“Günümüzde heyecan duymaktan çok, yaklaşım zıtlıklarını izlemenin eğlenceli olduğunu söyleyebilirim”

2013 Yılı Arkitera Genç Mimar Ödülü sahibi, Rotterdam'lı mimarlık ofisi IND[Inter.National.Design] kurucu ortağı Arman Akdoğan ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Genç mimar olmak, mimarlık ve bienaller üzerine sohbet ettik.

Özüm İtez: 2013 yılında Arkitera Genç Mimar Ödülü’ne layık görüldünüz ve ilk sorum da bununla ilgili aslında. “Genç Mimar” kavramı sizin için neyi ifade ediyor? Daha önce üzerinde durduğunuz, düşündüğünüz bir kavram mıydı?

Arman Akdoğan: Arkitera Genç Mimar Ödülü’nü senelerdir takip etmekteyiz. Bu tür ödüllerin oldukça faydalı olduğunu düşünüyorum. Bu ödülün bir benzeride Hollanda’daki Maaskant ödülüdür. Ülkenin yeni nesil mimarları için çok önemlidir. Bir seneye yayılan hazırlık sürecinin ardından genç mimara ithaf edilmiş ödül töreni ve konferans düzenlenir ve kitap hazırlanır. Hatta yaşadığı şehirde uygulanacak bir proje üretmesi için koşullar sağlanır. Bence çok önemli bir oluşum. Arkiteranın bu süreci başlatması, mimarları teşvik etmesi ve üretene değer vermesini çok önemli buluyorum. Gençken teşvik edilmek ilerideki çalışmaları içinde motivasyon sağlayacaktır. Ödül, ürettiğiniz projeleri onurlandırırken söylemlerinizin izlenir olmasına olanak sunuyor bu da üretirken mutlaka daha özenli olmaya sevk ediyor.

Türkiye’de her sosyal sınıfın bu kadar çok imar ve planlama ürettiği, konuştuğu fakat aynı çoklukta bu disiplinlere bağlı kurumların tanınmadığı bir garip dönem yoktur herhalde.

Genç mimar olma, piyasa girip ayak uydurma, kendi yolunu çizmek için önünüze gelen fırsatlar ve verdiğiniz tavizler, Türkiye ile yurtdışı (özellikle ofisinizin bulunduğu Hollanda) karşılaştırıldığında ne kadar farklı?

Gelen fırsatlar Avrupa’da oldukça sınırlı olmaya başladı, dolayısıyla yönünüzü iyi tayin etmeniz ardından geleni de kaçırmamanız lazım, ileride varolmanız için tek şansınız olabilir. Bunları değerlendirmek içinse geçmiş eğitiminizin, tecrübenizin uygunluğu ve konuya bakış açınız gelen fırsata paralel olması gerekiyor. Avrupa’da mimarlık ofisleri erime aşamasında artık savaş sonrası başlayan gelişmenin sonuna gelindi. Bu koşullarda artık en önemlisi risk alabilmek. Piyasanın isteklerini karşılarken birçok kavramı sorgulayıp yeni fikirler getirmeniz bekleniyor. Bizim kuruluşumuz Hollanda’da fakat birçok farklı ülkelerde projeler üretiyoruz. Bu durum reel şartları anlamada dezavantaj olabilirken sistemin tamamen dışında olma halimizi belirttiğim gibi farklı fikirler üreterek bir fırsata dönüştürmeye çalışıyoruz. Verdiğimiz tavizler konusu ise her ülkedeki kişilerin düşünüş şekilleri, problemlere yaklaşım, münferit davranışları birbirlerine benzerlik gösterir aslında evrenseldir. Farklılıklar ise kişilerin oluşturduğu kurumların yapısı, işleyiş şekilleri ve bir işi yürütürken sürdürülen etik tutumlarda görülüyor. Hollanda’da bütçeler, çalışma süreleri belirli. Sürprizler daha az. Süre ve bütçe ile ilgili standart tutturalamayacaksa işe hiç başlanmıyor. Acil ‘’yarına’’ istenen projeler yok. Ama projeden beklentiler de yüksek ve projelendirme sürecinde işveren ile çok detaylı iletişim ve geri beslemeler memnun edici düzeyde.Sürecin yavaş ilerlemesi daha kaliteli işlerin çıkmasını sağlıyor. İşveren, mimar ve belediye bir takım gibi çalışıyor. Bu durumun üretimin kalitesini arttırdığını düşünüyorum. 

