“Her Projede Mevcut Tipolojileri Esnetmeye Çalışıyoruz”

"Ortak çalışma alanları” söyleşi serimize, İstanbul Sanayi Bölgesi'nde 2016’dan beri aktif olan Habita ile devam ediyoruz.

Habita Coworking‘in kurucu ortaklarından Levent Öcal ve mekanın tasarımını yapan PAB Mimari Tasarım ekibinden Pınar Gökbayrak ve Burçin Yıldırım ile mekana ve ortak çalışma alanlarına dair kısa bir söyleşi yaptık.

Hikayenizin kurumsal hayattan sıkılıp “girişimcilik ekosistemine” dahil olmakla başladığını söylüyorsunuz bir söyleşinizde. Nasıl yapısal farklar var kurumsal hayatla “girişimcilik ekosistemi” arasında?

Levent: Aslında en temel farkı, farklı ve yeni bir şey yapma isteğinin kurumsal hayatta çok kısıtlanıyor olması. Oturmuş sistemler var, herkesin bir yoğurt yiyişi var ve onun içerisinde fazla manevra alanınız yok. Yıllar önce oluşturulan metodolojiler, yürütülen sistemler neyse onun içerisinde kalıyorsunuz; ama girişimcilik dünyasında sınırlar sizin hayal gücünüzle, yaratıcılığınızla, zekanızla, iletişim ağınızla sınırlı, yani neredeyse sınırsız. Ortaklarımdan birisi Ekonomi Bakanlığı’ndan geliyor, bir diğeri uluslararası bir firmanın bölge satış müdürlüğünü yapıyordu, ben de Amerikan şirketlerinde yönetim danışmanlığı yapıyordum. Dolayısıyla hepimiz bize dayatılan o sistemden çıkıp biraz nefes almak, “farklı şeyler yapalım, şu insanlarla tanışalım, şöyle bir proje geliştirelim” gibi, kendi hayalimizden, isteğimizden neler çıkıyorsa onları hayata geçirebileceğimiz bir alan yaratmak istedik. En temel fark olarak şunu söyleyebilirim: Hareket alanınızın sınırlarını kurumsal hayatta sistem belirliyor; girişimcilik dünyasında ise hayal gücünüz, yaratıcılığınız, isteğiniz, arzunuz ve hayalleriniz belirliyor.

Bu “hareket alanı”nı yaratmak için neden fiziksel bir mekân yaratmayı tercih ettiniz? Pekâlâ internet üzerinden de bağlanabiliyoruz birbirimize; hatta çoğumuz home-office’lerin bilindik kurumsal ofis mekanlarının yerini alacağını düşünüyorduk yakın zamana kadar.

Levent: Tabii ki şimdi dünyada geçerli bir fikir bu; ama ben yine de fiziksel temasa, tanışmaya, bir çatının altına girmeye inanıyorum hala. Kurumsal şirketlerde çalışırken “internete girelim, ağımızı genişletelim” fikri hep hayal edilen, istenen bir şeydir; ama o insanla gerçekten aynı çatının altına girip o atmosferi birlikte koklamadan, tanışmadan, ona dokunmadan, onunla bir arkadaşlık kurmadan, bir bağ kurmak çok da gerçek olmuyor. Online platformlar üzerinden bağlantı kuranlar üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yapan, aynı hayatları yaşayan, benzer işlerde olan insanlar; birbirlerini bulup daha hızlı bir şekilde adapte olabiliyorlar; ama kurumsal hayatta yaşayan bir insanla, freelance tasarım yapan birinin aynı çatının altına girip birbirini tanıma fırsatı olmadan bir ilişki geliştirmesi bence çok zor. Dolayısıyla biz öyle bir platform, öyle bir atmosfer yaratalım ki bu insanlar bir şekilde aynı yerde buluşsunlar, tanışsınlar, konuşsunlar ve ilişkilerini ilerletsinler istedik. Bu iş için de olabilir, özel hayatlarında da olabilir. O yüzden böyle bir mekân yaratma yoluna gittik. Dolayısıyla bizim asıl yaptığımız iş bir platform sağlamak. Bu online olur offline olur önemli değil; ama biz burada sadece metrekare kiralamaktan, masa kiralamaktan, “gel kendi işini yap, maliyetlerini düşür, bu şekilde işlerine devam et, kimseyle konuşma.” demekten ziyade herkesin bir araya gelip bir paylaşım ortamı yaratabileceği bir platform yaratmak istedik. Bu mekân fiziksel olarak bu fikirden, hayalden ortaya çıktı.

