazsınız, burası elle kazılmalıdır” diye yazmıştım, bundan sonra Ertuğrul Bey beni eleştirmişti. Şahsımı, Başbakan ile Belediye Başkanı ile karşı karşıya getirmekle suçlamıştı. Taksim Yayalaştırma Projesi’ne biz Radikal olarak karşı çıktık. Bu projeyi yapabilirsiniz ama bunu yaparken yasaların size izin verdiği ölçülerde yapmak zorundasınız. Yayalaştırma projesi ayrıca tartışılır, ki bana göre yanlıştır. Battı çıktı yapmak dünyada terkedilen bir yöntemdir. Mesela Ankara bunu yaptı, Ankara’nın trafiği keşmekeşe döndü. Ben diyorum ki “Bunu yaparken imar yasası, koruma yasası sana nasıl yapmanı söylüyorsa sen o çerçevede yapmalısın.” Ben devletim, ben buraya AVM, rezidans yaparım diyemezsin çünkü vatandaşa uyguladığın yasa senin için de geçerli ve o yasa bunu yapmana izin vermiyor. Tabii ki bir tarihin ihya edilmesi çok güzel bir şey buna kimse karşı çıkmaz. Ama şurda Rami Kışlası var harabe halde. Kışla restore edilmek isteniyorsa orayı restore etsinler. Bugün Sultanahmet Meydanı içersinde 170’ten fazla cami ve mescit yok edilmiş. Yine yüzlerce sokak çeşmesi harabe halde. Buyrun onları ihya edin. Taksim Yayalaştırma Projesi açıklandığı andan itibaren hem kişisel olarak hem gazete olarak karşı çıktığımız şey bu projenin mevzuata, imar yasalarına, koruma yasalarına uygun yapılmamasıydı. Yani Gezi’de de aynı şey geçerli. Mesela İBB’nin imar planında park olarak ayırdığı yeri Çevre ve Şehircilik Bakanlığı imar planındaki kararın 10 yıldır uygulanmamasını bahane göstererek bu alanı konut inşasına açıyor. Tartışacağımız o kadar çok şey var ki. Mesela plan yapma yetkisi kimde? Başlı başına sorun burda başlıyor zaten. Belediye yapıyor ÇŞB bozuyor. İlçe belediyelerinin, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın plan yapma yetkisi var. Gezi Parkı eylemleri bütün karmaşanın patlamasıdır.
ÖE: Söylem değişti. Neden değiştiğine şöyle bir açıklık getireyim. Aklı selim hiç kimse İstanbul’un ortasındaki küçücük bir yeşil alanın korkunç bir projeyle beton haline getirilmesini kabul etmez. Ki Başbakan’ın çevresindeki gruplar bile bu projeye karşı çıktılar. Ortaya çıkan öfke patlamasının ana konusu buydu, Gezi Parkı’na kışla yapılmasına karşı çıkmaktı. Burada hükümet olarak kışla yapılmasında ısrar edilirse buradaki öfke kendi içlerine kadar yayılabilirdi. Ak Parti bunu sonradan gördü, üç beş gün sonra. Peki buradaki söylem ne olmalıydı? Kışla yapmaktan vazgeçilmiyor çünkü kendini mağlup olmuş gibi algılıyor. Sayın Başbakan’ın bu konuda başka bir söylem bulması gerekiyordu. Olaylar çığ gibi büyümeye başlayınca haliyle bundan yararlanmak isteyen bir takım insanlar ortaya çıkmaya başladı. İşte Başbakan çıkış yolunu orada buldu. “Bunların derdi Gezi Parkı değil, bizi devirmek, iktidarı devirmek” diyebildi. Birkaç kişinin çıkıp sağı solu yakması, Başbakanlık Ofisi’ne saldırmaya çalışması, sağa sola ağza alınmayacak ifadelerle sloganlar atılması, birtakım örgüt bayraklarının asılması Başbakan’ın söylemi değiştirmesine neden oldu. Ama bu söylemin yetmediğini gördüler. Çünkü insanlar da bazı şeylerin farkındaydı. Başbakan için de Taksim Dayanışması için de mahkeme kararı kurtarıcı olacaktı ama bir türlü çıkmadı o karar. Söylemin değişmesinin sebebi halkın bu konudaki tepkisi, direnişi oldu. Ama bunu da gördüler çünkü kendi tabanlarında bile kışlanın yapılmamasını düşünenler vardı. Sonuçta bu kışla Türkiye’nin kurtuluşu olacak bir proje değil ki. Mesela 3. Köprü’de birtakım haklı nedenler ortaya koyabilirsiniz, köprüyü yaparken işte doğaya verdiğiniz zararı tolere edecek haklı nedenler ortaya çıkarabilirsiniz, bunlar tartışılır. Ama Gezi’de böyle birşey yok. 1780 yılında III. Selim tarafından yapılmış bir kışlayı yeniden ihya ederek ülkeye kazandıracağınız hiçbir şey yok. Başbakan başta rezidans, otel ihtiyacı var otel demişti. O kadar çok otel yapılabilecek yer varken niye Taksim? Yani haklı neden bulamadılar ve bu yüzden de bu öfke ciddi anlamda yankı buldu. Tabi bunun arka planında da yine diğer birçok uygulama var ve Gezi Parkı bir patlama noktası oldu.
