HES Direnişinden Kentsel Dönüşüm Mücadelesine Antikapitalist Hareketin Ortak Zemini: Müşterekler

Toplumsal mücadelelerde ortaklaştırıcı bir zemin olarak ortaya çıkan "müşterek" kavramını Müşterekler ağından Begüm Özden Fırat, Deniz Özgür ve Fırat Genç ile konuştuk.

Aslında pek de aşina olmadığımız eski Türkçe bir kelime olan “müşterek”, şimdi farklı platformlarda tartışıp kavramsallaştırılarak hayatımıza giriyor. 1990’lardan itibaren küresel ölçekte tartışılan “commons” kavramı, 2000’lerin sonunda “müşterekler” olarak Türkiye’de de tartışılmaya başlandı. Herkesin olan ve hiçkimseye ait olmayan yürüdüğümüz sokak, soluduğumuz hava, içtiğimiz su müşterek olanı tarifliyor. Sadece somut mekan üzerinden değil, fiziksel ve toplumsal alanın her türlü metalaştırılmasına karşı verilen mücadelelerin ortak zemini olarak ele alınan müşterek, Gezi Direnişi’nden itibaren adını sıkça duyduğmuz Müşterekler ağı ile görünürlük kazandı.

Aslında geçmişi 2009’a uzanan ekibin amacını “Bugünün ve geleceğin dayanışma yapılarını üzerinde inşa edeceğimiz ortak bir mekânı tarif etmek” olarak ortaya koyuyor. Son yıllarda kent hakkı savunusu olarak ortaya çıkan mücadelelerin temelini oluşturan müşterek kavramını Müşterekler ağı ile konuştuk.

Bahar Bayhan: Müşterekler nasıl ortaya çıktı, nasıl bir araya geldiniz?

Deniz Özgür: Çoğumuz Direnİstanbul sürecinde bir araya geldik. Diren İstanbul, 2009 yazında İstanbul’da yapılan İMF-Dünya Bankası toplantılarını protesto etmek için bir araya gelmiş farklı çevrelerden insanlardan oluşuyordu. Amaç ekoloji, kent, emek alanlarında yürütülen farklı mücadeleleri ortaklaştıracak antikapitalist bir eylem zemini yaratmaktı. O deneyim belki kısa zamanda sönümlendi, ama Göçmen Dayanışma Ağı, Karadeniz İsyanda gibi yeni oluşumlara da uç verdi, alanlar arasındaki dirsek temasını artırdı. Ancak zaman içinde hem pratik hem de kuramsal düzeydeki çabalarımızı ortaklaştırma ihtiyacını daha fazla hisseder olduk. Müştereklerimiz ağı, en kaba haliyle, böyle bir ihtiyaç tarifinden doğdu.

Tüm bu çabalar 2012’nin yazında daha yoğun bir tartışma sürecine evrildi. 2013’ün ilk yarısında arkadaş sohbetlerinden İmece Toplumun Şehircilik Hareketi, Göçmen Dayanışma Ağı, Tarlataban, Kamusal Sanat Laboratuvarı, Ekoloji Kolektifi ve Boğaziçi Üniversitesi Tüketim Kooperatifi’nin birlikte organize ettiği forum biçiminde örgütlenmiş, geniş katılımlı açık toplantılara geçtik. Biz tam bu tartışmaların sonuçlarına bir biçim vermeye çalışırken önce 1 Mayıs geldi, ardından da Gezi süreci başladı. Aslında Gezi ile iç içe geçmiş, ancak ihtiyacın ve niyetlerin ortaya çıkması anlamında çok daha geriye giden bir ortaklık söz konusu.

Gezi, aslında bizim bir senelik tartışmalarımızı pratikte nasıl işleyebileceğimizi gösteren bir süreç oldu. Müşterekler’in ortaya koyduğu birinci mesele farklı toplumsal mücadeleleri bir eylem deneyiminde ortaklaştırma fikriyse bir diğeri de “müşterekleştirme pratikleri”, yani, özyönetimci dayanışma pratiklerini çoğaltma ve bir araya getirme fikriydi. Özellikle kentsel mekanda dayanışmacı pratikleri ortaya çıkarmaya çalışıyorduk, Tarlabaşı’ndaki Göçmen Dayanışma Mutfağı bunun mütevazı ama iyi bir örneğiydi. Gezi tam da hareketler arası ortaklaşmanın mekan üzerinde nasıl işlediğini görmek anlamında tartışmaların pratikte nasıl vuku bulabileceğini gördüğümüz bir süreç oldu.

“Müşterek kavramıyla HES karşıtı mücadeleler, İstanbul’da soylulaştırma karşıtı direnişler ya da eğitimin piyasalaştırılmasına karşı verilen mücadeleler politik bir dilde ortaklaşabilir”

Müşterek kelimesini kullanmanızın nedeni nedir? Yani neden “ortak alanlar” değil de müşterek?