Burçin: Çalışma alanları üzerine fikir üreten insanların ortak fikri şu: herkes online olarak veri toplayabilir, veri üretebilir ama o verinin bilgiye dönüşmesi, bilginin inovasyona dönüşmesi için bir etkileşim gerekiyor, birlikte üretmek gerekiyor. Bir dönem çok konuşulan “herkes evden çalışacak, fiziksel ofisler olmayacak” öngörüsünün ne kadar doğru olduğunu tartışmak gerek. En büyük teknoloji firmalarından Apple, tüm dünyanın tasarım sürecini ve inşaatını yakından takip ettiği devasa bir kampüs kuruyor. Bu kampüs yatırımıyla en üretken ve yaratıcı ekiplerin bir araya gelmesinin, etkileşim halinde çalışmasının amaçlandığını düşünebiliriz. Ortak ofisler, insanların bir araya geldiği, birlikte üretebildiği ofisler bence çok değerli ve uzun bir süre de öyle olacak.

Levent: Aynen dediğin gibi. “İnsanlar evlerinde otursunlar, uzakta yaşasınlar ama online ortamda bir araya gelsinler.” fikrinin tamamen hayata geçmesini ben imkânsız görmekle beraber doğru da olmadığını düşünüyorum. Yani bu insanların sokağa çıkmaları, farklı ortamlarda bir araya gelmeleri, birbirlerine dokunmaları, tanımaları, tanışmaları değerli bir şey. Dolayısıyla dünyanın gidişatının buna ters olduğu fikrine çok inanmıyorum. Evet online sınırsız bir veri akışı var ve bu, birçok insanı, dünyanın birçok yerinden bir araya getirmekte çok büyük bir işe yarıyor; ama yine de mesela Barcelona’da yaşayan bir insan 3 aylığına işlerini İstanbul’da yapmaya geliyor ve bu tip ofislerde çalışıyor. Evinde kalıp, Türkiye’deki iş arkadaşlarıyla rahatlıkla konuşabilir skype’tan; ama buradaki ortamı koklamak, insanlarla tanışmak, onlarla sadece tanışmak değil dışarı çıkıp bir şeyler yiyip içmek bile hala insanın en büyük ihtiyaçlarından birisi.

“Aslında bu küçük müdahaleler çok ciddi bir kurumsal dünyayı dönüştürmeye başlayacak etkiye ve enerjiye sahip.”


Biraz mimari tasarıma döneceğim. Tanımlı bir ofis mekanının tasarım girdileriyle kolektif çalışma alanlarının tasarımında odaklandığınız unsurları karşılaştırabilir miyiz? O tanımlı ve tanımsız noktalar tasarımcıyı süreç içinde nasıl etkiliyor?

Pınar: Biz daha önce tek işlevli bir ofis tasarlamadık açıkçası.

Burçin: Tasarladık aslında, Doğuş Grubu’nun Araştırma Merkezi ofis ve laboratuvarlardan oluşan karma bir projeydi.

Pınar: Doğru, aslında ben o araştırma merkezini bir ofis, kurumsal bir şirketin ofis yapılanması olarak görmediğim için “ofis tasarlamadık” demiştim. Ana işlevi ofis tanımlı ilk proje deneyimimizin Habita olması bence çok da iyi oldu; çünkü mimari açıdan da çok daha inovatif davranmamıza imkân sağladı. Kurumsal şirketlerin ister istemez birtakım kalıpları, hiyerarşisi oluyor, hiyerarşiye göre oturma düzenleri oluyor, açık ofislerin ihtiyaçları çok tanımlı oluyor. Kapalı ofislerde, hiyerarşide üst mertebedeki müdürlerin, CEO’ların oda büyüklüklerinden tutun mobilyalarının seçimine kadar diğer çalışan grupla aralarında ciddi bir fark oluşmaya başlıyor. Halbuki burada, ister kapalı ofis olsun ister açık ofis olsun ister esnek çalışma mekanı olsun, tüm kullanıcılar için çok daha demokratik davranıldı. Aslında burada üç tip kullanıcı var. Her birinin konforları, kullanım koşulları düşünülerek üç kullanıcıya birden demokratik yaklaşıldı ve bir hiyerarşi kurulmadı. Bence bu çok temel farklardan birisi. İkincisi ofisin çalışma mekanları kadar sosyalleşme mekanlarına da önem verildi. O da çok büyük bir fark; çünkü maalesef kurumsal şirketlerin çoğunda olabildiği kadar çalışma alanını maksimize etmeye gidiliyordu son zamanlara kadar. Aslında sorunun ikinci bölümünü de şöyle bağlayacağım. Kurumsal şirketlerin de paylaşımlı ofislerden etkilenerek kendi ofislerini de dönüştürme ihtiyacı duymaya başladıklarını görüyoruz. O da çok enteresan. Çünkü aslında bu küçük müdahaleler çok ciddi bir kurumsal dünyayı dönüştürmeye başlayacak etkiye ve enerjiye sahip. Bağımsız playlaşımlı ofis örneği olarak Türkiye’de Habita ve birkaç yer daha var; ama sayıca az olmalarına rağmen kurumsal dünya üzerinde çok ciddi bir etkileri var ve bu zamanla da artacak gibi görünüyor.