ÖE: Zaten problem orada başlıyor. Sayın Başbakan olaylar başlamadan önceki bir grup toplantısında “Ağlasanız da, sızlasanız da ben oraya rezidans, AVM yapacağım.” dedi açık açık. Yani insanların kızdığı nokta bu. Ben projeyi incelemiştim. Proje 10 katlı apartman yüksekliğinde. Yani emin olun o proje gezi parkına yapıldığında taksim meydanında nefes alacak bir alan olmayacak. Oraya korkunç bir kütle getiriyor. Biz başka yerlerdeki ihya projelerini de gördük. Mesela vakıfların yaptığı restorasyonların tamamı yanlış. Niye? Türkiye’de restorasyon yapabilecek kabiliyete sahip teknik eleman, bilgili müteahhit firma sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Restorasyon yapılması hoşuma gidiyor ama bunun usulünün, üslubunun, teknik altyapısının, her şeyin uygun olması lazım. Eğer projeyi denetleyen eleman sayınız yeterli değilse, bu uygulamayı yapacak teknik altyapınız, teknik elemanınız yeterli değilse, müteaahhit bu konuda bilinçli değilse yapılan restorasyondan nasıl bir sonuç beklenebilir ki? Şimdi öyle şeyler duyduk ki. Örnek vereyim, Ayasofya’nın türbelerini restore eden firmanın asıl işi Diyarbakır’da plastik çanta imalatı. Alan firma bu işten hiç anlamadığı için başka bir taşeron firmaya yaptırıyor. Verdiği taşeron firmanın da işi karadenizli müteahhit zihniyetiyle ev yapmak. Bu insanlara Mimar Sinan’ın yaptığı türbenin restorasyon onarımı verildi. O kadar çok örnek var ki. Bu konuda Kültür Bakanlığı’nı suçlamam çünkü gerçekten bu restorasyonları daha ehli kişilere vermeye çalışmışlardır. Vakıflar ise tüm restorasyonları baraj, yol inşaatları yapan firmalara verdiler. Korkunç paralarla verildi ve inanılmaz kötü restorasyonlar çıktı. Bunun denetimini bile yapacak adam yoktu. Horasan bir duvarın derzlerinin doldurulması işi normal bir sıva ustasına denetletildi. Yani bu anlamda korkunç şeyler yaşadık hala da yaşamaya da devam ediyoruz. Bir örnek de Süleymaniye’yi vereyim. Restorasyonunun ihale şartnamesine “daha önce büyük bir cami restorasyonu işinde bulunmak” diye bir şart koyuyorlar. İhaleye giren firmalardan en az teklifi de veren yıllarca Ayasofya’yı restore etmiş bir firma. Fakat Ayasofya’nın cami değil müze olduğunu söyleyerek ihale başkasına verildi. Ayasofya’nın müze değil cami olması gerek diyen bir zihniyet, ihale aşamasına gelindiğinde kendi istedikleri firmaya işi vermek için “burası cami değil müze” diyebilecek kadar da kendi zihniyetlerini aşağıladı. Sonunda Süleymaniye’nin bütün akustiğini bozdular. Hep birilerine para akıtmak derdiyle yola çıktığımızda tarihinizi de, kültürünüzü de, herşeyinizi yok edersiniz. Şimdi biz bunları hep yazdık. Başka gazetelerden arkadaşlar da yazdı. Şimdi Gezi, bütün bunların patlamasıdır. Yani hakikaten mesele sadece park değildir ama ben o anlamda söylemiyorum. Eğer gerçekten burada amaç bu iktidarı bir ihtilalle devirmekse ben orada “dur” derim. Ben demokraside insanların haklı tepkilerini ortaya koymaları gerektiğine inanırım. Ama bu yakıp yıkmak değildir, iktidarı devirmek değildir. Bunun yeri sandıktır. O anlamda söylemiyorum ama meselenin Gezi Parkı olmadığını şu anlamda söylüyorum; yıllardır devam eden haksız bir rant süreci var ve siz kendi tarihinizi, kendi doğal güzelliklerinizi yok etmeye uğraşıyosunuz. Belki insanlar bunu okuyup o an tepki vemiyor ama bunlar öfkeyi daha da büyük bir şekilde karşınıza çıkarıyor. Ben gerçekten meselenin sadece Gezi olmadığını, farklı şey olduğunu böyle yorumluyorum.
