NOHlab'in kurucularından Deniz Kader ve Candaş Şişman'la, genel mekansal algıya yönelik çalışmaları ve 13 Kasım Pazar gününe kadar görülebilecek "Mimarlığın Ses ve Işık Hali" sergisindeki işleri üzerine sohbet ettik.
Fotoğraf: Kat.io
Animasyon, kısa film, video mapping, deneyim tasarımı, görsel işitsel performans gibi yeni medya alanlarında çalışmalar üreten NOHlab ile 3. İstanbul Tasarım Bienali “yaratıcı mahalleler” programı kapsamında MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür Sanat Merkezi’nde düzenlenen “Mimarlığın Ses ve Işık Hali” sergisindeki1 işleri vesilesiyle bir araya geldik. Genel olarak, insan algısını ve deneyimini değiştirmeye olan ilgilerinden ve bu alanda yaptıkları çalışmalarından konuştuk.
Ekin Bozkurt: NOHlab nasıl kuruldu? Çalışmalarınızdan biraz bahseder misiniz?
Deniz Kader: NOHlab ekibi çekirdekte Deniz Kader ve Candaş Şişman’dan oluşuyor. Birlikteliğimiz 1999 yılına dayanıyor. Lisede plastik sanatlar eğitimi aldık; daha sonra üniversite eğitimimizi animasyon ve hareketli görüntü üzerine tamamladık. Üniversite dönemimizde bir yıl Hollanda’da multimedya tasarımı üzerine çalışma fırsatı bulduk. Bu süre zarfında Hollanda’da birçok yeni medya festivali ve çalışmalarını gözlemleme şansımız oldu. Uzun bir süreci kapsayan bu birikimi 2011 yılında ismini verdiğimiz NOHlab oluşumumuzun çatısı altına topladık.
Pek çok farklı disiplini barındıran bir yapımız var; yeni medya diye tabir ettiğimiz alanda ürettiğimiz işleri birden çok disiplini bir araya getirerek ortaya çıkarıyoruz. Proje geliştirdiğimiz alanlar; hareketli grafik olarak tanımladığımız animasyon, kısa film, video mapping, deneyim tasarımı, görsel işitsel performans ve yerleştirme sanatı (enstalasyon). Çalıştığımız çeşitli marka ve kurumlardan bazıları; Chanel, Pink Floyd, Ars Electronica Festivali, Prag Filarmoni Orkestrası, Nike, Land Rover, TedX ve Scriabin Müzesi.
Deep Space Music – Ars Electronica, 2012, Görsel-işitsel performans, 32′ 00”, NOHlab & Plato Medialab & Maki Namekawa
Ars Electronica Museum – Linz, Austria, Fotoğraf: Rubra
Hem Haydarpaşa’da hem de Weimar’daki Franz Liszt Müzik Okulu’nda uyguladığınız project mapping yöntemi, animasyonu binaların cephesine taşımanızın yanı sıra; yapının, kentin tarihine dair bir araştırma süreci içine de çekiyor sizi. Bu iki projedeki araştırma süreçleri nasıl geçti? Ve bir binanın, kentin tarihini anlatım yöntemi olarak yazısız, konuşmasız animasyon kullanmak nasıl bir deneyim onu merak ediyorum.
Deniz: Video mapping, yaptığımız çalışmaların monitör veya sinema perdesinin dışına taşıp daha fiziksel bir hale bürünmesine olanak sağlıyor ve işe, farklı algı açıları ile birlikte deneyimsel boyut kazandırıyor. Görsel içeriğin, uygulama yapılacak yüzeye özel bir şekilde biçimlendirilmesi ve kurgulanması bilindiği üzere bu tekniğin en önemli unsuru. Mimari yapılar üzerinden anlatmak gerekirse, mapping projelerinde uygulama alanınız mekanın ya da mekandaki yüzeyin ta kendisi olduğu için tasarladığınız içeriğin mekana özgü olması gerekiyor; bu tekniğin de etkileyiciliği bu unsurdan geliyor aslında. Hepimizin alıştığı ve tanıdığı bir yapıyı hareketli ve yaşayan bir form halinde görmek algımızı kırıyor ve var olanı farklı açılardan gözlemleyebilmemize, hissetmemize olanak sağlıyor. Yapının mimarisinde bulunan öğelerin hikayeyi anlatan unsurlar olarak kullanılması ‘işi’ mimari yapıya ait kılıyor, dolayısıyla yapıdaki mimari tasarımın çevresindeki kişiler üzerindeki etkisi ne kadar estetik ve ilham açısından ne kadar kuvvetliyse, video mapping tekniği ile ortaya çıkan işin etkisi o kadar artar diyebiliriz.
