“Her Gelen Sanatçının ‘Bir de Ben Bakayım, Burayla Nasıl Güreşiyorum’ Gibi Bir Hissi Oldu”

1976'da Rabia Çapa ve kız kardeşi Varlık Yalman tarafından açılan Maçka Sanat Galerisi'nin mekanı Mehmet Konuralp tarafından tasarlanmıştı. 40 yılın ardından veda sergisini yapan Rabia Çapa ve Mehmet Konuralp ile, yıllardır değişmeyen mekanda buluştuk.

1976 yılında açılan Maçka Sanat Galerisi, aktif olduğu 40 yıl boyunca Türkiye’nin çağdaş sanat sahnesini besleyen önemli bir kurum olarak varlığını sürdürdü. Rabia Çapa ve Varlık Yalman tarafından kurulan galerinin tarihi, kişisel özverilerle ve esaslı bir tutkuyla devam ettirilen galericilik uğraşının yanında, Türkiye’deki çağdaş sanat gelişiminin de takip edilebileceği bir izlek gibi. Galeriye girdiğiniz anda burasının “bir başka”lığının altını çizercesine tasarlanmış mekanda ise mimar Mehmet Konuralp’in imzası var. Tasarladığı mekanla ve mekanın sahibeleriyle iletişimini 40 yıl boyunca kesmeyen Konuralp, mekanın açılışında Rabia Çapa’nın yanında olduğu gibi kapanışında da yanındaydı. “Veda” sergisini hazırlayan Mehmet Konuralp ve galerinin sahibi Rabia Çapa ile, galeriden ve galerinin hem kendileri hem de sanatseverler için çok özel olan mekanından konuştuk. Güzel bir vedanın güzel başlangıçlara gebe olması umuduyla…

Bahar: Rabia Hanım’la tanışmanız ve Maçka Sanat Galerisi’nin tasarımına başlamanızın nasıl oldu?

Mehmet Konuralp: 76 yılında, bundan kırk sene evvel, benim yakın bir dostum olan ve kendisine bir butik tasarladığım Sevim Çavdar Hanım tanıştırmıştı beni kendileriyle. Rabia ve Varlık Hanım ile konuşurken “Biz de böyle bir şey düşünüyoruz…” diye başladı konu, 76’nın Nisan ayında. İlk önce arka tarafta ellerindeki koleksiyonları teşhir etmek, ön tarafı da butik yapmak gibi bir fikir vardı. Bilemiyorum, belki biraz ben de iteledim onları; madem arka tarafta teşhir var, ön tarafta da teşhir olsun derken galeri olsun denildi ve sonradan galeriye ağırlık verildi. Bana burayı ilk gösterdikleri zaman burası bir bodrum kattı ve ön taraf yukarıdaki toprak kotuna kadar doluydu. Sizi buraya yönlendiren dış avlu, bizzat benim sonradan açtığım bir çöküntü/boşluk. Önceden orası da diğer bahçenin kotu gibi burayı sadece bir vasistas ile aydınlatan  tam bir bodrum katıydı. Mayıs ayında başladım, yaz olması hasebiyle pek fazla insan olmadığı için daha rahat çalıştık. Bir iki günde ön tarafı açtık ve buranın cephesini kazandık. Gelenleri içeri doğru yönlendirsin diye kavisli duvarı tasarladım. Strüktürel sınırlamalar vardı, onları da dikkate alarak duvarları, bölümlemeleri yaptım. Sonra tabi bütününe ne yapalım diye düşündüm: Yer, duvar gibi düzlemlerin farklı olmasındansa bütün düzlemlerin aynı görünüm ve malzemeden olmasıyla mekandaki sınır, duvar, yer gibi kavramları elimine etmek istedim. Nitekim de öyle oldu. Kasım ayında bitirdim ve o ay açıldı. Açıldığı gün Rabia’nın kız kardeşi Varlık’ın takılarının bir kısmı sergilendi, geri kalan kısımda da bir karma sergi düzenlendi. Daha sonra galeri, seri halde 340 küsur sanatçıyı ağırladı. Yapılışında kullandığım malzemeler pek öyle ahım şahım malzemeler değildi; zaten ben mimar olarak tezyin/süsleme sanatına hiç girmemiş, minimalist bir mimarım. Ayrıca buranın bir konteyner olarak kalmasına ve esas cevherin içine girecek olan olmasına; kıymetli bir şeyin içine konacağı bir ehram veya buraya gelen kişilerin sanatı için krallar vadisindeki Tutankhamun’un Mezarı gibi bir boşluk olmasına özenle dikkat ettim. Buradaki mekân hiçbir zaman içine giren eserlerle yarışmadı. Burayı görenler ilk önce biraz tereddüt etti “Hamam mı oldu?” diye; çünkü 76 senelerinde Türkiye’de minimalist mimari yoktu. Dolayısıyla minimalist mimarinin tezyinden uzak, testinin sadece testi vazifesi görüp esas kıymetini içindeki boşluktan alan yapısını henüz kabullenmemişti Türk Mimarisi. Yani bunu biraz da benim yalın bir testi yapmış olmam gibi düşünebiliriz. İçindeki boşluk mühimdi ve sanatkârlar getirdikleri şeylerle testinin içindeki kıymeti sağladılar. Varlık Hanım vefat ettikten sonra ağırlıklı olarak Rabia Hanım altından kalktı mekânın.