Burçin: Ben de şunu ekleyebilirim. Doğuş Grubu için yaptığımız projede mekanlar çok tanımlıydı gerçekten. “Burada çalışacaksınız, burada müdür, burada müdür yardımcısı olacak ve şu kanepede de dinleneceksiniz…” gibi, mekanların net bir şekilde tanımlandığı, çalışma biçimlerinin ve saatlerinin tanımlandığı bir ofis düzeni vardı. Ama aslında günümüzdeki yaklaşımlar çok farklı. İnsanlar daha esnek çalışma saatlerinde ve farklı modlarda çalışma imkânı bulabiliyorlar. Bu mekânda, sosyalleşmenin dışında, farklı oturma biçimlerinde ve farklı mahremiyet oranlarında çalışma hakkı da tanımlayabiliyorsunuz kendinize. Bu aslında yeni bir çalışma kültürü ve Pınar’ın da dediği gibi birçok kurumsal firmanın mekanını da dönüştürmeye başlıyor.

Levent: Gelenlere etrafı gezdirirken en büyük artımız, gururla anlattığım bu ortak alan. Diyoruz ki: “İsterseniz bir kapalı ofis tutun ve orada tamamen size ait bir alanda bir mahremiyetiniz olsun; ama hiçbir zaman sadece orada oturmak ve çalışmak zorunda değilsiniz. Bu mekânın geri kalan bütün kısımları herkese açık.” Dolayısıyla insanlar şu an oturduğumuz alandaki minderlerde de oturup çalışabilir, barda da çalışabilir, şu dinlenme kabinine yatıp da çalışabilir. Dolayısıyla ortak alan sadece dinlenmek için veya bir misafir geldiğinde ağırlamak için değil, bütün güne yayılacak şekilde çalışmak için de kullanabilirler. Bu çok önemli bir esneklik sağlıyor.

Burçin: Bu otonomluk galiba çağımızın insanının da bir tercihi, yani ben öğlen gidip spor yapıp tekrar ortak çalışma mekanına dönüp burada çalışabilirim ya da gece çalışabilirim, burası buna olanak sağlayabiliyor.

Burada “sosyal hayat” ve “meslek hayatı” diye yapay olarak ayırdığımız “hayatların” entegre edilmesi iddiası mı var acaba? Burada yalnızca çalışma değil sosyalleşme alanı da mı sunuluyor?

Levent: Dışarıdan Habita olarak davet ettiğimiz ve organize ettiğimiz etkinliklerle üyelerimize sosyalleşme fırsatı sunuyoruz. Bir de temelde, üyelerin tamamen serbest bir şekilde akşam happy hour gibi beraber yiyip içebildikleri, isterlerse hafta sonu gelip buluşabildikleri, burada oturabildikleri bir ortam sunuyoruz. Diğer yandan, şehrin farklı noktalarındaki etkinlikleri insanların ayaklarına getiriyoruz. Mesela dün akşam Balfolk dans eğitimi vardı, isteyen üyeler ona katıldı; başka bir zaman viski tadım atölyesi var, isteyen üyeler ona katılabiliyor; önümüzdeki haftalarda Yerli Yersiz Doğaçlama diye bir ekip gelip burada doğaçlama yapacaklar, ona katılabilirler; Nasuh Mahruki gelip bu güne kadar dünyada gezdiği yerleri anlatıyor, ona katılabilirler. Dolayısıyla sadece işi değil normal hayatta da birçok farklı alanda, tanışabilecekleri, dinleyebilecekleri, birebir katılarak yapabilecekleri etkinlikleri buraya katarak, mekanı birçok şeyin paylaşıldığı bir yaşam alanına da çevirmeye çalışıyoruz.

“Keşke daha çok yerde coworking space olsa ve bu ekosistem topluca büyüse.”