Yekpare, 2010, Projeksiyon Haritalama Performansı, 15′ 52”, Nerdworking & Candaş Şişman & Deniz Kader
Haydarpaşa Train Station – İstanbul
Her iki proje için de benzer süreçler yaşadığımızı söyleyebiliriz; her ikisi de tarihin karakter olarak bilgisini, yaşanmışlığını taşıyan benzersiz yapıtlar. Karakteristik özellikleri bulunan bu yapılar; kendilerini, hikaye anlatımında yansıtıcı yüzey ya da projeksiyon perdesi olarak kullanmanıza zaten izin vermiyor, bunu hissedebiliyorsunuz. Yapıtların yaratıcılarını, geçirdiği tarihi süreçleri ve bulunduğu coğrafi parametreleri öğrendiğiniz zaman, bizce heykel gibi duruşu olan bu mimari yapıtlar ete ve kemiğe bürünüp sizinle iletişime geçiyor, size hikayenin nasıl anlatılması gerektiğini söylüyor. Aslında bunun ‘duygu’ olarak tabiri ‘ilham’ oluyor. Örneğin, Haydarpaşa projesinde kurguladığımız hikayenin kapanışı için ‘sema’yı yorumlamanın çok doğru olacağını düşündük. Terim olarak baktığınızda semayı, musiki nameleri dinlerken vecde gelip hareket etmek ve kendinden geçip dönmek diye tabir edebiliriz. Bu yorumlamayı mümkün kılan belki de ilham veren yapıtın ta kendisiydi; Haydarpaşa mimarisinde yer alan çift kuleler artık gözümüzde sema yapan mimari öğeler olarak belirdi. Yine aynı şekilde Franz Liszt Müzik okulu örneğinde, kurguladığımız hikayenin içeriğinde özellikle bir bölümü karanlık bırakmayı tercih ettik. Weimar şehri ve Alman medeniyetinin sosyokültürel tarihi sürecini temel aldığımız içerik kurgusunda; tarih sürecinde yaşanılan yükselişten sonra topluma çöken yoğun buhran, verimsizlik ve karanlık dönemi betimlemek için tercih ettiğimiz bir fikirdi bu karartma tercihi. İzleyici hikayenin neresinde olduğunu deneyim anında fark edemiyor ya da düşünmüyor diyelim, ki düşünmemesi ve hikayeye dair somut imgeler aranmaması görüşündeyiz. Deneyimin sonunda, tarihi bir süreci duygu olarak okuduğunuzu, hissettinizi fark ediyorsunuz.
Under an Alias-2012, Projeksiyon Haritalama Performansı, 18′ 00”, NOHlab & Nerdworking, Franz Liszt School of Music Building
Weimar, Germany, Fotoğraf: Klaus Dyba
2014 Venedik Bienali, Uluslararası Mimarlık Sergisi, Gate_lab kamusal yerleştirmesi, Gelibolu Fikir Yarışması gibi mimarlık ve kentle ilgili projelerde yer aldığınızı görüyoruz. 3. İstanbul Tasarım Bienali kapsamındaki çalışmanız da mekanı, mimari formları izleyiciye deneyimletmekle ilgili. Mimarlık ve kentle olan ilginiz, bu alanda çalışanlarla ilişkiniz nasıl oluştu?
Candaş Şişman: Bu ilişki süreç içerisinde organik bir şekilde var oldu diyebiliriz. İnsan algısı ve deneyimi, yaptığımız işlerin temelini oluşturuyor. Bunları manipüle edebilmek için de kişinin zaman ve mekan algısına müdahale etmemiz gerek. Mekanın kapsayıcılığının ve zamanın; koklama, görme, duyma gibi farklı algılara aynı anda hitap etmesi mekanı çok önemli bir aktör konumuna getiriyor.