ÖE: Tabi şimdi Sayın Başbakan Yenikapı’da bi taraftan diyor ki “dört tane çanak çömlek için kıyamet koparılıyor”. Fakat o dört tane çanak çömlek dediği şeyin arka planını ya bilmiyor, ya kendisine bu konuda iyi aktarım yapılmıyor, ya da hakiketen sadece siyaseten konuşuyor. Ben şimdi Yenikapı’yı başladığı yıldan beri takip ettim. Yenikapı birçok badire atlattı. İş makinesiyle giriyolardı, hiç arkeolog giremeyecekti. O dönemde ben Milliyet’teydim. Manşet yazdık. Hatta 8.500 yıllık insan iskeletlerinin bulunmaısndan bir hafta önce iş makinasıyla girme kararı almışlardı. Hatta o kelli felli arkeoloji hocalarından birçoğu buna destek vermişlerdi çünkü yeterince kazdık artık tabana geldik diyorlardı. Ama ben orda kazı yapan arkeologlarla konuştuğumda “Biz neolitik bekliyoruz. Buraya iş makinası girerse neolitik bulma şansımız yok.” diyorlardı. Ben de iş makinası girmemesi yönünde yayınlar yapıyordum ve artık iş makinası gireceğinin akşamı müthiş bir haber geldi. Urne tipi bir mezar bulmuşlardı. Ertesi gün iş makinasının gireceği bilindiği için ben hemen gece baskıya soktum ve ertesi gün iş makinaları girmedi. Daha sonra kazılar elle devam etti ve sonuçta biz İstanbul’un tarihini 6.500’e kadar götürüyoduk. 2000 yıl daha geriye gitme şansı yakaladık orada ve ayak izleri çıktı, beraberinde yaşam kültürlerini anlatan evlerin temelleri çıktı. Bunun yanında neolitik dönemin insanına dair buluntular ortaya çıktı. Bunu Türkiye Cumhuriyeti İstanbul’la ilgili tanıtımlarda, mesela İstanbul kültür başkentleri toplantısında bunu ballandırarak anlatıyordu çünkü bütün dünyanın ilgisini çekmişti. Bunları bilimsel olarak Türkiye Cumhuriyeti politika olarak anlatıyor yurtdışında, İstanbul’un tanıtımlarında bunu kullanıyor. Ama aynı hükümetin Başbakanı bunlara çanak çömlek parçaları diyor. Çelişki burada başlıyor zaten. Tabi Sayın Başbakan’ın anlamadığı nokta şu; çanak çömlek dedikleri Avrupa kültürünün temellerini oluşturuyor. İstanbul sevdalısı bir Başbakan bunları anlatırken kalkıp çanak çömlek diyor. Şimdi sizin bahsettiğiniz çelişkiye geliyorum. Topçu Kışlası’nın yerinde park değil de, harabe kışla olsaydı buradaki harabe kışlanın ihya edilmesi kimseyi bu kadar rahatsız etmezdi. Mesele Topçu Kışlası’nın oraya yapılması değil, mesele orada kalan küçük bir sosyal donatı alanının, parkın yok edilip yerine betondan korkunç bir kütlenin getirilmesi. Mesela ben hiç kimsenin Sultanahmet’teki bir kışlanın ihya edilip turizme kazandırılma düşüncesine karşı çıkacağını düşünmüyorum. Ama artık burası park olmuş, sosyal donatı ihtiyacımız var, zaten bu bölgede yeşil alanımız yok. Bu alana siz yeniden kütle getiriyosunuz yani insanların karşı çıktığı nokta bu. Ama Başbakan bir siyasi inatlaşma noktasına da getirdi durumu, tek adam olarak, “yaptım oldu” anlayışıyla hareket ediyor.