Begüm Özden Fırat: İngilizce’deki ‘commons’ kavramının Türkçe’de birkaç çevirisi var. Ortak alanlar ya da olanlar, ortak varlıklar gibi. Biz müşterek olarak çevirmeyi tercih ettik. Fakat şunu belirtmek gerekir, bizi müşterekler mefhumuna götüren şey bizzat içinde bulunduğumuz mücadeleleri tarifleme ihtiyacıydı. Bunun bir ayağı Direnİstanbul deneyimindeki mücadeleleri ortaklaştırma fikri ise diğeri de Emek Sineması için verilen mücadeleyi anlamlandırma gayretidir. Bu mücadele içerisinde el yordamıyla ulaştığımız bir kavram müşterekler. Bu kavramı kullanmamızın birkaç nedeni var.

Birincisi; ‘the commons’ olarak tariflenen mefhumu sadece fiziki alan olarak tasvir etmiyoruz. Biz aynı zamanda toplumsal ilişkilerin üretimini de kastediyoruz. Ortak alan ve ortak varlık kelimeleri direkt fiziki alana gönderme yapıyor ancak müşterek kavramı ile hem toplumsal alan içerisindeki değer üretimine hem de fiziki alana gönderme yapabiliyoruz.

İkincisi; bizim müşterek kavramında asıl önemsediğimiz şey bir alandan ya da varlıktan ziyade bir toplumsal pratiğe işaret etme kapasitesi. Çünkü ‘müşterekleştirme’ fiiliyle bir toplumsal pratiği öne çıkarabiliyoruz.

Üçüncüsü ise bize bir fail vermesi: İştirakçi. Bu pratiği ören aktörlere gönderme yapıyor. Sonuçta kavramın potansiyelini ortaya çıkardığını düşündüğümüz için müşterek şeklinde tercüme etmeyi tercih ettik.

Bu kavram, 90’lardan itibaren küresel ölçekte toplumsal muhalefet tarafından doğrudan pratikten üretilmiş bir kavram. Özellikle Otonom Marksistler’in 90’ların başından tartışmaya başladığı, Marx’ın ilk birikim sürecine göndermeyle, ilk sermaye birikiminin oluşumunu sağlayan ortak kullanıma tabi alanların – orman, tarla-nehir vs – çitlenmeye başlaması üzerine ortaya çıkan bir direnişten bahsediyoruz. Sermaye tarafından sürekli çevrelenen, çitlenen, el koyulan statik bir müşterek alan tanımındansa toplumsal alan içerisinden sürekli yeniden üretilen, sermaye kadar akışkan, sürekli kendini üreten toplumsal pratikler sonucu müşterek alanların ortaya çıktığı vurgusu yapılıyor. Korumacı, savunmacı bir muhalefetten ziyade aslına müşterekleştirme pratiklerinin altını çiziyor.

Bu kavram vasıtasıyla farklı direnişlerin ortaklıklarının altını sürekli olarak çizen bir dil üretilebilir. Karadeniz vadilerindeki HES karşıtı mücadeleleri, İstanbul’da soylulaştırma karşıtı direnişlerle ya da eğitimin piyasalaştırılmasına karşı verilen mücadelelerle politik bir dilde ortaklaştırılmasını sağlayan bir hat da çiziyor aslında müşterekler. Burada bizim için önemli olan, müştereklerin verili, değişmez alanlardan ziyade aslında doğrudan eylemle, politik eylemlerle sürekli kurulan alanlar olarak düşünülmesi.

“Sermayenin saldırısına yönelik korumacı, savunmacı bir direnişten ziyade yeniyi ve alternatifi kurgulayan bir perspektif sunuyor müşterekler siyaseti”

Çitleme ile müşterekler arasındaki ilişkiyi güncelde nasıl ele alabiliriz?

Fırat Genç: Begüm’ün verdiği cevaptan devam edersek, Marx’taki anlamıyla müşterekler tartışması ve onun beraberindeki çitleme kavramsallaştırması, neoliberalizmin işleyişini, neoliberal sermaye birikim sürecinin karakterini radikal biçimde kavramamıza imkan sağladığı için önemli.