Kalıtsal algılarımızın olması yanında, içinde bulunduğumuz zaman ve mekan, algılarımızı biçimlendiriyor. Özellikle beynimiz dışarıdan gelen girdilere göre çıktılar verebiliyor. Bu da algılarımızın çevresel faktörler ile değişikliğe uğrayabileceğini gösteriyor. Bu durumun üzerine düşünmek ise sonu olmayan perspektiften bakmamızı sağlıyor. Yani biz, halihazırdaki algılama yöntemlerimiz yanında, dış etken ve yöntemler sayesinde yeni algılama biçimleri türetebilir miyiz? Aslında insanlığın şu an geldiği nokta bu. Artık dış müdahaleler sayesinde çevremizi algılayış biçimlerimizi tasarlamaya başladık. Bu tasarımı yapabilmek için kullandığımız yöntemlerden biri de mekanı tasarlayarak insan algısını başkalaştırmak. Bütün bu sebeplerden dolayı mekana karşı olan ilgimiz oluştu.
The Sea Crossed Fisherman – 2016, Total Music Theatre, 90’00’’
Nohlab & Hezarfen Ensemble & Zeynep Tanbay & Simon Jones & Michael Rafferty, Fotoğraf: Flufoto
Venedik Bienali, 14. Uluslararası Mimarlık Sergisi’nin Türkiye Pavyonu’nda sergilenen “Places of Memory” kapsamındaki işinizden de biraz bahseder misiniz? İstanbul semtlerinin şehircilik bağlamında çeşitli medya teknikleriyle incelendiği bu çalışmada sizin bakış açınız, yönteminiz neydi?
Candaş: Bienal’deki proje kişisel bir projemdi. İstanbul’un bazı bölgelerine gidip ses kayıtları yaptım ve bunları analiz ettim. Analizleri yapmamın nedeni, o bölgedeki ses yapısının bazı temel yapı taşları ve formülizasyonlarını yakalamaya çalışmaktı. Ve bu yapı taşlarını baz alarak, o bölgeye ait sesleri tekrar ürettim. Bu süreçte birçok farklı teknik ve kaynak kullandım: cam, demir, plastik, piyanonun içi, insan sesi gibi çeşitli materyallerin ve enstrümanların ses kayıtları, dijital olarak bu seslerin deforme edilmiş halleri ve şehirde kaydettiğim sesler. Mesela Levent’teki trafik akışının sesini tekrar üretmek için, metal yuvarlak bir tepsi içerisine onlarca metal bilye koydum ve çevirmeye başladım. Merkez kaç kuvveti ile dönen topların trafikte yaklaşıp uzaklaşan araçların seslerine benzeyen, tepsinin yüzeyindeki sürtünme ve yaklaşıp uzaklaşma seslerini kaydettim. Bu aslında Levent’teki trafik örgüsünün yorumlaması oldu.
Bu yöntem direkt olarak Bienal’in küratöryel teması “Fundamentals” ile ilgili. Aslında genel olarak ben görsel sanatlar üzerine çalışıyorum ve işlerimde kavramsal olarak çok sorguladığım bir noktadır “Fundemantals”. Yani insanlığın üzerine inşa ettiği “kavram”, “imge”, “sistem” gibi şeylerin altında yatan ve doğada var olan temel formül ya da olgular. Çünkü temel olmazsa üzerine bina çıkamazsın. Bu yüzden belli bölgelerdeki sesleri analiz edip, o ses yapılarının temel noktalarını yakalamaya çalıştım ve sesleri bu temel noktalara sadık kalarak tekrar ürettim.
Projemde temel olarak sesin farklı ölçekteki (mikro ve makro) mekanlarla olan ilişkisini sorguladım: “Mekan sesi, ses mekanı nasıl biçimlendirir?”, “sesin mekanı algılayışımızda ve mekan ile ilgili hafızalarımızdaki rolü nedir?” Ayrıca mekan ve ses üzerine yoğunlaşmamın bir diğer nedeni, mekanı sadece imge ve fiziksel olarak gördüklerimiz değil; koklama, dokunma ve duyma gibi farklı algılama biçimleriyle duyumsadığımız bir bütünlük olarak görmem. Bunlar aynı zamanda hafızayı da tetikleyerek zaman kavramını da yaratan unsurlar. Temel dertlerimden biri ise imgeler ve kavramlardan bir şekilde sıyrılmaya çalışıp farklı iletişim dilleri keşfetmeye çalışmak ve bunun deneyimlenmesi.