ÖE: Tabi. Bu Başbakan’ın işi değildir ki. Proje zaten İBB’de ama zaten büyükşehir belediye başkanımız kayıp. Başbakan bunu siyasi inatlaşma noktasına getirdi ama ben maalesef Sayın Başbakan’ın etrafında bu konuda ona brief verecek, bu konuları ona anlatacak hiç kimsenin olmadığını düşünüyorum. Varsa bile bunları konuşma cesaretinde bulunamıyorlar. O yüzden Sayın Başbakan “ben yüzde elliyle geldim, benim dediğim olur” şeklinde hareket ediyor. Koruma yasası da bu projeye izin vermiyor çünkü Gezi Parkı doğal sit alanı. Hala bu konuda bir karar çıkarabilmiş değiller. İhya edeceksiniz ama mevcut parkın tescilini ne yapacaksınız? Velhasıl ben Başbakan’ın asıl çelişkisinin bu noktada başladığını düşünüyorum. Yani karşıt taraftaki insanların görüşlerini siyasi olarak ele alarak birinci hataya başlıyor. Olayları diğer taraftan düşünmeye başlasaydı eminim ki “yargı ne derse onu yapacağım, yargı bana yapma izni verse bile ben halka soracağım” noktasına en başından gelirdi. Sağlıklı düşünmediğini veya en başından etrafındakilerin bu konuda kendisine çok iyi aktarım yapmadığını düşünüyorum.
ÖE: Ben bunlara pek katılmam. Eğer cami konusunda ısrar etseydi “evet” derdim ama Topçu Kışlası’ndaki ısrarının bu olduğunu düşünmüyorum. Taksim’e biz de bir simge koyalım, yani Topçu Kışlası değil de o simge AKM’yi yıkıp yerine başka bir şey yapmak olabilir. Cami yapmak simge olur çünkü cami meselesi Refah Partisi dönemine kadar gider . Topçu Kışlası için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bence tamamen Başbakan burada siyasi bir inat içine girdi. Zaten daha Halil Onur’un projesi bile tartışmalı. Ortada bir ihale de yok. Ben kendi tabanından bile tepki almasına neden olacak bir projeye bu tür şeylerden dolayı kalkışıcağını düşünmüyorum. Ama siyasi bir inat olduğu kesin. Eğer bütün bunlar Başbakan’a daha önce anlatılsaydı ya da anlatılmasına izin verseydi eminim o projeyi yapmaktan vazgeçerdi. Biliyosunuz biz Radikal olarak “Central Park gibi park daha da büyütülsün, AKM’nin yeri de park olsun, Maçka’ya rahat rahat insanlar yürüsün ve bütün bir park olsun” dediğimizde grup toplantısında bize Sayın Başbakan çıkıştı. “Çıkmışlar bir de Central Park olacakmış, siz oranın kaç metrekare olduğunu bile bilmiyorsunuz” gibi sözler etti. Niye olmasın? Niye İstanbul’un merkezinde insanların gezip yürüyüş yapabildikleri bir Central Park olmasın. Bence çok da güzel yapılabilecek bir şey. Ama bu tabi sadece bizim ütopyamız.