“Buranın mesleğimdeki önemi 40 sene yaşayabilmiş olması.”


Bahar: Sizin mimari üretiminiz içinde nasıl bir yeri var Maçka Sanat Galerisi’nin?

Mehmet Konuralp: Ben tüm yaptığım yapıtlarda bu tasarım ilkelerini hep muhafaza etmişimdir. Buranın da kendine göre, fonksiyon ve konum itibariyle gereksinimleri vardı. Yerin özellikleri de buranın bu şekilde sonuçlanmasına sebep oldu; hemen hemen 3’te 2’si toprak altında olan bir yeri toprak üstüne çıkarmak ve galeri yapmak kendi içinde bir egzersiz tabi. Alınması gerekli bir sürü ilke prensipleri vardı; tabi onları alınca özel bir yer oldu. Buranın mesleğimdeki önemi 40 sene yaşayabilmiş olması. Çünkü Türkiye’deki gerek ekonomik gerek sosyal şartlar, gerek göçebe bir halkın ülkenin esasını oluşturması, Türkiye’nin uzun süreli yapıt üretmek için pek ideal bir ülke olmamasına neden oluyor. Nitekim yapıların çok çabuk yapılıp çok çabuk yıkılmasının nedeni biraz da göçebe kriterlerin hala geçerli olması, toplum hafızasını yaşatacak simgelere pek fazla itibar edilmemiş olmasıdır. Maçka Sanat Galerisi ise kolektif şuurda oldukça güzel bir yer sağladı ki bence en mühim başarısı Türkiye’de 40 yıl muhafaza edilebilmiş bir yer olmasıdır. Türkiye gerek iktisadi gerek içtimai yönden tutarsız bir ülke olduğundan yapıtların da yaşam süreleri sağlıksız ve sınırlı oluyor. O bakımdan burası çok önemli. Mesela daha evvel bahsettiğim Sevim Butik, ki Türkiye’den Neufert’e çıkan hemen hemen tek yapıdır, 15 sene yaşadı sonra yok oldu gitti. Biz biraz körlere ayna sattık, alanlar oldu birkaç tane. Olmadık malzemenin olmadık insanlara zorla satılması gibi bir eylem mimarlık.

Bahar: Burasıyla bağınızı hiç koparmamışsınız.

Mehmet Konuralp: Koparmadım çünkü gerek Rabia gerek Varlık aynı zamanda benim dostlarım; ailece de tanıdığım insanlar. Bir de hemen yanında oturuyordum buranın. Yandaki otelin olduğu yerde Pınarsoy Apartmanı vardı. Ben hemen onun birinci katında oturuyordum. Onun için çok da tesadüfi oldu. Ama tabi yaşarken hiç aklıma gelmemişti buralarda düşük avlular yapacağım, bir nevi labirent gibi, biraz krallar vadisindeki kral mezarları gibi, biraz Çin var, biraz İngiltere var… Kolektif hafıza insanı oradan oraya çok çabuk taşıyor. Mimarlıkta grave architecture/mezar mimarisi diye bir tabir var; tabi illa mezar olması lazım değil ama tabir o şekilde. Nitekim James Stirling de, 80’lerin başında Stuttgart’ta yaptığı sanat galerisinde “grave architecture” tabirini kullandı. Büyük bir orta mekandan merdivenlerle inilen ve içerisinde ilginç şeyler teşhir edilen bir mekan yaptı. Stirling’in yaptığı benimki gibi mecburi bir seçim değildi, daha ziyade kral vadisinden ve oradaki mezarlardan ilham almıştı. Hatta ben de “bu konu ne kadar bütünleşmeye başladı” demiştim.