Marx’ın çağdaşı düşünürler, kapitalizmin doğuşunda, sermaye sahiplerinin çalışkanlıkları ya da dini inançları gereği tutumlulukları sonucu biriktirdikleri bir servetin var olduğunu düşünüyorlardı. Bu anlamıyla kapitalist düzeni var kılan sermaye birikimini verili varsayıyorlardı. Marx’ın mucizevi dokunuşu biraz da burada. Marx’ın anlatısında tutumluluktan veya çalışkanlıktan ötürü birikmiş bir servet yoktur; servet, yasanın veya başka bir devlet aracının, yani cebrin kullanılmasıyla başkalarının sırtından biriktirilmiştir. Böylece şiddetin, bir ilişki olarak sermayeye içkin olduğunu ve bu ilişkinin tarihsel olarak nasıl kurulduğunu göstermiş oldu.

Bu kavramsallaştırma bize imkanlar tanıyor dedik, çünkü neoliberal dönemde, yani kabaca 1970’lerin sonundan bugüne, sermaye birikim süreçleri, bir önceki döneme kıyasla çok daha pervasız biçimde, toplumun mülksüz kesimlerinin yaşam alanlarını hedef alan, buradaki bütünlükleri parçalayan mekanizmalarla işliyor. Yani metalaşma toplumsal ve doğal hayatın her alanında yatay ve dikey olarak yayılırken, bir taraftan da aşağıdakilerin hayat alanlarını, dolayısıyla politik eylem kapasitelerini sınırlandırıyor. Burada bu alanların parçalanması sermaye birikim sürecinin hem bir koşulu hem de sonucu. Kentsel mekanın yeniden yapılandırılması da bu mekanizmaların en belirgin olduğu alanlardan biri bize göre.
Biraz örneklerle konuşursak, sermaye bugün ne yapıyor aşağıdakilere? En başta çalışma sürelerini arttırıyor, sonra mesela sigorta sistemini değiştiriyor. Geçmişin bir takım güvence aygıtlarını ortadan kaldırıyor. Ama yalnızca çalışma pratiklerini, emek rejimlerini değiştirmiyor, emeğiyle geçinenlerin yaşadıkları alanları da dağıtıyor. Giderek kent içinde kalmış, rantın yükseldiği eski işçi mahallelerine doğrudan müdahale ediyor. Yani onları fiziken birbirinden ayırdığı gibi yaşadıkları toprakların kendisini de piyasaya tekrar dahil ediyor, böylece gayrimenkul piyasasını genişletmiş oluyor örneğin. İşte müşterekler kavramı bize bütün bu saldırıları aynı düşünce düzeyi içerisinde beraber düşünme olanağı tanıyor. Ortak noktalarını düşünme ve bir sonraki aşamada ortak stratejinin parçalarını oluşturma imkanı tanıyor.

Deniz Özgür: Ortak stratejinin oluşturulması bizce müşterekler kavramının tarihsel olarak da içinde barındırdığı sorunsalları pratiğe taşımakla ilgili. İlki özel mülkiyetin ve buna bağlı olarak değişim değerinin politik reddiyesi. Yakın bir örnek üzerinden düşünelim. Soma katliamının ardından meclise gelen ve “iş güvenliği” düzenlemeleri içeren torba yasa içerisine el çabukluğuyla eklenen Mera Kanunu’ndaki değişiklikle, bu alanlar Bakanlar Kurulunca kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı olarak ilan edebiliyor ve imara açılıyor. Bu Marx’ın klasik çitleme örneğine çok yakın bir yasal değişiklik. Koyun yetiştirmek için değil, imara açmak için elbette. Bu noktada müşterek kullanım alanı meraların özelleştirilmesidir söz konusu olan. Bunun karşısında meraların bir müşterek değer olduğunu, özelleştirilemeyeceğini, metalaştırılamayacağını söyleyen ve bu alanların kullanım değeri temelinde değerlendirilmesi gerektiğine dayanan direniş, bir başka deyişle müştereklerin savunusu, bir başlangıç noktasıdır.

Bu sorunun bizi götüreceği yer meraların mevcut haliyle korunması değil, bu alanların kullanımının içerdiği toplumsal eşitsizlikleri yeniden üretmeyen ve kolektif kullanım biçimlerini kuran bir toplumsal örgütlenmenin kurulmasıdır. Benzer şekilde toplumsal mücadeleler sonucu kazanılmış eğitim hakkının piyasalaştırılmasına karşı çıkmak, otoriter, dışlayıcı, akademik özgürlükleri sınırlayan, toplumsal eşitsizliğin bizzat üretildiği devlet üniversitesinin savunusuna düşmek değil. Tam tersine müşterek bir alan olarak üniversiteyi nasıl üreteceğimize dair bir mücadeledir. Bu anlamda sermayenin saldırısına yönelik korumacı, savunmacı bir direnişten ziyade yeniyi ve alternatifi kurgulayan, geleceği bugünden kuran bir perspektif sunuyor müşterekler siyaseti.