Şimdi çok kızacaklar bu sözlerime ama samimiyetsizlik aslında sadece iktidarda değil. İğneyi kendimize çuvaldızı başkasına hesabı. Bizim medyamızda, mimarlarımızda, arkeologlarımızda da çok samimiyetsizlik var. Mesela bugün eylemlerde ön planlarda olan ÇARŞI’ya Gezi Parkı için verdiği desteğe teşekkür ediyorum ama aynı samimiyeti onlardan İnönü Stadı için de bekliyorum. İnönü Stadı’nın altından kazıldığında neler çıkacak belli değil. Orada arkeolojik dönemden de eser bekleniyor çünkü ben İnönü Stadı yapılırken sütun başları, tamburların çıktığını dönemin fotoğraflarında gördüm. Oradan neler çıkacağını bilmiyoruz. Ben bunları yazdığımda, “inşaat sırasında fore kazıklar çakılmak zorunda kalınacak ve bu fore kazıklar çakılırken de Dolmabahçe çok zarar görecek” dediğimde ÇARŞI grubundaki arkadaşlar bana Twitter’den ağıza alınmayacak sözler söylediler. Ben ÇARŞI grubundaki arkadaşlardan aynı samimiyeti İnönü Stadı için de bekliyorum. Yani kültür varlığını, tabiiat varlıklarını koruyacaksak her yerde koruyalım. “Ama benim burada otelim var ben burda susayım” zihniyetiyle bakarsak Başbakan’ı yerden göğe kadar haklı bulurum. O da siyasi olarak bakıyor, “bu benim siyasi rantım” diyor. Yani ÇARŞI da, Mimarlar Odası da, gazeteci de, iş adamı da, siyasetçi de aynı dürüstlükte olacak.
ÖE: Konuşmamın başında da dedim ya, “dur yolcu, bilmeden gelip bastığın bu topraklar bir devrin battığı yerdir.” diye. Evet, Gezi Parkı bize bir devrin battığını gösterdi. Medya da kendisine çeki düzen verecek, siyaset adamı da kendisine çeki düzen verecek, sokaktaki vatandaş da artık bundan sonra nasıl hareket edeceğini, kime güveneceğini daha iyi bilecek. Çünkü saflar sıklaşmadı saflar netleşti. Medya bu konuda çok kötü bir sınav verdi Gezi olayında. Gururla söylüyorum ki biz son iki yıldaki duruşumuzu olaylar bittiğinde de hala korumaya devam ettirdik. Başında da yasaların bu projeye izin vermediği için yapılamayacağını söylüyorduk, bugün de aynı şeyi söylüyoruz. Tabi bir kısım medyanın, çalışan arkadaşlarımın bağlı oldukları kurumların hükümetle, siyasetle iç içe olmasından kaynaklı farklı yayınlar, görmezden gelmeler bu süreçte hepimizin malumu oldu. Bunu örnek vererek söylüyorum. Yayınlamayarak, belgesel yayınlayarak geçiştirmeye çalışan gruplar iktidara yakın olmak, iktidara yaranmak adına bunu yaptılar belki ama tam tersi bir etki yaptı. İnsanlar haber alma özgürlüklerinin olmadığını ve doğru haber alamadıklarını düşününce kendi haberleşme sistemlerini kurdular ve Twitter patladı. Twitter’dan her yazılanın doğru olduğuna inanıp gerçek haberciliğin burada olduğunu düşündüler ve olayların büyümesinin asıl sebeplerinden biri de bu oldu. Yani iktidara yaranayım derken iktidarın aleyhine döndü bu iş. Bir medya kuruluşunda haberler muhabirinden yazı işlerine, yayın yönetmenine kadar bir denetim süzgecinden geçer ve öyle girer sayfaya ya da televizyona. Twitter’da böyle bir şey yok. Yalan haberler sonucunda bir taş atarken on taş atmaya başladı. Eli ateşe gitmezken bu sefer eli ateşe gitti. Peki siyasetçi nasıl bir ders çıkarmalı muhalefetinden iktidarına kadar? Sayın Kılıçdaroğlu gelmişti, kürsüye çıkıp konuşmak istedi, çıkarmadılar. Dediler ki “burası siyasi bir kürsü değil”. Ama Sırrı Süreyya Önder nasıl çıkıyor? Sırrı bütün siyasi kimliğini bırakıp gelmişti. Sayın Bahçeli de önce Gezi’dekilere karşı çıktı, “bunlar