Bu hem çalışma hem yaşam alanı sunma fikrinde üzerine düşünülmesi gereken bir nokta var bana göre. Tüm hayatı -en basitinden zaman geçirmek, bir konuşma dinlemek, dans etmek, arkadaş edinmek dahil- bir çeşit profesyonel ağın içine bile isteye sıkıştırmak gibi…

Levent: İki farklı açıdan bakayım konuya. Ben kurumsal hayatta çalışırken ne vaktimi, ne enerjimi, ne odağımı böyle etkinlikleri araştırıp bulmaya ayıramıyordum. Duyuyorsam bile, “keşke ben de gitsem” diyordum ama üşengeçlikten veya vakitsizlikten gidemiyordum. Burada ise hiç tanımadığım bir dünyayla karşılaşıp normalde öğrenemeyeceğim bir şeyi öğrenme, bir parçası olma imkanım oluyor. Üyeler açısından böyle bakıyorum duruma. Diğer yandan, üyeleri bir kenara bırakırsak, bu şehirde yaşayan herkes için burası bu tip şeylerin paylaşıldığı bir çatı haline geliyor. Dolayısıyla insanlar yine işlerinden veya başka bir yerdeki ofislerinden çıkıp, Habita’ya gelip, Nasuh Mahruki’yi dinleyebiliyor. Üyeler içinse, evet, etkinlik çalıştıkları ofise geliyor; ama bir etkinliğe 150 kişi geliyorsa onlardan 10’u 20’si bizim üyemiz oluyor, geri kalan 130 kişi yine başka bir yerden çıkıp gelmiş oluyor.

Burçin: Belki de ortak çalışma mekanı kullanıcılarını burayı 24 saat kullanan ve buradan çıkmayan insanlar gibi görmemek lazım. Yani plaza çalışanı gibi yaşamıyorlar aslında, daha gezginler. Öyle olsaydı, dediğin gibi, bu bir soruna dönüşebilirdi. Sadece bu mekanı ofis olarak kullananlar etkinlikleri takip ediyor gibi düşünüyor insan; ama neden öyle olsun?

Levent: Yani bizim yaptığımız etkinliklere ofisi olup gelen de oluyor, bizim üyelerimizin Atölye İstanbul’da yapılan bir etkinliğe gittiği de oluyor. Dolayısıyla önemli olan o paylaşım ortamını bir yerlerde yaratmak bence. Kimin nereye ve hangisini dinlemeye gideceği tabi ki bir seçim meselesi; ama biz üyelerimize de zaten bizim yaptığımız etkinliklere katılmak zorundasınız demiyoruz. Onlara, mümkün olduğu kadar, izole alanlar da sağlıyoruz. Çalıştığın ofisinden hiç çıkma, her şeyi de orada karşıla gibi bir iddiamız yok açıkçası, bu bir tercih meselesi. Normalde yapmayacağın bir şeyi sırf burada ayağına geldiği için, ilgini çekip katılıyorsan ne mutlu; ama istemiyorsan da zaten kişiyi rahatsız etmemeye çalışıyoruz.

Diğer ortak çalışma alanlarıyla da bir çeşit organik bağınız var anladığım kadarıyla. Yeni bir çalışma kültürü mü doğuyor bu bağdan?

Levent: Keşke. Bunu hangi coworking space kurucusuna sorarsanız aynı cevabı alacağınızı umut ediyorum en azından. Bu iş Türkiye’de şu an o kadar yeni ve küçük ki bir rekabet olarak dahi göremiyorum; yani keşke daha çok yerde olsa ve bu ekosistem topluca büyüse. Bu anlayış, bu kültür daha fazla yayılırsa hepimizin işine yarayacaktır. Dolayısıyla ben farklı bir coworking spacede bir etkinlik yapıldığında, oraya 300-400 kişi gittiğinde ve bu dünya tanıtıldığında “bunu keşke biz yapsaydık” diyorum elbette; ama “iyi ki böyle bir şey yapılmış ve insanlar bunun farkına varıyorlar” da diyorum aynı zamanda. O yüzden ister istemez, ki bizim açımızdan isteyerek, bu yeni açılan mekanlar birbirleriyle bağlantılı olmak durumundalar. Bu biraz da dediğim gibi bu ekosistemin küçüklüğüyle de alakalı zaten, doğasında var. Bu tarzda düşünen insanlar, böyle bir hayatın peşinde olan insanlar için çok fazla alternatif olmadığı için… Keşke daha fazla yayılsa ve başkalarını da etkileyebilsek. Onlar da buraya bir gelip “cumartesi günü kahvemi alayım, açayım laptopumdan 1 saat burada çalışayım, gideyim belki birileriyle tanışırım” diyebilse. Bence çok ortak bir hayal bütün coworking spaceler için.