Türkiye’de ise bayındırlık ortamı, halkı, mimarı, plancıyı dinleyip fikir alma, birlikte planlama yetisinden çok uzakta. Türkiye’de bir mekanın imara açılması için bir an evvel yönetmelikleri belirleyip ardından herkesi o imar kurallarına bağlamaya çalışmakta. Her yapılaşma özellikle İstanbul için “yangından mal kaçırır gibi” hızlı bir iş akışı içerisinde. Bu ölçekte emsal kuralları üzerine gerçekleşen yapılaşma artık kemikleşmiş bir planlama şekli.Dönüşüm işin içinde olunca daha da problemli. Büyük ölçekli yapılaşmalarda yatırımcı kendi menfaatlerini koruyarak özerk her istediği projeyi imara açabiliyor, uygun emsal kurallarına bağlı kaldığı sürece. Oysa her bölgenin, arsanın içerdiği doğal, sosyal koşullar birbirinden farklı. Yerel halkında katılacağı çok disiplinli imar kurullarının projenin özgün şartlarını inceleyip, çalışılarak imarına izin vermesi lazım. Kaldıki koruma kurullarının bile tanınmadığı bir dönem içerisindeyiz. Türkiye deki hızlandırılmış politika, yoğun nüfus bu ağır ön planlama çalışmaları için gereken süreç için çok uyumsuz. Türkiye’de her sosyal sınıfın bu kadar çok imar ve planlama ürettiği, konuştuğu fakat aynı çoklukta bu disiplinlere bağlı kurumların tanınmadığı bir garip dönem yoktur herhalde.

Peki, Türkiye’de ve yurtdışında kendi döneminizi nasıl görüyorsunuz, sizden bir üst jenerasyon sayılabilecek mimarlardan çok farklı yönlere yöneldiğinizi düşünüyor musunuz?

Avrupa’da, bina ölçeğinde 1950-70 ve daha sonra tekrar 90’lar ve 2000’ler de deneysel bir dönemden geçti. Şimdi tekrar bir durgunluk söz konusu. Kimi tasarımcılar daha mütevazı eğilimler içerisinde, kimisi küresel yenilikler ile yarışta bir kısmı eski fikirleri tekrar değiştirerek sunmakta. Tüm konseptlerin tüketilmiş olma hali, veya tüketilmiş olmasa da öyle olduğu hissi var. Bu durum üretim esnasında üzerinize yük de getiriyor. Süha Özkan bir konuşmasında başarılı mimarları, üretim karakterleri olarak iki farklı kategoriye ayırıyordu. Birincisi tasarım kurguları benzer ve karakteristik olan üretim biçimi ilerleyen mimarlar, Alvaro Siza gibi, ikincisi ise her tasarımının farklı bir karakteristiği ve kurgusu olan, çözümlemeler sunan Herzog de Meuron ve Koolhaas gibi. İkinci gruba girdiğimizi düşünüyorum. Her projede farklı bir kurgununun arayışı içerisindeyiz. Yeni fikirler test etmeye meraklıyız. Bence bu çok daha zor bir süreç, fakat daha heyecanlı ve öğretici. IND içerisinde farklı ülkelerden gelen ekipler ile subjektif, kişiyle özdeşleşen (bir başka değişle karakteristik) üretim yerine evrensel çözümlemelere yönelmek bizim açımızdan daha sağlıklı.

