Mimar Onur Sağkan ile günümüz iletişim teknolojileri ve mimarlık kültürü üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Derya Gürsel: Öncelikle kısaca ofisinizin yapısından ve çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Onur Sağkan: D-Lab Architects, Mert Ünsal ile birlikte 2010 yılı ortalarında kurduğumuz, bir mimarlık ve kentsel tasarım ofisi. Üzerinde çalışılan konuların, mimarlık kültürü için yeni oluşu nedeniyle üretim süreçlerinde çok disiplinli tartışma ortamlarını yapısında barındırmaya amaçlayan bir atölye. Uzun vadedeki amacımız, bu ofisin hem bir şirket hem de tasarım araştırmaları yürüten bir vakıf olarak işleyebilmesi. Üretim sürecine katılan herkes oldukça genç. Katılanlar arasında; grafik tasarımcılar, endüstriyel ürün tasarımcıları, web tasarımcıları gibi farklı disiplinlerden gelen insanlar var. Bu çok disiplinli yapıyı kurmakta ki amacımız mimar refleksleriyle göremediğimiz noktaları ve takip edemediğimiz gelişmeleri, farklı okumalar yapabilme yetisine sahip tasarımcılar sayesinde minimuma indirmek. Bu şekildeki bir çalışma ortamı, çok keyifli süreçler yaşamamızı sağlıyor.
Bunun yanı sıra, günümüzün şirketleri ya da enstitüleri gibi ekonomik olarak sürdürülebilir olabilmesi adına hafif bir yapılanmayla çalışıyoruz. Paris’te geçirdiğimiz süre içinde farklı milletlerden insanlar tanıma ve onlarla birlikte çalışma şansımız oldu. Bugün birçoğu, farklı ülkelerde çalışıyor. Yani herkes her an İstanbul’daki ofiste değil. Örneğin, parametrik tasarım ile ilgili destek almamız gerektiğinde, bu desteği veren arkadaşlarımızın güncel mesleki yaşantılarına Hong Kong’da devam ediyorlar, ancak aradaki mesafe ortak çalışmalar üretmemize engel olmuyor. Mesela, bu da internetin bize sağladığı önemli bir avantaj.
DG: Peki sizce günümüzde mimarlık kültürünün iletişim teknolojileri ile ilişkisi hangi noktada?
OS: Öncelikle, izin verirseniz söyleşiye daha önemli olduğunu düşündüğüm bir noktadan başlamak istiyorum. Bu da, yapısı çelişkilerle dolu bir mesleki disiplinin üyelerinin, günümüzün koşullarında toplum içinde nasıl var olmaya çalıştıklarında bahsedilmesidir.
Düşünüldüğünde, kültürün toplumu oluşturan bireyler arasında bağlayıcı bir harç görevi gördüğü kabul edilir ve bir toplumun kültürel yapısı ise iki önemli bağlamda şekillenir. Bunlarda o toplumun zaman algısı ve mekân algısıdır, çünkü “olay” bu iki bağlamda gerçekleşir. Bu noktaya kadar, mimarlık mesleğinin meşru varlığını sorgulamak elbetteki anlamsızdır. Ancak bugün, mekân kavramı, mimarların ve şehir plancılarının geleneksel pratikleriyle şekillendirebildiği bir boyutun ötesine geçti. Bu da en basit anlamda internetin hayatımızdaki varlığıyla örneklendirilebilir. Kamusal alan, sahip olduğu misyonun bir bölümünü bu mecralarla paylaşmak durumunda ve kamusal alan tasarımcıları olan, mimarlar ve şehir plancıları bu durumun varlığını ve toplum üzerindeki etkilerini yok sayamazlar. Elbette ki bu şartlarda, bu mesleki grupların, mesleki üretim süreçlerindeki kullandıkları parametreleri ve hatta metodlarını güncellemeleri gerekmektedir. Bugün biz, bir olayın herkes tarafından farklı okunma şekillerinden, eskiye göre daha çok haberdarız, her şeyin ancak yaklaşık değerinin hesaplanabildiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu olayların etkilerinin okuması ya da bu olayların, kimi zaman stratejik hazırlıkları “kaos teorisi” gibi farklı kuramlarla yapılıyor. Buna rağmen, biz mimarların ve plancıların büyük bir bölümü, 60’lı yıllardaki şehircilik ve mimarlık teorilerinin etkisiyle, halen; çevrel verileri, kentsel bağlamların durum okumalarını ve projelendirme süreçlerini “Doğru tektir” sözünün izinde yapmaya devam ediyor. Kısacası, Marshall Berman’ın 80’lı yıllarda söylediği gibi, “Katı olan her şey buharlaşıyor,” ancak bu gün daha da hızlı gerçekleşiyor bu olay ve gelecekte daha da hızlanacak.