“Para harcamadan gezinebileceğiniz bir parkın AVM’ye dönüştürülmesi mülksüzleşmedir”

Son dönemde kentsel dönüşüm süreci mülksüzleştirme kavramı ile ele alınmaya başlandı. Siz bu ilişkiyi nasıl kuruyorsunuz?

Begüm Özden Fırat: Kentsel dönüşüm uygulamaları neredeyse istisnasız olarak Harvey’in tarif ettiği dinamiği içerecek biçimde gerçekleşiyor: mülksüzleştirerek birikim. Bu birikim stratejisi esasen kent mekanının daha da metalaştırılmasına dayanıyor ve bu aslında sınıfsal bir savaşın yolunu döşüyor mülksüzleştirenler ve mülksüzleşenler arasında. Klasik anlamda üretim alanı içerisinde bir sınıfsal karşılaşma değil bu. Arazi rantı üzerinden yaşam alanlarımızdan, müşterek alanlarımızdan çoğu zaman zor ile sürgün ediliyoruz.

Ancak mülksüzleştirme sadece insanların sahip olduğu evin ellerinden alınarak borçlandırılmasıyla, zorla sattırılmasıyla ortaya çıkan bir süreç değil. Bu elbette ki iktisadi mekanizmalar dışında zora dayalı birikimin bir sonucu, ama bu aynı zamanda toplumsal ilişkilerden de sürülme anlamına geliyor. Mesela Sulukule’deki insanların yerinden edildiklerinde yerleştikleri TOKİ kulelerinde kuracakları toplumsal ilişki aslında mekanın kendisi tarafından dayatılmış bir dizi farklı ilişki. Bunu sadece mekandan sürülme olarak değil aynı zamanda başka bir toplumsal hayatın dayatılması anlamında da okumak gerekiyor.

Kentlilerin hayatını sürdürmesini mümkün kılan piyasa dışı, çoğunlukla kendiliğinden örgütsüz mekanizmalar vardır. Bunların parçalanması, kentlilerin kapitalist sermaye birikiminin metalaştıran ve yabancılaştıran mantığına tabi kılınması anlamına geliyor. Bu sadece kent içi işçi bölgelerinin, kent yoksullarının başına gelen bir şey değil. Gezi’de gördüğümüz tam da bu. En basit şekliyle ifade edersek para harcamadan gezinebileceğiniz bir parkın AVM’ye dönüştürülmesi demin bahsettiğimiz anlamda mülksüzleşmedir.

Tarlabaşı, Emek Sineması gibi meselelerle Beyoğlu’ndaki dönüşüm de oldukça simgesel. Siz buradaki dönüşümü nasıl görüyorsunuz?

Deniz Özgür: İktidarın ve sermayenin Beyoğlu’na çok özel bir anlam yüklediği ortada. Daha önce parça parça dokunuşları gördüğümüz için belki o bütünselliği tarif edemeyebilirdik ama 2010’dan itibaren çok doğrudan, bilinçli şekilde buranın dönüşümüne dair ciddi bir iradenin ortaya çıktığını görüyoruz.

Bunun bir sebebi, sermeyenin buradan daha fazlasını kazanmak istemesi. Beyoğlu’nun her zaman böyle bir tarafı vardı ama daha önce bu potansiyel belki yeterince kullanılamıyordu.

İkincisi, iktidarın ve iktidarla palazlanan sermayenin burayla, buranın geçmişiyle kurduğu bir ilişki var. Yani Osmanlı’ya dönme hayaliyle örtüşmeyen bir tarafı da var Beyoğlu’nun.

Üçüncüsü de buradaki muhalif damar. Meydandan Tünel bölgesine kadar iktidarın çok tahammül edemediği farklı yaşam biçimlerinin, o muhalif hallerin konumlandığı, kendini var ettiği, sürekli ürettiği ve iktidara karşı bir gövde haline geldiği bir yer Beyoğlu. Her an her şeyin olabileceği, kontrol edilemeyen, sürekli birarada olma halinin peyda olacağı bir yer olarak düşünülmesi belki Beyoğlu’na özel bir müdahalede bulunmalarına yol açtı. Emek Sineması, Tarlabaşı bunun önemli bir parçası.

“Herkes baktığı yerden başka bir Gezi görüyor”

Peki Gezi sürecine gelirsek…

Fırat Genç: Her şeyden önce Gezi üzerine konuşmak zor, böyle de olması gerekiyor belki. Çünkü birincisi çok yoğun bir deneyimin içinden hep beraber geçtik ve tamama ermiş bir tarihsel aralıktan bahsetmiyoruz. Bu nedenle Gezi’nin nasıl anlamlandırılacağına dair bir dizi kavga yaşanıyor. Bir taraftan hükümet ve ana akım siyasal aktörler, diğer taraftan da sol bir dizi söz üretiyor. İlk grubu çok ciddiye almayıp onları şimdilik bir kenara koyalım, ama bizim cephede üretilen lafların önemlice bir kısmı eldeki hazır formüller üzerinden hızlıca oluşturulmuş, fazla yetenekli cevaplar sanki.