Ürettiğim sesleri ise sergi alanında 20 adet hoparlör ile sergiledim. Hoparlörler 50 metrelik mekanın farklı noktalarına, tavandan sarkıtılmış şekilde konumlandırıldı. Ve her hoparlörden farklı ses kompozisyonları verildi. Mesela bir kompozisyon, “şehrin seslerini yer altından duyarsak nasıl bir ses yapısı duyarız?” üzerineydi. Bir diğeri ise “mikroskobik ölçekte nasıl sesler duyabiliriz?”, “ses frekansları mekan içerisinde farklı yüzeylere çarpıp yansıyarak nasıl bir ses örgüsü oluşturabilir?” gibi 20 fikirden oluşuyordu.
Aslında özet olarak İstanbul’u, mekan ve sesin ilişkisini, sergi alanının tasarımını, sanatçıların işlerini büyük bir notasyon olarak okumaya çalıştım.
Candaş’ın Alt-Bomonti’de yaptığı “Between Virtual and Physical” sunumundan bahsedelim biraz. Orada dijitalin gerçek mekanla birleştiği, sizin “Bridge” olarak adlandırdığınız bir teknikten bahsettiniz. Ve şöyle tanımlıyordunuz: “Farklı algıları sinestezi hastalığındaki gibi birleştirmek”. Bu metaforu biraz açar mısınız?
Candaş: İçinde bulunduğumuz dönemin, birçok farklı zamanı birbirine bağlayan bir köprü görevi olduğunu düşünüyorum. Eğer farklılıkları birleştirip bir arada tutmayı başarabilirsek ve algılarımızı tıpkı sinestesi hastalığındaki gibi birleştirip, çevremizi algılamaya çabalarsak, olasılıkların çok daha çeşitleneceğini ve yeni düşünüş / iletişim biçimleri keşfedeceğimizi düşünüyorum.
Bilimin yarattığı imkanlar sayesinde artık birbirinden çok kopuk gibi görünen şeyler arasında köprüler kurup bir araya getirilebiliyoruz; birçok şeyin halihazırdaki formatını dönüştürüp farklı formatlara sokabiliyoruz. Çevremizi anlamlandırma çabamız artık “yaşadığımız gerçekliği ve algılarımızı nasıl manipüle edebiliriz?” noktasına gelmiş durumda. Teknolojik açıdan elde ettiğimiz kazanımlar sayesinde ise farklı gerçeklikler yaratabiliyoruz; bunları bir araya getiriyor ve her biri arasında köprüler kurarak alışveriş sağlayabiliyoruz. Bu gelişmeler düşünüş biçimimizi de derinden etkilemekte. Çünkü daha önce deneyimlemediğimiz şeyleri deneyimlememizi olanaklı kılmakta ve bu deneyimleri temel alarak yeni fikirler ve kavramlar üretmemizi sağlamakta.
Bundan sonraki nokta ne olabilir ? Doğanın yarattıklarıyla, insanoğlunun yarattıklarının iç içe geçmesi ve melez bir gerçekliğın oluşması mı? Özellikle biyoteknoloji alanındaki gelişmeler, insan müdahalesiyle organikten, inorganiğe doğru evrilmekte. Teknolojinin evrimine bakarsak aslında giderek organikleşme eğilimini görürüz. Organik evrim inorganiğe, inorganik yapılar ise organiğe doğru evrilmekte. Bunun, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olduğunu düşünüyorum.
İşte bütün bu gelişmeler ışığında, farklı algıların, farklı gerçekliklerin, farklı türlerin bir araya gelip farklı olasılıklar yaratması ve bunu sağlayabilmek için de bizim köprüler türetmemiz gerektiğini söylüyorum.
Sim Nebula – 2015, Video Mapping Performansı, 45’00”, NOHlab & The Macula & SIGNAL Festival
rudolfinum music hall – Prague
“Normal” insan algısının kısıtlılığına dikkat çekme, algı manipülasyonu, bir duyu uyarımının başka bir duyu algısını tetiklemesi (sinestezinin basit bir tanımı sanırım bu da hatta) özellikle ilgilendiğiniz; deneyler yaptığınız konular gibi. Ve benim anladığım, aslında çalışmalarınızın biraz özündeki kavramsallığı oluşturuyor? Neden insan algısına yönelik çalışmalar sizi bu kadar cezbediyor?
Candaş: Daha çok insan algısına yönelik işler yapmamızın nedeni, deneyimi birçok şeyin temeli olarak görmemiz.