“Bu formal ve enformal mekanların nasıl bir arada olabileceği ya da bir araya nasıl gelebileceği konusunu okul projelerinde de çok çalışıyoruz.”


Tekrar mekana ve mimari tasarım kısmına dönmek istiyorum biraz. Ortak çalışma alanı fikrinin, nasıl mekansallaşacağına dair fikir yürütürken referans olarak aldığınız, ofis haricinde, mimari tipolojiler oldu mu? Mesela aklıma ilk gelen kafeler. Bugün bilgisayarını alıp kafelerde çalışan ciddi sayıda insan var.

Burçin: Son dönemlerde ofisler nasıl dönüşüyor, neye öykünüyorlar, ne olmak istiyorlar bunu takip ediyoruz. Bir de karşımıza çıkan third place kavramı bizi oldukça yönlendirdi. Birinci mekân ev, ikinci mekân ofis ama artık üçüncü bir mekân daha var; daha doğrusu hep vardı. Bu mekân aslında ev ve ofis arası, sosyalleşmeye dönük, çalışmaya da olanak sağlayan bir mekân. Mesela okuduğumuz bir makalede şöyle bir tanım vardı: 19. yy.’ın third place’i kafelerdir, aslında bütün bu aydınlanma fikri, sanatla ilgili yeni fikirler bu kafelerde gelişti. Günümüzde de öyle.

Pınar: Bence evde çalışma kültürü fazla yok, onun yerine aslında kafelerde çalışıyor insanlar.

Burçin: Kafelerde çalışma durumu daha çok tartışılması gerek. İnsanlar neden kafeleri tercih ediyor. Mesela bazı ofisler, kurumsal firmalar çalışanlarına haftada bir gün kafede çalışma seçeneğini sunabiliyor. Kafedeki sosyalleşme olanağı, insanların rahat paylaşım yapabilme fırsatları, karşılıklı sohbet edebilmeleri ve bir yandan çalışabilmeleri sanırım önemli bir tercih sebebi. Kafedeki o sıcak atmosferi ofisle birleştirmek, o atmosferi ofise gerçekten entegre etmek, yaşamın bir parçası haline getirmek. Belki böyle bir düşünceden etkilenmiş olabiliriz.

Pınar: Bir de biz genel olarak tüm projelerimizde biraz mekân kullanımını, kent tipolojisini dönüştürmeye çalışıyor, dönüştürecek adımlar atmaya gayret ediyoruz. Biraz bu tipolojileri dönüştüren örnekleri de takip ediyoruz. Formal ve enformal mekanların nasıl bir arada olabileceği ya da bir araya nasıl gelebileceği konusunu eğitim yapılarında çok çalışıyoruz. Orada da çok tanımlı mekanlar var, bir de daha serbest alanlar var. Ofislerde de bugüne kadar daha tanımlı mekanlar ve daha serbest alanlar vardı. Bunlar nasıl bir araya gelebilir, hem konsantrasyon seviyelerini uygun düzeyde tutup hem de karşılaşmaları, rastlantıları çoğaltabilecek ortamlar nasıl yaratılabilir… Bunlar zaten bizim tipoloji bazlı değil genel olarak bütün projelerimizde sorduğumuz sorular. Her anlamda, her projede mevcut tipolojileri hep esnetmeye çalışıyoruz. Biraz bu genel yaklaşımın da bir yansıması olabilir bu proje diye düşünüyorum.

Levent Bey tekrar size döneceğim. Habita’yı kullanmayı tercih eden yaş grubunu merak ediyorum.

Levent: O biraz kendiliğinden oluşan bir şey. Biz pazarlama taktiği olarak belli bir grubu, kitleyi hedeflemiyoruz; ama freelance ve start-upların yaş ortalamaları zaten 25 yaş civarında. Ben hatta bazen çok şaşırıyorum. Biz 35 yaşında girişimci olalım dedik, buradaki yaş ortalaması 25’lerde. Bu güzel bir şey bir yandan. Zaten o ortamın içinde olmak istedik; çünkü gençlerin kendi işini yapmaya, girişimci olmaya, bir şeyler üretmeye çalışmaları bizi heyecanlandıran bir fikirdi. Yönetim kurulu başkanları, CEOlar yaş olarak daha ileride ve tecrübeli oluyor. Onlar da arada sırada çalışanlarla, start-uplara yol göstermek için geliyorlar; ama kalıcı olarak her gün buraya gelen insanların oldukça genç olduklarını söyleyebilirim. Kurumsal şirketlere yönelik etkinlik, toplantı alanı gibi kiralamalar yapıyoruz. Orada tabi işin rengi biraz değişiyor. Yaş ortalaması da farklılaşıyor, geldikleri alan da farklılaşıyor; ama onlar çok girip çıkan insanlar, bir gün gelip kullanıp gidiyorlar. Onlarda da “burada böyle bir konsept mi varmış, dışarısı ile içerisi çok alakasız, içerisi çok güzel, dışarıdan gelirken hep kafamızda bir soru işareti vardı” gibi bir bakış oluyor. Gençler de bu endüstriyel mekânın içinde olmak istiyorlar. Zaten kurumsal hayatta, o plazalarda olmak istemedikleri için bu işi tercih etmişler. Dolayısıyla herkese bir yerinden hitap ediyor; ama geneli gençler diyebiliriz.