İkincisi, farklı açıklama çabalarının yanısıra neler olup bittiğini anlamamızı zorlaştıran daha yapısal dinamikler de var. Son 10 senedir dünyanın dört bir yanındaki, Mısır’da, Tunus’ta, Yunanistan’daki isyanların eşzamanlılığına, bunların benzer formlar almasına, benzer tıkanıklıkları yaşamasına neden olan, bu henüz biçimlenmekte olan dinamikler olabilir. Ama tabii ki bu, anlamaya çalışmamıza engel değil. Belki şimdilik anlamlandırma zeminimizin de kaygan olacağı fikriyle barışmamız lazım.

Bu noktadan sonra “Gezi nedir?” gibi kocaman bir soru karşısında, belki ilk söylenebilecek şey, orada aynı mekanda bir araya gelmiş farklı itirazların ve dolayısıyla farklı mekansallıkların olduğu. Herkes baktığı yerden başka bir Gezi görüyor belki, ama üst üste gelen bu farklı mekansallıkların neler olduğunu ve bunların biraraya gelme biçimlerinin politik olarak nasıl bir anlam ifade ettiğini ortaya koymak gerekiyor.
Gezi, başlangıcı ve bizce esası itibariyle neoliberal şehircilik meselesine açık bir itirazın hareketidir. Büyük ölçüde Türkiye antikapitalist solunun da taşıyıcısı ya da sözcüsü olduğu bir itiraz bu. Ancak bu tespitin kısmi bir doğruluğu var ve bunu abartmamak gerekiyor. Abartırsak neden dönüşüm mağduru mahallelerin tümünün ya da çoğunun Gezi’de etkin şekilde müdahil olmadığı sorusuna yanıt veremeyiz.

Begüm Özden Fırat: Dikkat ederseniz ilk günden itibaren sorulan temel soru hangi toplumsal kesimlerin neden orada olduğuydu. Kadınlar, beyaz yakalılar, LGBTİ bireyler, gençler, neden oradalar? Elbette bu kıymetli bir soru zira bu farklı kesimleri biraraya getiren yapısal dinamikleri anlamamız gerekiyor. Ancak bir yandan da bu çok sınırlı bir soru. Bugün sol muhalefetin ağırlıklı bir kesiminin Gezi sonrası için önemsediği mesele bu: “Kadınlar, gençler oradaydı, öyleyse onları örgütlememiz lazım.” Bizim önemsediğimiz ise özneleri verili alıp onları örgütlemektense, Gezi süresince ve ertesinde ortaya çıkan deneyim ve sorunsalları örgütlemek, ortaklaştırmak. Yani “farklı toplumsal kesimler oradayken ortaya ne çıkardılar ve ne deneyimlediler?” sorusunu sormayı öneriyoruz. Herkes bireysel sorunlarıyla oraya geldi fakat 15 günlük “gezi komünü” sürecinde ortaya çıkan neydi? Gezi sonrası bir dizi pencere açıldı diyebiliriz aslında. Buradan sonra sorulacak soru, açılan pencereleri nasıl daha fazla aralayabileceğiz.

Öncelikle Gezi müşterek alanlara yönelen saldırının açığa çıkarabileceği “devrimci” potansiyelleri gösterdi bize. Bunun emareleri daha önce belirmiş olsa da Gezi müştereklerin savunusundan öte, müştereklerin kurucu siyasetinin neye tekabül edebileceğine dair bir takım ipuçları verdi. 29 Mayıs sabahına, parkta yapılan ilk foruma dönersek oradaki temel mesele, “parktayız, direneceğiz, peki buradaki hayatımızı nasıl örgütleyeceğiz” idi. Bu tüm süreçte belirleyici olan bir soru. Kendimizi, kentimizi, hayatımızı nasıl örgütleyeceğiz? Biraz soyutlarsak neoliberal birikim sürecinde metalaştırılmaya çalışan hayatın kendisi ise, parkın içinde piyasa dışı mekanizmalarla kendimizi nasıl yöneteceğimize dair, biraz abartarak söyleyelim, mikro bir antikapitalist deneyim yaşadık. Yine biraz abartarak söyleyelim, devletsiz bir yaşamın neye benzeyebileceğini deneyimledik. Somut toplumsal ihtiyaçların karşılanması, toplumsal yeniden üretim alanının kendisinin bizzat politik bir mesele olduğunu, toplumsal bir antagonizma çizgisi olduğunu gördük. Devlet ve piyasa dışı mekanizmalarla, beslenmeden sağlık meselesine kadar bu alanları nasıl kurabileceğimize dair. Forumlarda, Kadıköy’de işgal evlerinde, Kazova’da gördüğümüz budur.