Biraz projelerinizden bahsedelim, ofisinizle birlikte başarılı bir yıl geçirdiniz. Bu aralar nelerle uğraşıyorsunuz?

Bu aralar en çok üzerinde çalıştığım proje Çanakkale Karasal Sayısal Anten Kulesi. Uygulama projesi aşamasındayız. Proje içerik ve konsept olarak farklı olduğu için daha çok emek ve zaman harcıyoruz. Tüm çeperi köprülerden oluşuyor. Çok ince 100 metrelik bir kuleye sahip. Strüktürel çözümleriyle özen gösterilmesi gereken bir proje. Peyzaj düzenlemesiyle iç bahçesi de Çanakkaleliler için uğrak noktası olacak. Hollanda’da ise Rotterdam’da Blaak ve Alexander istasyonlarının yenileme konsept projeleri ve revizyonlarını hazırlıyoruz. Ayrıca Basra’da büyük ölçekli bir okul projesine başlamak üzereyiz.

Mimarlık ortamında sizi son zamanlarda en çok heyecanlandıran yapılar veya gelişmeler nedir?

Günümüzde heyecan duymaktan çok yaklaşım zıtlıklarını izlemenin eğlenceli olduğunu söyleyebilirim. Bir yanda Thomas Heatherwick’in populist fantastik tasarımcı disiplini ile mimariye uzanan işleri bize tasarım dili olarak çok uzak olsa da ilgi çekmesi açısından önemli. Diğer yandan daha mütavazi “no design” mimari üretimler örneğin IND’nin bağlı olduğu Supersudaca grubundan Max Zolkwer’ın birkaç gün önce incelediğim sergisi

Ama beni tüm zamanlarda en çok etkileyen Japonya’daki mimari üretim ortamı ve mimarların en ufak mekanlardan bile yenilikçi konseptleri üretebilmeleri ve bu fikirleri daha büyük ölçeklere taşıyabilmeleri. İkinci dünya savaşından sonra kazandıkları ivme yenilikleri keşfetmedeki ve hayatlarına aktarıp tecrübe etmeye yatkınlıkları. Yaşayış şekilleri ve tasarım yetkinlikleri aslında Hollanda’nın ve Avrupa’nın çok ilerisinde.
 

2007 yılında Rotterdam Bienaline Astana araştırması sundunuz ve dünya fuarları ile ilgili bir kitabınız var. 20.yy’ın başından beri yapılan doğrudan veya dolaylı olarak mimarlık ve kentler üzerine yapılan bu gibi etkinliklerin mimarlığın gelişimi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce mimarlığın akademik ve profesyonel alanları ile organik bağları olan etkinlikler midir? Özellikle sizin de izleme fırsatı bulduğunuz, 2014 Venedik Mimarlık Bienali üzerinden değerlendirebilir misiniz?

Bienallerin iki önemli faydası var. Birincisi, ilgili mesleğin profesyonellerini bir araya getirerek topluca tartışılacak bir söylem üretmesidir. Bu esnada mevcut işleri derler, toplar veya bienal için özel üretimleri teşvik eder. Akademik ortam – Profesyonel piyasa ilişkisinde bilgi alışverişini arttırır.  İkinci faydası ise konuyla ilgisi olmayan genel izleyiciyi bu söylemin bir parçası haline getirip izletir, üzerinde düşündürür. Bienallerin en önemli özelliği aslında paralel gerçekleşen konferans ve tartışmalardır. Bu izleyici ile işleri, düşünceleri paylaşmak için harika bir fırsat sunar.