Üstteki büyük bahçe largo. Largo İtalya’dan bildiğimiz bir şey, bir yolun yanında bir cep olarak büyüyen bir kısım. Tabi ben largoyu görünce “ben bunun bir kısmını alırım, içinden bir porsiyon çıkarırım” dedim. Öyle olunca burada küçük bir piazza oluştu. Ben oraya düşük avlu dedim. Orayı aynı zamanda bir heykel avlusu olarak, arzu eden bir heykeltıraşın dış mekân yapıtlarını sergileyebileceği bir yer olarak düşündüm. Ama şu anda en çok sigara içenlere katkım var, o yönden oldukça güzel oldu. (gülüşmeler)

 “Sanıyorum burası her şeye rağmen hala mimari açıdan uçta.”


Burcu: Maçka Sanat Galerisi açıldığında mimari olarak dikkat çekmiş miydi?

Mehmet Konuralp: Buranın minimalist mimari olması tabi ki dikkat çekti ve dikkat çektikçe popülaritesini arttırdı. Burada sergi yapan kişilerin burası hakkında yazdıklarının hepsi çok olağanüstü güzel ve övünç verici.Bilhassa François Morellet, burayı Aya İrini ile buluşturuyor; onun sükunetini burada bulduğunu söylüyor. Buna benzer anılar var. Fakat belki de buranın tercihi daha jön bir yer olması, daha genç bir yer olması, modernin -Türkiye için- biraz uç seviyesinde olması. Sanıyorum burası her şeye rağmen hala mimari açıdan uçta.

Burcu: Tasarım ilkeleriniz nelerdi?

Mehmet Konuralp: Benim tasarım ilkelerimin başında hem yatayda hem düşeydeki düzlemlerde aynı malzemeyi kullanarak boyut şuurunu mümkün mertebe kaybetmek var. Bir yeri yatay ve düşey düzlemler olarak ayırmadığınızda, o yer size tercih ettiğiniz boyutu veriyor; fakat okutursanız o zaman sizin öyle bir tercihiniz kalmıyor, çünkü o ortada kendisi kendini kanıtlıyor. Nitekim bu, yukarısı için çok mühim. Buranın tavanı bir galeri için çok alçaktı, ben buraya illusive bir derinlik kazandırdım. Evimde kullandığım perdeler bunlar, sonra buradaki evimde de kullandım; çok güzel kuzey ışığı geçiren yarı saydam keten bir perde. Bu perdelerden sonra daha ne kadar derinlik var bilemiyorsunuz; dolayısıyla bu sizin hayalinizde, daha yüksek bir şeyin bir yaşmakla örtülmüş olduğu intibası uyandırıyor bir şekilde. Nitekim şu anda basmıyor tavan. Bir tavan daha var ama o tavan ne kadar aşağıda ne kadar yukarıda pek sizi ilgilendirmiyor. Göz yanıltıcı bir yükseklik kavramı oluşturdum. Başarılı da oldu, hala duruyor böyle.

Burcu: Galeri denilen mekân içine giren sergilerle değişiyor; sizin yaptığınız çerçevenin içine giren malzeme mekânı kısa süreli olarak dönüştürüyor. Sizin de 40 yıl boyunca Maçka Sanat Galerisi’nde kendi tasarladığınızın mekânın şekilden şekile girişini izleme şansınız oldu. Bir mimar için nasıl bir hikâye bu?