devleti yıkmaya çalışıyorlar” dedi ama sonra o zeminde duramadı. Başbakan da Fatih Altaylı’nın programının ilk yarısında “burası müze olacak” dedi, ikinci yarısında ise rezidans yapılacağını belirtti. Kimse yerini koruyamadı çünkü beklemedileri bir halk tepkisiyle karşı karşıya kaldılar. Sivil toplum örgütleri de ders çıkarmalı bence. Başbakan’la görüşmeler sonucunda yargı kararının bekleneceği, yargı projenin yapılmasına karar verilse bile halk oylamasına gidileceği kararı çıktı. Bu noktadan itibaren artık bu cidden bir kazanımdı. Evet forumlar yaptılar, tartıştılar, çıkalım diyenler oldu, çıkmayalım diyenler oldu ama o noktada biraz daha hızlı karar verip “bu bir kazanımdır arkadaşlar, sembolik bir nöbet çadırı bırakıp biz burdan çıkalım”ı bir adım daha geride yapmalıydılar. Bunu yapsaydılar Başbakan’ı siyasi anlamda daha zora sokacaklardı. Bunu yapamadıkları için bir Taksim muzaefferi Başbakan çıkardılar. Yani şuan kendi tabanına mesaj vermek isteyen, safları sıklaştırmak isteyen Başbakan galip çıktı bu işten. Fakat öyle değişik bir eylem türüyle karşı karşıya kaldılar ki. Yani düşünün eylemciler ertesi gün ortalığı temizliyor. Polis şaşırıyor noluyor diye. Kavga çıkıyor kendi aralarında kavgayı engelliyorlar. Yani ben sivil toplum örgütlerinin de iyi bir sınav verdiğini düşünüyorum. Ama buradan onlar da ders çıkarmalılar. Ani karar verebilmeliler. İçlerindeki bir grup bu işi ihtilal noktasına taşımasaydı bu çok daha büyük kazanım olacaktı. Yani Başbakan’ın “bunlar yakıp yıkmak, iktidarı devirmek gibi bi dertleri var bundan dolayı bütün bunları yapıyolar” söylemine izin vermemek lazımdı.
ÖE: Bu Başbakan’ın işine geliyor. “Bu olay Gezi Parkı değil, bu işin arkasında başka işler var” sözünü doğrulatmak oradaki direnişin alevlenmesiyle mümkün olabiliyor. “Bunlar eğer gerçekten çevreci insanlar, masum talepleri olan insanlar olsaydı etrafı yakıp yıkmazlardı” diyor. Olaylar yolun genişletilmesi için parkın içine girilmesi sonucunda başladı. İnsanlar parka girdiler düşüncesiyle oraya gidiyor fakat hala küçük, çevreci bir eylem olarak devam ediyor. Ben ilk iki, üç akşam oradaydım. Fakat akabinde sen gelip insanların suratlarına biber gazı sıkıp insanların çadırlarını yakıp zorla ordan defetmeye çalıştığında tepki büyümeye başladı. Bu tepki büyüdüğünde yine merkezde Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapılması vardı. Fakat Twitter’dan köprüden insanların yürüdüğü fotoğrafı gördükten sonra dedim ki bu olay başka noktaya gidiyor. Şimdi bu noktada Sayın Başbakan eğer “projeyi askıya aldım” deseydi bu olaylar biterdi. Başbakan da bunu biliyordu. Niye inatlaştı? Kendi tabanına bu insanların asıl derdinin gezi parkı olmadığını anlatabilmekti amacı. Diğer türlü mağlup çıkardı siyaseten. Şuan Sayın Başbakan’ın bu olaylardan mağlup çıktığına inanmıyorum. Siyasi anlamda kendi tabanına istediği mesajı verdi ve tabanının saflarını güçlendirdi. Çünkü AK Parti’nin içinde son dönemde çok ciddi bir ayrışma başlamıştı. Hele bu siluet, o iki minarenin arasından çıkan gökdelen muhafazakar camiada çok büyük tepkilere neden oldu. Gezi de sembol siluet te sembol. Yani kendi tabanındaki insanlar bazı şeyleri görmeye başladılar. Şimdi bu olayları kendi lehine çevirmeyi başardı Başbakan ve tekrar AK Parti içinde saflar sıklaştı. O yüzden ısrarla tansiyonu arttırdığını düşünüyorum bir gazeteci olarak.