2007 bienali IND ile POWER teması altında sunduğumuz Capital versus Capital projemizle Avrupa’nın tanımadığı yeni oluşan Kazakistan’ın başkentini Astana yı inceleme fırsatı yakaladık: Sovyetler birliği zamanından kalma sosyal konutların tanımlandığı mikro bölgelerin (microraion) bünyesinde yaşanan değişim; Şehrin son yirmi senesinde birçok farklı kanaldan geliştirilen kolaj master planı; Şehirde suni bir şekilde yaratılmaya çalışılan mekanda kimlik kurma kaygıları ve bu konuda mimar ve plancıların önerileri; Petrol ülkesi olmasından dolayı şehre aktarılan yatırımlar; Türk inşaat şirketlerinin her alanda aktif olması fakat bütününde ne yaptıklarının ve neye hizmet ettiklerinin aslında farkında olmamaları, (orada iş çıkaran mimar grupları da bu duruma dahildir) gibi birçok olguyu bienal ile tanıma, sunma fırsatı bulduk. Bienali gezen gazeteciler için bile bir sürprizdi ve aralarında bu bulgular tartışıldı.

Venedik Mimarlık Bienali ise bu alanda küresel bir ilgiye sahip, en eski ve en yetkin oluşum. Dolayısıyla aktardığı mesajlarda her ülkeyi ortak bir noktada buluşturacak bir temaya sahip olması gerekiyor. Zamanın ruhunu, problemlerini yansıtan bir platform oluşturmalı. Bu açıdan Fundamentals teması ve sunuluş şekli bakımından oldukça başarılı buldum. Tüm “izim” lerin sonlandığı, bilgi akışı ve paylaşımı konusunda dijital ortamda bolluk yaşadığımız her türlü stilin denendiği, araştırmaların, haritalamaların yapıldığı günümüzde bir ara verip, bu pratiği kuran “fundamentals”  temel ilkeler üzerine kurgulanmasının bizleri biraz dinlendirdiği düşüncesindeyim. 

Bienalin teması her ülkenin modernizasyon sürecini nasıl ele aldığı konusunu izleme fırsatını da veriyor. Günümüzün binalarına, tarihi binalara benzeyen kimlik atama sevdası daha zayıf, başka bir çağa özenilmiş problemli yapıları ortaya çıkarıyor. (2007 Bienalinde sunduğumuz başbakan Nazarbayev in şekillendirdiği Astana gibi)  Aslında Cumhuriyet’in kuruluş döneminde gelişen modern binaların bir kesim tarafından sadece batılılaşma çabası olarak algılanması sorununu da kapsıyor. Halbuki o dönem ve sonrasında da modern mimarlık üretenlerin ilgilendiği konu bir binanın fonksiyonel, ergonomik olma, aydınlatma vs. gibi tüm ihtiyacların (“stil”den bağımsız olarak) bilimsel ve tasarımsal çalışmalar sonucu karşılanması gibi yenilikçi çalışmaları idi. Maruz kaldığımız eklektik tutum ise, mesleğin temellerinden uzaklaştıran, mekan kurgulamada yaratıcılık konusunu kısırlaştıran, tüm modernleşme sürecini askıya alıp geriye götüren bir çaba. Fundementals neden eklektik davranmamız gerektiğini sergileme fırsatı veren bir tema. “Fundamenals” aslında tasarımların birleştiği ortak noktalar, ve temel ihtiyaçların, yeniliklerin mesnet olarak aldığı kavramlar topluluğu olarak görüyorum. 

Türkiye’nin sunumu bu kavramlara başka açıdan değinerek yaklaşıyor. AKM binasını sunmayı akılcı buldum Batı mimarlığına özenilmiş bir bina olmadığını aslında modernizm ile keşfedilen yenilikçi temellere dayandığını aktarması açısından bence önemliydi. Belkide bu olgu sergide daha da vurgulanmalıydı. Diğer taraftan Türkiye pavyonunun sergide ana temadan kopartan paralel sunumlar temayı besleyememekteydi. Bu nokta önemli çünkü anlatmak istediğinizi bienallerde çok keskin belirtmek zorundasınız. Binlere varan işleri gezip izledikten sonra hatırda kalabilmesi için önemli. 

Etiketler

Bir yanıt yazın