“Atmosferi tanımlayacak en küçük detayla başlamış olduk ve daha sonra onu bir mekâna dönüştürdük”


İşveren olarak tasarımcılardan hayalinizdeki kullanıcı kitlesine uygun, mekana dair belirli talepleriniz oldu mu? Mesela turuncu renk olsun, “genç” bir mekân olsun gibi?

Levent: Renk olarak spesifik bir şey yoktu aklımda; ama konuşurken “burayı böyle insanlar kullanacak”, “mümkün olduğu kadar esnek olsun”, “dışarısıyla uyumlu olsun”, “gelen insanların bakış açısıyla uyumlu olsun” diye hep konuştuk tabi. Çünkü ben, özellikle sizlerin de aksine, kurumsal hayatın dibinden geldiğim için danışmanlık yaparken birçok şirketi görme şansım oldu. O ortamların karşısında duran bir ortam yaratma hayali vardı kafamda. İlk günden beri de turuncular, halatlar, kasalar, minderler vs. kafamız hep bir şekilde uyuştu. Gelenler de bunu beğendiklerini ve böyle bir ortamda olmak istediklerini zaten söylüyorlar; ama dediğim gibi kurumsal şirketlere yaptığımız etkinliklerde farklı yaş ortalamasına sahip insanların veya böyle bir geçmişten gelmeyen insanların da çok hoşlarına gidiyor. Onların da muhtemelen geçmiş yaşamlarda böyle ortamlarda bulunmadıkları, çalışmadıkları için, o farklılık hoşlarına gidiyor. Onların aradığı bir şey değil, bulduklarında memnun oldukları bir şey, gençlerinse aradığı bir şey olarak nitelendirebilirim.

Burçin: Aslında tasarıma çok net bir briefle başladık değil mi? Genelde projeye plan ve kesitle başlarsınız, biz ilk defa tasarıma malzemeyle başladık. Çok ciddi bir malzeme araştırması yaptık. Bize çok güzel bir atmosfer tanımladı Levent. Biz önce o atmosfere uyabilecek malzemeleri araştırdık. O malzemelerin potansiyellerini anlatan güzel bir sunum yaptık.”Burada kaç kişi oturacak?”, “nasıl oturacak?” bunları hiç tartışmadan sadece malzemeyle başladık. Sonunda kullanmadığımız başka bir sürü malzeme alternatifleri de vardı aslında. O atmosferi tanımlayacak en küçük detayla başlamış olduk ve daha sonra onu bir mekâna dönüştürdük. Tersten, enteresan bir süreç oldu.

Pınar: Çünkü o ruh önemliydi zaten Habita için, dolayısıyla önce o ruhu oluşturacak elemanları tanımlamak gerekiyordu mimari açıdan. “Kaç kişi otursun?” vs. bunlar ikincil bir konuydu; çünkü önce bir hayat kurguluyorlar ve sizin o hayatı somutlaştırmanız gerekiyor mimar olarak işveren karşısında. Önce o hayatta, o hayatın dilinde anlaştık ondan sonra bunu mimari projeye dönüştürdük.

Burçin: Projeyi şantiyede de devam ettirdik. Tabi mekanın endüstriyel bir geçmişinin olması da tasarımı etkiliyor. O endüstriyel malzemelerden, üretimden etkileniyorsunuz, bu da mekana ister istemez yansıyor. Buraya gelip çok şık, marka bir plaza mekanı da yapabilirsiniz; ama bu kimsenin içinden gelmedi bir şekilde.

Levent: Ben hep şeyi söylediğimi hatırlıyorum: “Dışarısı böyleyken içeri girdiğinizde mermer bir masada çalışmak bana çok saçma geliyor.”. O yüzden o uyumu çok iyi yakaladığımızı düşünüyorum. Yarın başka bir şubede, başka bir yerde çalışırsak, orasının da kendine özgü bambaşka bir havası olacak. Bunu da kalkıp Levent’e taşıyamazsınız. Bunlar hep konuşulur; ama bence çevre ile uyum çok önemli.