ÖE: Taksim Dayanışması’nın aldığı karar belki kendi içlerinde doğru olabilir. Ben dışardan okuyan biri olarak, bir gazeteci olarak bunu doğru bulmuyorum. “Ben buraya AVM yapacağım, ben buraya rezidans yapacağım, kime ne” diyen bir Başbakan’ı “yargı kararına uyacağım ve yargı kararı lehime çıkarsa da halk oylamasına gideceğim” noktasına getirmek büyük bir kazanımdır. Benim korkum, “bunların derdi burası değil, iktidarı devirmek, halk ayaklanması yapmak” diyerek kamuoyunu inandırması ki kendi tabanını inandırdı, bundan sonraki eylemlere de insanların bu gözle bakmaya başlayacak olmasıdır. Yarın AKM’nin yıkımında yapılacak eylemlerde de aynı bakış açısı olacak. Ben AKM konusunda yıkılmasından yanayım. Yani AKM’nin içine giren bir gazeteci olarak söylüyorum, kolonlarındaki demirlere elimi attığımda kağıt gibi elimde kaldı. AKM’nin bu haliyle zaten korunması mümkün değil, korunmasına gerek olacak bir bina da değil. Bir sembolü var ama hani Sayın Başbakan’ın “yerine daha güzel bir kültür merkezi yapacağız” demesi çok doğru bir yaklaşım. Ama Gezi bambaşka. Yani ben o kazanımın kaybedilmesi ve zarar görmesi noktasında üzülüyorum. Yani inanılmaz bir mücadelenin sonucunda iyi bir noktaya gelindi. Ama “dertleri kent değil” diye halkı inandırdığınız zaman yarın başka yerde yapacağınız eylemde de halk görmezden gelecek, benim üzüldüğüm nokta bu. Mesela barikat olayı bana yanlış geldi, Taksim’i kurtarılmış bölge yapma düşüncesi. Bunlar masum, güzel, haklı eylemi başka noktaya taşıyor. Bunu bir halk ihtilaline getiremezsiniz. Nişantaşı, Beşiktaş, Şişli, Bakırköy, Kadıköy ile Türkiyede iktidar devrilmez. Bu düşünceden bu arkadaşların çıkması lazım. Ama zihinlerde ihtilali yaptılar. Ben zihinlerdeki ihtilalin sekteye uğramasından korkuyorum.
ÖE: Dedim ya zihinlerdeki devrim diye, bundan sonrası için de bir belediye başkanı “ben istediğim yere istediğimi yaparım” derken şimdi bir kez daha düşünecek. Mesela Bahçelievler Belediye Başkanı bir parkı yok ederken “eylemciler buraya da gelir de acaba bu direniş büyür mü?” korkusu yaşayıp tabii ki bunu halka sorma ihtiyacı duyacağını umut ediyorum. Gezi olayları umarım bundan sonrası için belediye başkanlarını “yaptım, oldu” zihniyetinden uzaklaştırır. STK’lar olarak gazeteciler olarak bizler de bu noktada dersimizi almış oluruz. Kamuoyunun yararı olan noktada hepberaber kenetlenip hakkımızı savunuruz.
ÖE: Ben teşekkür ederim.
6 yorum
O lokasyona otel çünkü o lokasyon, bölgedeki yatırımlarla yakın gelecekte İstanbul’un en pahalı turizm alanı olacak.
Aşağıdaki cevabımı Aybige Tek’in yorumu üzerine yazmıştım. Mesajını silmiş nedenini anlamadığım bir şekilde.
Daha önce de Facebook’ta benzer durum yine Aybige Tek ile başıma gelmişti. Daha da ne Davos’a giderim ne de cevaplarım.
Alttaki iki yorumumun yukarıdaki yazı ile ilgisi yoktu, zaten yazıyı da okumamıştım o yorumları yazdığımda. Görüş yazısına yorumlarıma geçmeden iki konunun altını çizmekte yarar var:
1- Şeffaflık ve bununla direkt bağlantılı olarak MSÜ’nün ya da Eldem’e yakın isimlerin konuyla ilgisiz kalması. Hiçbir bahane ya da gerekçe fonksiyon değişikliği ve elbette mimariye yapılacak müdahaleleri açıkça bilmemizin önünde olamaz. Tüm süreç kuşkusuz ki şeffaf olmalı.