Öte yandan müştereklerin gasp edilmesinin kendi içinde yalıtık bir birikim modeli olmadığını, bunun ancak artı değer üretimiyle ilişkisi içerisinde görülmesi gerektiğine dair ipuçlarını Soma katliamı ile apaçık görmüş olduk. Yerin yedi kat altında güvencesiz, taşeron, ölümüne çalışan maden işçileri ile Maslak’taki Spine Tower arasındaki bağlantı sermeyenin işleyişini çok net gösterdi bize. Buna cevaben en hızlı refleks gösteren toplumsal grubun “beyaz yakalılar” olması daha önce deneyimlemediğimiz “sınıfsal bir bakışma” idi. Plaza Eylem Grubu’nun şirketin Levent’teki ofisinin önünde düzenlediği forumlarda maden işçileriyle nasıl dayanışırız sorusu kadar “beyaz yakalıların” çalışma koşulları, güvencesizlik, sömürü meselelerinin gündeme gelmesi çok önemli.

Bizim açımızdan bu iki mesele Gezi’nin “mirası” olarak üzerinde düşünülmesi gereken iki temel alan.

“3. köprü, 3. havaalanına karşı mücadele, ranta dayalı birikime çomak sokmaya yeltendiği ölçüde emeğin güvencesizleşmesine de çomak sokmakta”

Toplumsal hareketlerin birbirine değmesi meselesi müştereklerin konusu. Bir panelde sosyolog Ayfer Bartu Candan, kentsel dönüşüme uğrayan kesimlerin Gezi’de yer almadığını çünkü Gezi’nin onların gündelik hayatında bir yeri olmadığından bahsetmişti.

Fırat Genç: Gezi’yi açıklama çabalarında öne çıkanlardan bir tanesi “Gezi, yeni orta sınıfın, Türkiye’nin yaşadığı iktisadi genişlemeye karşılık siyasal alandaki sıkışmışlığının neden olduğu öfkenin ifadesidir.” diyen tez. Gezi’de biraraya gelmiş toplulukların öne çıkan kesimine, yani çoğunlukla iyi eğitim almış, seküler değerlere sahip ailelerden geldiği ve tatminkar işlerde önleri açık bir hayat yaşayacağı varsayılan gençlere bakılarak ortaya koyulan bir analiz bu. Bu teze karşı biz de esasen aynı topluluğa bakıp farklı bir yorum yapabiliriz. Bizce sanıldığının aksine bu kesim artık çalışma hayatının içerisinde kendisine vaat edilen toplumsal mobilizasyon imkanlarının giderek ortadan kalktığını hissediyor. Güvencesizlik ve geleceksizlik ilişkilerini daha fazla deneyimlediğini düşünen bu grubun, yaşadığı örselenmeyi mekan ve beden politikaları üzerinden anlamlandırdığını ve iktidara karşı itirazını buradan geliştirdiğini söylemek mümkün. Özgürce hareket ettiklerini düşündükleri bir sahada giderek önlerinin kesildiğini deneyimliyorlar. Dedik ya, İstanbul’un geçirdiği mekânsal dönüşümün yarattığı itirazın bir sonucudur Gezi, bu özellikle bu kesim için böyle. Ama burada Gezi’nin dış sınırlarına geliyoruz. Ayfer’in çok doğru olarak işaret ettiği durum bizce bu dış sınıra gelip dayanmayla ilgili. Şehirdeki mekânsal dönüşümün farklı şekillerde etkilediği bir dizi kesim var, mesela eski işçi mahallelerinde yaşanan kentsel dönüşüm süreçlerinin mağdurları var, ama onların Gezi’de etkin bir şekilde var olduğu söylenemez.

Begüm Özden Fırat: Burada bir şey eklemek istiyorum. Biz Gezi’yi Gezi’de yaşadık. Biz zaten İstanbul merkezli bir de Gezi merkezli bakıyoruz. Ve Gezi’yi yeni orta sınıf üzerinden okumak belki Gezi kapsamına Beyoğlu’nu aldığımızda açıklayıcı olabilecek bir yaklaşım. Ama bu, İstanbul dışında Gezi’yi açıklamamıza yetecek bir yaklaşım değil. Dar bir alandan, bulunduğumuz bir alandan okuyoruz. Ama bu bize Antakya’yı anlatmıyor. Aynı dönemde farklı Gezi’ler de yaşandı ve farklı grupların farklı deneyimleri de var. Ankara da farklı bir Gezi süreci yaşadı. Ankara ile İstanbul arasındaki tartışmalar da çok farklı olabiliyor. O sebeple biz burada durup analiz yapıyoruz. Bu yanlış bir analiz şekli değil ama yeni orta sınıf ayaklanmasıdır dediğimizde Gazi’yi, Gülsuyu’nu nasıl açıklayacağız?