Bizim için önemli olan, izleyiciye saf bir deneyim yaşatmak ve bunun sonucunda fikirsel bir süreç ve yalın bir sonuç üretebilmelerini sağlayabilmek. Açıkçası fikirden çok deneyimin aktarılmasını önemsiyoruz; çünkü bu şekilde izleyicinin düşünüş biçimini kısıtlamamış ve izleyiciyi şartlandırmamış oluyoruz. Bu noktada deneyim ile ilgili en önemli söyleyebileceğimiz şey şu; öncelikli olarak deneyimin bilgiyi yarattığını düşünüyoruz. Bilginin deneyimi değil. Deneyim ile bilgi bir araya geldiği zaman gerçek öğretinin açığa çıktığını düşünüyoruz. Bu yüzden deneyim ve algı, genel olarak yaptıgımız işlerin temelini oluşturuyor.
Yeni teknolojileri kullanarak mekan ve zaman algılarımızı başkalaştıran bir dil kurma gayretindeyiz. Teknoloji sayesinde insanın algılarına yönelik manipülasyonlar yapmak artık çok daha mümkün; mesela çeşitli aygıtlar sayesinde kişiyi bulunduğu gerçeklikten kopartıp sanal gerçeklikte deneyim yaşamasını sağlıyabiliyoruz veya gelişmiş projeksiyonlar sayesinde bütün mekanı, dijital bir görüntü ile kaplayabiliyoruz. Bütün bunlar izleyiciyi çevreleyen ve kişiyi bulundugu zaman ve mekandan kopartan bi durum yaratıyor. İçeriksel olarak ise, somut imge ve kavramlar yerine daha çok soyut bir dil kullanmaya çalışıyoruz. Çünkü somut imge ve kavramlar, daha önceki öğretilmişlikler üzerinden algılanmaya çalışıldığı için, genellikle çeşitli şartlanmalar ve kaygılar açığa çıkarıyorlar. İşte biz bunları en aza indirgeyebilecek bir dil arayışındayız. Bu saf iletişim dilini sağlayabilmek için insan algısına odaklanmış durumdayız.
NOHlab’in “Mimarlığın Ses ve Işık Hali” sergisindeki çalışmaları
Bienal’in paralel etkinliklerinden birisi olarak Tophane-i Amire’de düzenlenen sergide, mekansal tasarım ve dijital teknolojilerin birleştiği bir kurgu var. Bu nasıl bir birleşim? İzleyiciyi neler bekliyor?
Deniz: Tek Kubbe Salonu’nun kuvvetli bir mimari öğesi olan kubbe, ana fikrin başlangıç noktasını oluşturuyor. Kurgu, bu noktadan yola çıkan ve kubbeye karşılık gelen ters kubbe ile geliştirildi. Kubbe geometrisinin kusursuzluğuna karşılık, yerleştirme olan ters kubbe bugünün yorumuyla tarihi kubbeyle diyalog kuran bir yapı olarak kurgulandı.
Tasarlanan ters kubbeyi kendine yüzey edinen görsel-işitsel içerik, kubbe çağrışımları üzerinden, hem HAS Mimarlık yapıtlarını, hem de mekanın atmosferini bütünleştirerek yeniden kurgular. Kubbenin mimari ve akustik özellikleri ses ve ışıkla vurgulanırken, geçirgen yüzeylere sahip olan ters kubbe üzerine yansıyan hareketlilik içinde, geçmiş ve gelecek karışır; bütünleşir ve mekan kavramları iç içe geçer.
Özetlemek gerekirse; Tek Kubbe Salonu’nu odak noktası olarak ele alan kurgu, çağdaş yorumlarla, eskiden yeniye, bütünden parçaya, gerçekten sanala, dengeden dengesizlik haline dönüşümler yaratıyor. Ziyaretçiyi de içine alarak zaman ve mekan kavramlarının bulanıklaştığı mekansal bir deneyim yaşatıyor.
NOHlab’in “Mimarlığın Ses ve Işık Hali” sergisindeki çalışmaları
1 NOHlab’in ve Büşra Tunç’un yeni medya çalışmalarının yer aldığı sergi 13 Kasım tarihine kadar MSGÜ Tophane-i Amire KSM Tek Kubbe Salonu’nda görülebilir.
1 Yorum
Soma’da bir işçi: “Tarım bitirildi, tütün ekilmiyor, hayvancılık para etmiyor, hayvanları sattık madene girdik.”