2- Her yana otel yapmak Türkiye’de gerçek bir hastalık. Kentlerin merkezlerindeki her tür fonksiyon (tren garı gibi en merkezde olması gerekenler de dahil olmak üzere) anlaşılamaz (biliyoruz da anlamıyorum) bir şekilde çeperlere itiliyor. Buralardan oluşan boşluklar da çoğunlukla fonksiyonun otele dönüşmesi olarak sonuçlanıyor.
Akbank binası konusunda ben Haydar Bey’in alçak gönüllü bir şekilde kendisine yakıştırdığı az bilmenin kat be kat az bilgiye sahibim sanırım. Yine de neden olmasın demeden edemiyorum: Akbank binası neden bir otele dönüşmesin? Her binayı korumanın yolu onu bir kuruma sahiplendirip kültür yapısı haline getirmek midir? Bu bakış her yanı otel yapmak isteyenlerin bakışından ne kadar farklıdır?
Bu soruları tartışma zeminini genişletmek ya da oluşturmak için ortaya atıyorum. Gelecek yorumlarla bakalım neler diyeceğiz.
Karabey’in yazısını şimdi okudum.. Bu tür anıları okumayı, biz sonradan gelenler için keyifli buluyorum ve kendisine çok teşekkür ederim; gözümde canlandı ve SHE ve o günkü ortam hakkında bir an-ı yaşamış, öğrenmiş oldum.. Yazıda belirtilen serzenişe gelince, binaların korunması elbet farklı kullanımlar kazanarak da olabilir.Bu bakıma otel veya rezidans (!) a çevrilmelerine külliyen karşı olmamalıyız diye düşünürüm. Diğer yandan Karabey’in bu satırlarında dikkatimizi çekmesi gereken şey şu olmalı ama aslında: Bu dönüşüm sürecinde ancak ve ancak yatırımcıların telife, mirasa, ruha, hikayeye, tekniğe bağlı kalarak bu işi ele alması durumunda sonuç iyi olabiliyor.. Bildiğimiz tüm iyi örnekler böyle.. Bilemediklerimiz ise, çok sayıda ve bizim ülkemizde maalesef. Kültürel değerlerin bilgisizlik ve RANT kavramı altında ufalanarak yok olduğu böylesi bir geçiş döneminde bu kaygılara katılmamak mümkün değil. kaldı ki, Türkiye’nin önde gelen ailelerinin , bu alanda yapabilecekleri , binaları bir otele satmaktan daha çok kuşkusuz.. Elbet bu aileler müzeler , üniversiteler ve kültür kurumları kuruyor ev buralara büyük yatırımlar yapıyorlar; ama ne yapılsa ne kadar ok yapılsa yetmez daha.. Bu nedenle karabey’in serzenişine katılmadan edemedim, o bina özelinde evet otel olmasındansa bir etkinlik merkezi olmasını on kere tercih ederdim. Sergiler açmak etkinlikler yapmak için 3-5 tana kültür kurumunun listesine bir türlü giremeyen, ve sayıları çok az olan mekanlara da istenilen kira edellerini ödeyemeyen bir sürü fikir ve proje varken.. bir kaç tane daha bedavasından üstelik ! kent ve tasarım merkezini hak ediyor istanbul, gerek Sabancı gerekse Akbank’ın da buna gücü ve donanımı varken…
Sevgili dost. Ben de yıllarca dedikodusunu yapan profesörler (eski asistanları) nedeniyle SHEnİn değerini geç keşfettim. Ancak gene ne yazık ki Akbank için ise deniz kenarına at gözlükleri takılmış bir bina olarak Boğaz’ın panaromasını bankacılardan esirgeyen bir kapris olarak bakıyorum.
Sevgili Haydar -sen de değinmişsin- “Hocanın Akademisi”, Hocanın “Akademi Yenilemesi”ni koru(ya)madı, Akbank Fındıklı binasının korunmasıyla niye ilgilensin?