Fırat Genç: Farklı mekânsallıkların üst üste gelmesi dediğimiz biraz da bu. Gezi’yi elbette ki Gazi Mahallesi ve Tuzluçayır’la birlikte düşünmeyi mümkün kılan şeyler var ama bunun da bir sınırı var. Bu mahalleler kendi politik mekanizmaları sayesinde, kendi kanalları üzerinden Gezi sürecinin tam merkezine eklendiler, o anlamıyla Gezi direnişi aynı anda Taksim’dir, Gazi’dir, Gülsuyu’dur, Tuzluçayır’dır. Ama kentsel yeniden yapılanmanın doğrudan mağduru olan kesimlerin birçoğu da bu sürece eklenmedi, bunu da yok saymamak gerekir. Burada tam da mücadelelerin ortaklaşmasının sınırına geliyoruz. Gezi direnişi bugün büyük ölçüde AKP’nin ortaya koyduğu ekonomik-toplumsal projenin sınırları içinde tutabildiği kesimleri etkileme imkanına sahipti belki ama o imkan o dönem yeterince kullanılamadı. Bu anlamıyla Gezi kendi dış sınırına kadar geldi ve durdu, ancak bu bizim durmamız gereken bir yer değil. Gezi’de öfkesini ortaya koyan kesimler ile o halkalar içerisinde kalan kesimleri biraraya getirmenin imkanlarının nerede aranacağı konusunda müştereklerin iş görür bir kavramsal araç olduğunu düşünüyoruz.

Peki bu nasıl olacak? Az önce Begüm’ün bahsettiği gibi, madenci ölümleri ya da büyük inşaatlardaki işçi ölümleri karşısında ortaya çıkan tepki, nasıl olacak da vicdanlarımızı her gün daha da yaralayan bir başka olay karşısında yaşadığımız sıkışmanın ifadesinden ibaret kalmayacak? Sürekliliği ve dolayısıyla dönüştürücü kapasitesi olan bir siyasal tepkiye dönüşecek? Bu noktada müşterekler kavramsallaştırması birbirinden farklıymış gibi gözüken bu kesimlerin hayatlarında büyük değişimlere neden olan dinamiklerin kesiştiği noktaları açığa çıkarmak için işe yarayabilir demiştik.

Tabi bu yalnızca bir açığa çıkarma, saklı olanı ortaya koyma meselesi değil. Daha mühim olan, bir kez bu müşterek kader vurgusunu yaptıktan sonra bu kesimlerin hayatlarını ve siyasal tepkilerini birbirine bakışımlı kılmak. Bu ise bizce esasen bir örgütlenme meselesi. Ancak kastımızın işçilerin ve eğitimli orta sınıfların dertlerini ve çıkarlarını birbirlerine nakledecek bir üst siyasal yapı olmadığını da belirtmemiz lazım. Keşke mesele de çözümü de bu kadar basit olsaydı. Bize kalırsa öncelik bu farklı kesimlerin kendi özörgütlülüklerini inşa etmeleri.

Bizim bugünden tasarlayabildiğimiz ve önerdiğimiz, yukarıda andığımız ve bizlerin de büyük ölçüde dahil olduğu kesimin, yani eğitimli ama giderek daha fazla güvencesiz koşullarda yaşayan ve çalışan “beyaz yakalılar”ın önce kendi “dayanışma mekânları”nı kurmaları. Bu yolla hem bizleri kuşatan koşulların yapısallığını, yani yaşadıklarımızın yalnızca bizlerin beceriksizliğinden ya da eksiklerinden kaynaklanmadığını deneyimlerimizi paylaşarak kavrayacağız. Hem de birarada bir şeyleri değiştirebiliyor olmanın keyfine varacağız.

Bu güçlenme, kendini yapabilir hissetme meselesini hafife almamak gerekir. Neoliberalizm vs diyerek çoğu kez soyut tabirlerle anlattığımız sürecin belki de en başat özelliği bizlerin hayatlarımızı topyekun değiştirebilme becerilerimizi, yani politik kapasitelerimizi sistematik olarak törpülemesi. Dolayısıyla bunu tersine çevirecek somut ilişki ve mekanları kurmayı bir kez başardıktan sonra işçi sınıfı deyince ilk elde akla gelen kesimlerle sahici bir buluşmaya da bir adım daha yakın olacağız.