Pınar: Bir işverenin bunu söylüyor olması ne kadar heyecan verici değil mi? Mekânın bağlamıyla ilişki kurması gerektiğini konuşmak, işverenin o farkındalıkta olması… Biz o açıdan çok şanlıydık.

Levent: Ben tabi daha önce hiçbir mimarla çalışmadığım için şaşırdığınız şeylere şaşırıyorum; ama demek oluyor öyle.

Sanayi alternatif bir yer olduğu için alternatif bir mekan yaratmak için de uygun görünüyor; ama siz nasıl seçtiniz bu mekanı?

Levent: Aslında bir sebebi yok. Birçok sebebi var, kısa kısa bahsedeyim. Bir tanesi konum. Maslak-Levent hattının tam ortasında ve metroya yakın oluşu bir kere başlı başına bir cazibe sebebi. İkincisi, ki yaşadığım bütün evlerde de benim için öncelikli bir konuydu, havadar olmalı, ferah olmalı, açık olmalı, geniş olmalı, aydınlık olmalı… Böyle yüksek tavanlı her yanı pencere olan mekan bulmak zaten çok mümkün değil. Hadi onu buldunuz, o mekan 500-600 metrekare olmuyor. Onu buldunuz, o mekan bölmesiz hiç olmuyor. Dolayısıyla ilk girdiğim andan itibaren burası bomboş bir depoydu, sadece şu kolonlar vardı. “Burası olmalı” diye bir hissiyat meselesi birincisi. Ben Mersinliyim, evler hep geniş ve deniz manzaralıdır. Hep böyle yetiştiğim için o ferahlık çok önemliydi bu ikincisi. Üçüncüsü de konsept, yani hakikaten biz plazanın karşısında duran bir şey yapmak istedik. Artık üstüne çok vurgu yaptım, kurumsal hayatta ne yaşadıysam (gülüşmeler). Basık tavanlar, floresanlar çok boğuyor bir yerde. O yüzden farklı bir konsept olmasını da istedik. Konum, ferahlık ve konsept diyebilirim seçim açısından. Bir de para tabi ki, yerin kirası.

“Mekan bir takım mimari kaygıları ham haliyle çözüyordu.”


Tasarımcı olarak sizi heyecanlandırdı mı burasının sanayi içinde olması?

Burçin: Aslında mekân boşken de etkileyiciydi. Biz ilk geldiğimizde “burayı çok iyi bulmuşlar, tam iş yerine uygun” diye düşündük gerçekten. Boşken fotoğraf çektiğinizde bile güzel bir aksı, ritmi olan temiz bir mekan. O açıdan çok şanslıydık. Bizi heyecanlandırdı gerçekten. Hem çevresi, hem içi.

Pınar: Mesela bu doğal ışık konusu çok kritik çünkü ofislerde de çok ciddi bir problemdir. Biz ekstra bir çaba sarf etmek zorunda kalmadık. Çünkü zaten aydınlık düzeyi çok iyiydi. Ya da kat yüksekliği zaten o kadar iyi ki birtakım mimari kaygıları mekân ham haliyle kendisi çözüyordu. Bu gibi açılardan da çok avantajlıydı tabii.

Levent: Ben mimariden anlayan bir insan değilim. Ne kadar yaratıcı bir dokunuş bilmiyorum; ama bizim işlevimiz anlamında bence çok önemli bir dokunuş yaptınız mekana. O da şu yükseltilmiş döşeme oldu. Yani şu pencereler çok yüksek olduğu için bizim aklımızda olan bir şey değildi. Hatta itiraf edeyim ciddi de bir maliyet çıkardığı için “yapmasak mı acaba, zaten yarısını buna harcadık” diye de içimden geçiriyordum; ama kullandıkça hakikaten şu üç basamağı çıkıp şuraya girmek hem çalışanlar için hem bizim için, her açıdan bir fark yarattı. Bu olmasaydı burasının havası çok başka olurdu. O yüzden “zaten mekan kendiliğinden uygundu”ya çok katılmıyorum. Bence çok önemli bir dokunuş oldu.

Mekanda hangi mahaller var? Çalışma alanlarının yanında, alt katta bir de etkinlikler için ayrılmış bir alan var sanırım.