Mehmet Konuralp: Siz bir kabı, içinde hem çorba hem ana yemek hem tatlı yemek için kullanabiliyorsanız; yani bütün fonksiyonlar için aynı kabı kullanabiliyorsanız, o bir başarıdır. Zaten gayem oydu, çok fonksiyonlu ve çok çeşitli kavramları oluşturabilecek nötrlükte kalsın; hep arka perdede dursun ve içinde cereyan edebilecek çeşitli hayaller, dünyalar cidarla hem varım hem yokum ilişkisini kurabilsin. Mesela cidar bazıları için oldukça yönlendirici oldu; Serhat Kiraz benim tasarımımı baz olarak almıştı. Mekânı istedikleri yönde değerlendirme olanakları vardı sanatçıların ve o olanaklar bana çok doğru bir şey yaptığımı anlattı her nasılsa. Obje koyduğunuz zaman da -Seyhun (Topuz) gibi veya Daniel Buren gibi- mekân yardım ediyor. Mesela François Morellet burada (sergi kitapçığındaki metni gösteriyor) şöyle yazmış: “Maçka Sanat Galerisi’nde sergi açmak üzere davetliyim. Bu galeri boş olduğu vakit bir harika; Aya İrini gibi ama bir başka biçimde. Duvarları binlerce fil dişi beyaz seramiklerle kaplı, üstüne de bir çivi çakmak olanaksız.”

 “Galerim önce insanları bir korkutur, daha sonra insanlar galerimi çok severler ve galerime göre sergiler yaparlar.”


Bahar: Rabia Hanım, sizden de dinleyebilir miyiz galerinin hikayesini?

Rabia Çapa: Galerimin mimarı Mehmet Konuralp’ti, son sergimin de Konuralp’le olmasını istedim; onunla başlayıp onunla bitirmek istedim. Çünkü galerimi bu 40 yılın içinde hiçbir şekilde azalmayan bir sevgi ile sevdim. Her dakika çağdaş bir galeriydi; Daniel Buren de, François Morellet de, gelen ecnebilerin hepsi de “İstanbul’un ortasında böyle modern, böyle çağdaş bir galeri düşünmemiştik.” dediler. Hep genç kalan bir galeri oldu benim galerim. Galericiliği de çok severek yaptım. Hep daha dinçliğe daha gençliğe yöneldim. 20. yılda bir gençler sergisi yaptım, 35’te öyle, 40’ta kapatırken yine gençlerleyim. Gençlerin getirdiği dinamizmi çok seviyorum. Ömer (Uluç), Komet, Mehmet (Güleryüz) ilk 10 senemin sanatçıları; onlardan sonra kavramsala döndük, enstalasyona döndük, gençlere döndük. Gençlerin hep yeni bir nefesleri var. Onlarla beraber olmak çok keyifli ve onlara yetişmeye çalışmak da çok keyifli; çünkü onlara cevap verebilmek için sen de devamlı araştırıyorsun; araştırıp bulmasan onlara cevap veremezsin. Eşimi kaybettikten sonra iki sene kadar galerimi açmadım. O zaman en çok eksikliğini hissettiğim şey gençlerin dinamizminin yanımda olmamasıydı. Galerimi de çok özledim tabi, hep de özlerim. Ama 40 yılda “artık tamam” dedim. Şimdi 3-4 tane de olsa çok güzel genç galericiler var, pırıl pırıl bir genç galericilik var. Onlar çok daha iyi yürüyeceklerdir ve iyi sergiler açacaklardır. Galerimi kapatıyorum; ama galericilik, koleksiyonculuk öyle bir hastalık ki ölene kadar sizinle beraber, vazgeçemezsiniz. Sergi kurmayacağım demek değil bu, ben mekanımı kapatıyorum; ama bundan sonra canımın istediği her mekânda canımın istediği her sanatçıyla sergi yapabilirim.

Bahar: Mehmet Bey galeri mekanının sanatçılara sunduğu imkanlardan bahsetti. Siz sanatçılardan galeri mekanına dair nasıl yorumlar aldınız?

Rabia Çapa: Evet, galerimin öyle bir güzelliği vardır; önce insanları bir korkutur, daha sonra insanlar galerimi çok severler ve galerime göre sergiler yaparlar. Dore çerçevelerle gelen eski resimler bile galerime çok yakıştı. İlk başta “Bu klasiklerden nasıl olacak?” diye korkuyordum; fakat çok güzel uydu. Her sanatçı çok memnun kaldı ve buraya ait bir şeyler üretmek üzere sergiler derleyip toparladılar. O da hoşuma gidiyor.