Begüm Özden Fırat: Gezi’yi salt hükümete karşı bir ayaklanma değil de müşterek alanların, yaşam alanlarımızın metalaştırılmasına karşı bir direniş olarak görürsek bunun finans sermayesine yönelen bir direniş olduğunu da kavrayabiliriz. Emeği güvencesizleştiren finans sermeyesine de gözdağı vermiş olduk. Gezi, hükümeti olduğu kadar ulusötesi ve yerel yatırımcıları da korkuttu, bunu unutmayalım. Dolayısıyla, kentsel mekanın metalaştırılmasına karşı verilen mücadele, örneğin Validebağ’da ya da üçüncü köprü ve havaalanına karşı mücadele, ranta dayalı birikime çomak sokmaya yeltendiği ölçüde emeğin güvencesizleşmesine de çomak sokmakta. Sermayeye zorluk çıkartmak, bulunduğumuz her alanda geriletmeye çalışmak bize ortak bir mücadele perspektifi de sunuyor aslında.

Peki müşterek zemini nasıl tarif edeceğiz? Bu bir empati değil ama bir yandan da neoliberal politikaların herkesin hayatına sirayet etmesini mi bekliyoruz? Mesela şimdi Bağdat Caddesi’nde dönüşüme maruz kalan kitleler Sulukule’de kentsel dönüşüm olurken ses çıkarmamıştı.

Deniz Özgür: Evi, serbest dolaşım hakkını, işi, ekmeği gibi hayatında var olan ortak varlıkların, müştereklerin sistem tarafından el konulması, kapatılması, kullanım dışı bırakılması gibi unsurların mücadelenin seyrini fazlalaştıran, potansiyeli açığa çıkaran tarafları var. “Bu haller yaşanmadan bu insanlar nasıl ortaklaşacak?” cevap verilmesi gereken bir soru mu bilmiyorum çünkü biz de bunu bir yandan mücadele içinde öğreniyoruz. Bunlar bir yandan belleğe kazınan şeyler. “Nasıl ortaklık sağlayacağız?” sorusuna “bu mücadelelerin birikmesiyle sağlayacağız” cevabı geliyor benim aklıma.

Fırat Genç: Toplumsal mücadelelerin ortaya çıkması ve bunların ortaklaşması için birtakım zaruretlerin olması gerekiyor şüphesiz. İstanbul’da olan her mekansal müdahalenin yarattığı huzursuzlukla hareket edenlerin her durumda bir mücadele içinde yan yana gelmesi mümkün değil. Mesela Bağdat Caddesi’nde ortaya çıkan rahatsızlıkla Başıbüyük’te, Sulukule’de evleri elinden alınanların duyduğu rahatsızlığı yan yana getirmek mecburiyetinde değiliz, bu mümkün de olmayabilir zaten.

Bizim söylemeye çalıştığımız, Gezi’de kendini, ona karakterini verecek kadar, ortaya koyan genç kadın ve erkeklerin yaşadığı yapısal sıkışmanın ve o sıkışmayı tarif etmek için kullanacağımız birtakım araçların başka yapısal sıkışmalar içinde kalmış toplumsal kesimleri düşünürken kullandığımız araçlarla beraber düşünülebileceği, dolayısıyla da bir vadede –o vade de politik mücadele içinde, bu mücadelenin imkanlarıyla belirlenen bir vade– birlikte mücadele edebilecekleri. Yani eğer İstanbul ve Türkiye’nin yaşadığı yakın zamanlı iktisadi ve toplumsal dönüşüm bu şekliyle devam ederse bir vadede Gaziantep’te, Kayseri’de, orada burada yeni yeni giderek kalabalıklaşan proleter kuşakla az önce tarif ettiğimiz kesimin yan yana gelmesini düşünmenin önünde engeller yok. Çünkü bunun zaruretleri ortaya çıkıyor. Bu anlamda Gezi’de önde yürüyenlerle Antep’tekileri birlikte düşünmeyi Bağdat Caddesi’yle birlikte düşünmekten daha anlamlı buluyorum. Orada fiziki yakınlıklardan öte başka yakınlıklar var.

Hem bütün bu sıkışmışlıkları hep birlikte yaşamak zorundayız ama hem de bunu inşa etmek zorundayız. Bu gelecek tahayyülü ancak inşa edilebilir bir şey. O nedenle mücadelelerin ortaklaşması dediğimizde bunun cevabı neler yaptığımızla ve yapabileceklerimizle belirleniyor. Yani bütün bu Gezi meselesindeki kayganlık da yaptıkça şekillenecek. Hem hazır yanıtlarımız olmasın hem de hepsine verecek yanıtımız olsun diye uğraşalım.

Çok teşekkürler vakit ayırdığınız için.

Müşterekler’i Facebook ve Twitter hesaplarından da takip edebilirsiniz. 

Etiketler

Bir yanıt yazın