Uçurtmalar Projesi (2008) DG: Sizce bu teknolojiler kamusal alanlarda kullanıldığı zaman toplumsal hayatı ne yönde etkiliyor? Mimarlar ve kentsel tasarımcıların bu noktadaki rolleri ne olmalı?Ayrıca, bu durumun kültürel sürdürebilirlik açısından da önemli bir boyutu var. Düşünüldüğünde tamamen fiziksellikten arınmış bir ortamdan bahsediyoruz. Oysaki insan, varlığının bir parçası olan “beden”i nedeniyle insanlık tarihinin başından beri coğrafya ile iç içe olmuş. Coğrafya üzerinde sosyalleşmiş ve yine bu bağlamda yaşamakla ilişkili sosyal kurallar, değerler ve bir bellek geliştirmiştir. Bugün ise, coğrafyadan farklılaşan bu bağlamda, yeni yaşam ve sosyalleşme şekilleri geliştirmeye çalışıyoruz ve o ortamda karşılaştığımız olaylar karşısında, sahip olduğumuz belleğin bize sunduğu birçok veri ve güven hissi yanımızda olamıyor. Telefon rehberinizi, akıllı telefonunuzu ya da Facebook hesabınızın teknik bir nedenden dolayı kullanım dışı kaldığında yaşadığınız paniği bir düşünsenize, sosyalleşemiyorsunuz. Maalesef bu çok olası bir durum ve kimi zaman da sizin kontrolünüzde değil. Kısacası, fiziki çevreden bedeninin varlığı nedeniyle kopamayan ama bu yeniliklerin sunduğu imkânlardan da aynı oranda faydalanmak isteyen insan, bu iki bağlam arasındaki gelgitler nedeniyle, neyin gerçek neyin hayal olduğu konusunda tereddütler ve korkular içinde yaşıyor ve kimi zaman da bu gerilimleri yönetemeyip kendi varlığına zarar veriyor.
Çankaya Ulvi Cemal Erkin Konser Salonu ve Sanat Merkezi mansiyon ödüllü projeBu durumda, mimarlara ve kentsel tasarımcılara birçok görev düşüyor elbette. Öncelikle çalışmalarında yerel kültürlerin sürdürülebilirliği kavramını daha çok önemsemenin gerekliliğini vurgulayabiliriz ve bu doğrultuda bazı politik karar süreçlerinde daha aktif bir rol oynamaya çalışılması da önemli bir nokta. Ancak elbette bu bahsedilen şeyleri kendi mesleki pratik alanlarımızda uygulayabiliriz. Mesela, yine ülkemizden bir örnek vermek gerekirse, büyük ölçekli yıkım çalışmalarının yapıldığı ve insanların “gettovari” konutlara tıkıştırılmaya çalışıldığı TOKİ çalışmaları ya da şehrin ortasında yüksek duvarların arkasına saklanan sitelerin her gün biraz daha arttığını görmek çok üzücü. Geçmişte görüldüğü gibi, biz mimarlar ve plancılar tarih boyunca içinde yaşadığımız toplumun sorunlarıyla ve politik süreçleriyle hep iç içe olduk, bu kararsızlıklar dünyasında yaşamayı öğrenme sürecinde de, ait olduğumuz toplumun en büyük destekçilerinden biri yine biz olabiliriz.
DG: Hem Fransa’da hem de Türkiye’de mimar ve eğitmen olarak çalıştınız, iki ülke arasındaki farklardan söz edebilir misiniz?
OS: Bu durum, tasarımcı olarak sizin imkânlarınız ve içinde bulunduğunuz çevrenin imkânlarıyla tanımlıdır ve bu yüzden Türkiye’de tasarım ile uğraşmak zor diye genel bir kanı var. Ancak inanın ki mesleki açıdan bakıldığında, yurtdışında çalıştığım yıllarda burada olduğum kadar özgür olamamıştım. Çünkü, orada inşaat yönetmelikleri o kadar detaylı ve katı ki size hareket edebilecek neredeyse hiç alan bırakmıyorlar. Örneğin, Decq’in ofisinde çalıştığım dönemde, Bretagne bölgesinde yapılan FRAC Çağdaş Sanatlar Müzesinin şantiyesini yönetiyordum. Bir asma tavan ve sprinkler ilişkisinin, hem mimari kararlarla tutarlı olması, hem de kontrolör tarafından onaylanması için detay alternatifleri geliştirmek, 2 kişilik bir ekibin 4 gününü almıştı. Ayrıca İstanbul’da yaşamanın bir mimar için büyük bir şans olduğunu düşünmüşümdür hep. Bu şehrin kaotik yapısı biz genç mimarlar için çok öğretici ve kimi zaman şikâyetçi olmamıza rağmen kriz yönetimini her gün yeniden deneyimleme sansı veriyor bize. Oysaki Avrupa şehirlerinde, daha önceki sorunuzda da bahsettiğim buharlaşmaya karşı halen bir direnme çabası sürüyor.
Yarışma Projeleri-Truva ve Şişli Lisesi YarışmalarıEğitim ile ilgili fark da çok ilginç aslında. Orada bir dönem proje asistanlığı yaptım ve sonrasında da yüksek lisans diploma jürilerinde bulundum. Yani buradaki gibi, proje dersiyle ilgiliydim ve halen zaman zaman gidiyorum. Aslında en önemli farkın öğrenci profili olduğunu söyleyebilirim. Eğer bir genelleme yapmak gerekirse, bizim ülkemizdeki öğrenci profilinin büyük bir çoğunluğunun 80 sonrası kuşak travması yaşadığını söyleyebilriz. Eleştirel düşünmekten çekinen, uslu öğrenciler bunlar. Oradaki öğrenci profili ise sorgulamaya biraz daha istekli. Çünkü eğitim sistemleri ilköğretim yıllarından itibaren hep ispatlama üzerine kurulu. Ancak yeniyi kabul etmekte zorlanıyorlar. Düşünün ki, II. Dünya Savaşı’nda binaları top ateşi ve bombardımanla zarar görmersin diye, Nazilere kapılarını açan bir şehrin çocukları onlar.