Mehmet Konuralp: Bazen sanatçılar yapıyı baz alıp, onun etkisi altında kalıyorlar; çünkü yapı boş olunca onun içine bir şey koyma ve onunla beraber olma arzusu daha fazla oluyor. Buranın içi daha mimarice tezhipli olsaydı, yanına bir şey koymak pek herkesin aklına gelmeyecek veya istemeyeceklerdi. Ama boş bir mekân içinde “Ben bu duvarları kullanayım. Bir de kareler var, iki karede bir, bir şeyler yerleştireyim.” gibi biraz da tahrik edici şeyler oluyor. Demek istediğim çok yönlü, çok değişken, çok olanak sağlayan bir mekân olarak 40 sene yaşadı, bıktırmadı kimseyi. Her gelenin “Bir de ben bakayım, burayla nasıl güreşiyorum.” gibi bir hissi oldu.

“Mimarımıza sadece ne istediğimizi söyledik, Mehmet Bey ona göre yaptı, karışılmaz sanatçıya.”


Burcu: Mehmet Bey ile galeri üzerine çalışmaya başladığınızda, nasıl bir mekan 
istediğinize dair fikriniz var mıydı?

Rabia Çapa: Bizim öyle huyumuz yoktur, ne benim ne de Varlık’ın. Sanatçılara da ne yapacaksınız galeride diye bir sualimiz olmadı, karışmadık biz. Ama sanatçının sergisini görürüz, iki sergi üç sergi takip ederiz, iyi gidiyorsa bu sanatçı iyi deriz ve alırız. Aldıktan sonra da hiçbir zaman “sen satılabilir şunu yap, sen satılabilir bunu yap” diye bir fikrimiz olmaz. Sanatçı da hürdür, istediğini yapar galerinin içinde. Mimarımıza da sadece ne istediğimizi söyledik, “ön tarafta galeri, arka tarafta da etnik sergiler” dedik, Mehmet Bey ona göre yaptı, karışılmaz sanatçıya.

Mehmet Konuralp: Yani ellerinden geldiği kadar, ne kadar zorluk varsa bana sağladılar (gülüşmeler).

Rabia Çapa: Senin dediğinden daha zorunu ben yaptım. Ona sormadan galeride bir tek değişiklik yapmadım. Ben seyahatteyken bu duvar yıkıldı, otel yapılırken. Bir duvarcı getirmişler, ben de yoktum, rezil bir duvar yapıldı. Sökülmesine imkân yok, artık elimizde de seramik yok, oraya kütüphane çizildi. İyi oldu, broşürlerimizi içine koyduk. Başlangıçta orada öyle bir kütüphane yoktu.

Bahar: Galeri kapandıktan sonra mekânı nasıl değerlendireceksiniz?

Rabia Çapa: Daha düşünüyorum. Bilmiyorum. Daha öyle bir kararım yok. Şimdilik kendimi özgür kılacağım bir müddet. Ne olacağına zaman karar verecek ama artık burada sergi yapmayacağım.

Burcu: Arşiv çalışmanıza devam ediyorsunuz bir yandan sanırım.

Rabia Çapa: Arşiv çalışmasına 8 ay daha devam edeceğiz. Bantlarımız var, o var, bu var… Bütün galerinin arşivi Vehbi Koç Vakfı’nın çağdaş sanat müzesine gidiyor, orada değerlenecek.

Bahar: Bir de kitap yapıyorsunuz.

Rabia Çapa: Evet, 40 yıl kitabını yapıyoruz. Onun içinde bütün sergilerimiz var. Sanatçıların sergileri var, galeri üzerine yazılar var, sanatçıların düşünceleri var, galerinin fotoğrafları var… Elbise koleksiyonum var, o da Vehbi Koç Müzesi’nde yer alacak. 40 yıl yemeğini yapacağız, gelen misafirlerimize kitabımızı hediye edeceğiz, ondan sonra burası güzel güzel kapılarını kapayacak.

Not: Başlık fotoğrafı dışındaki fotoğraflar Hadiye Cangökçe tarafından çekilmiştir. 

Etiketler

Bir yanıt yazın