Levent: Etkinlik alanı var; ama ben şöyle bir parantez açayım: bizim bütçemiz elvermediği ve sonradan eklediğimiz için biz orayı kiraladığımızda, burası neredeyse bitmek üzereydi Burası bitti, orası boşaldı, kiraladık ve hiç bir şey yapmadık gibi diyebilirim. Sadece buradaki duvarların renkleri neyse aşağıya da olduğu gibi taşıdık; ama tasarım anlamında destek istediğimiz bir şey koymadık. Bunun iki sebebi var: bir tanesi bütçe, ikincisi de biz de tam olarak nasıl orayı kullanacağımızı bilmediğimiz için, “bir başlayalım ihtiyaçlara göre bir şey yaparız belki” diyerek bekledik, nereye gideceğini görelim diye ellemedik. Dolayısıyla buradaki tasarım ve mimari konuşurken aşağıyı galiba ayrı bir yerde tutmak gerekiyor. Çünkü bir şey yapmadık. Burçin ve Pınar’dan istemedik de biz yaptık da değil. Hakikaten hiçbir şey yapmadık. Hala da tam olarak bilmiyorum nereye gideceğini. Bir gün çok büyük bir kurumsal şirket gelip tiyatro düzeninde bir etkinlik yapıyor, dün akşam gelip dans ettiler, biraz ihtiyaca göre oturmasını beklemiyor değiliz. O yüzden oraya bir parantez açmak gerekiyor diye araya girdim.

“Konseptte çok aynı noktada olduğumuz için birlikte çalışmaya karar verdik.”


Siz nasıl bir araya geldiniz, tasarımcılar ve işveren olarak?

Levent: Yaşar Adanalı benim arkadaşım. Biz kurumsal hayattan ne yapacağımızı bilmeden çıkmıştık. Öyle, sadece istifa etmiştik. Yaşar’ın Karaköy’de, kendi projeleri için yurt dışından gelen insanlarla birlikte kullandığı bir coworking space vardı. Gelin burayı bir şey yapalım dedi. Sonra biz o fikri çok beğendik daha büyütelim dedik. Yaşar da “Ben burasıyla ilgilenemiyorum siz beni daha büyüğüne nasıl sokacaksınız?” dedi; ama o seviyedeyken bizi Burçin ve Pınar’larla tanıştırdı. Yani tavsiye üzerine tanıştık diyebilirim. Birkaç mimarla daha, “Böyle bir şey yapmayı düşünüyoruz ne dersiniz?” diye konuşmuştuk; ama biz başından beri emindik aslında Burçin’lerle çalışacağımızdan. Çünkü benim için en önemli şey o frekansın uyumu. Biz ilk konuştuğumuzda bile o malzemelere girdik, halatları düşündük. Daha anlaşmamışız bile ama o malzemeleri tartışıyoruz… Konseptte çok aynı noktada olduğumuz için birlikte çalışmaya karar verdik.

Tasarım ve uygulama süreci, başından sonuna ne kadar sürdü?

Pınar: Şubat gibi başladık diye hatırlıyorum ben.

Burçin: Tasarım bir ay sürdü. Uygulaması da 4 ay sürdü diyebilirim.

Pınar: Ama her şey üretildi. Bir tek sandalyeler, hareketli mobilya olduğu için, hazır alındı. Onları da gidip teker teker seçtik hep birlikte. Onun dışında her şey atölyede ya da bu mekânda üretildi. Sabit mobilyalar da özel üretildi, o yüzden şantiye öncesi mekân dışı bir üretim aşaması da var.

Burçin: Çalışma alanları üzerine fikir üreten insanların ortak fikri şu: Şu da konuşuluyor aslında, herkes online olarak veri toplayabilir, veri üretebilir ama o verinin bilgiye dönüşmesi, bilginin inovasyona dönüşmesi için bir etkileşim gerekiyor, birlikte üretmek gerekiyor. O yüzden hep o söylenen Bir dönem çok konuşulan “herkes evden çalışacak, fiziksel ofisler olmayacak öngörüsünün ne kadar doğru olduğunu tartışmak gerek. tartışılır. En büyük teknoloji firmalarından Google, tüm dünyanın tasarım sürecini ve inşaatını yakından takip ettiği Bugün Google da  devasa bir kampüs kuruyor. Yani en bilindik teknoloji firması bunu boşuna yapmıyor.  Bu kampüs yatırımıyla en üretken ve yaratıcı ekiplerin bir araya gelmesinin, etkileşim halinde çalışmasının amaçlandığını düşünebiliriz.  En yaratıcı zihinleri bir araya topluyor çünkü o bir araya gelmekte, o etkileşimde müthiş bir fayda var, bir üretkenlik var. O yüzden hala Ortak ofisler, insanların bir araya geldiği, birlikte üretebildiği ofisler bence çok değerli ve uzun bir süre de öyle olacak.

Etiketler

Bir yanıt yazın